20 Temmuz 2012 Cuma

Sera Gazları Salımı Konusunda Nasıl Kandırılıyoruz?

Orijinal yayın: 20.07.2012 T24 İnternet Gazetesi
2009 yılında verilen resmi rakamlara göre dünyada en fazla CO2 salan ülkeleri listeleyecek olursak, en başta Çin ve ABD geliyor. Türkiye ise bu listede 22. sırada yer alıyor: 
                                              Milyar
                                              Ton CO2
-------------------------------------------------
Çin                                       6877
ABD                                     5195
Hindistan                           1585
Rusya Federasyonu        1532
Japonya                             1092
Almanya                               750
İran                                        533
Kanada                                 520
G. Kore                                  515
İngiltere                                 465
Suudi Arabistan                   410
Meksika                                 399
Avustralya                              394
İtalya                                       389
Endonesya                            376
Güney Afrika                          369
Fransa                                   354
Brezilya                                  337
Polonya                                  286
İspanya                                  283
Ukrayna                                  256
Türkiye                                    256 
Ama doğal olarak ilk aklımıza gelen Çin ve ABD arasındaki nüfus farkı olduğu için aynı listeye kişi başına düşen CO2 salımı olarak bakacak olursak çok değişik bir tablo ile karşılaşıyoruz. 1. sıradaki Çin kişi başına 5.1 ton CO2 ile 55. sıraya geriliyor. ABD ise gene de gelişmiş ülkeler arasında en yüksek salım olan 16.9 ton CO2 ile 11. sıraya geliyor. En tepede 40.1 ton CO2 salımıyla Katar var. Yani çölde yaşanır bir hayat sürmenin ciddi bir petrol harcaması ile mümkün olduğunu anlıyoruz. Türkiye ise 3.6 ton CO2 ile 77. sırada yer alıyor. Dünyada kişi başına düşen CO2 salımı 4.3 ton, AB ortalaması ise 7.1 ton. Bir Kongolu'nun ortalama salımı ise 43 kilo, yani bir Amerikalı bir Kongolu'nun 393 katı CO2 salıyor atmosfere.
Bu şekilde bakıldığında ülkemizin performansı gayet güzel görünüyor, ancak temel bir problem var bu resimde: Kişi başına CO2 salımı 1971-2009 arasında dünyada sadece %14 artarken ülkemizde bu artış %211 yani dünya ortalamasının 15 katı. Aynı dönemde dünyada toplam CO2 salımındaki artış aynı dönemde %105, ama ülkemiz için bu artış %520. Bu bize temel bir sorunu işaret ediyor: Ülkemizin CO2 salımındaki artış dünya ortalamasının çok üzerinde olduğu için, bugüne kadar kendimizi korumak için kullandığımız “ama biz daha gelişiyoruz, bakın kişi başına düşen salım miktarımız dünya ortalamasının altında” söylemi çok kısa vadede geçerliliğini yitirecek. Bu sebeple de attığımız adımlara çok dikkat etmeliyiz. Özellikle çimento sektörü gibi gelişmiş ülkelerin CO2 salımlarını düşürmek için ülkelerinden kovdukları sektörlere kucak açarak salımlarımızı halk sağlığına da zarar verir biçimde arttırmanın bir anlamı olmadığına inanıyorum.

17 Temmuz 2012 Salı

Bilimcilerin Birlikte Çalışmaları Üzerine

Orijinal yayın: 17.07.2012 T24 İnternet Gazetesi
Aslında arklı şeyler yazmak için hazırlıyordum kendimi ama sonunda düşündüğümden çok değişik şeyler döküldü ekrana.
Ben bilimin değişik alanlar arasında işbirliği yapılarak kuvvetleneceğine inanıyorum. Bilimde benim çıkış noktam elektronik mühendisliği idi. Sonrasında fizik okudum, kimya bölümünde çalıştım, tekrar fizik bölümüne döndüm. İnşaat mühendisleri ile, jeofizikçiler ile, biyomedikal mühendisleri ile, moleküler biyologlarla ve çevre mühendisleri ile ortak çalışmalarım oldu. Bu çalışmaların tamamından öğrendiğim temel bilgi bilimin kimsenin tekelinde olmadığı ve aslında daha kuvvetli bilim yapabilmek için bu değişik disiplinlerin birlikte hareket etmeleri gereğidir. Ortak çalışmalar sonunda daha başarılı olunduğunu gözlemledim. Doktora temelim akışkanların fiziği olduğu için de son on senede çalışmalarımı bunun bir uygulama alanı olan iklim fiziğine kaydırdım. Dolayısıyla da sözümün esası iklim bilimi üzerine olacak.
Küresel iklim değişikliği bugüne kadar insanlığın karşılaştığı en büyük sorun. Bu büyük sorunun anlaşılması kadar etkilerinin incelenmesi ve bu etkilerin en aza indirilmesine çalışılması da birden fazla disiplinden bilimcilerin birlikte çalışabilmelerini gerektiriyor.  Mesela benim grubumun iklim değişikliğini modellemek için kullandığı yazılımların geliştirilmesinde fizikçiler, kimyacılar, atmosfer bilimciler, astronomlar olduğu gibi matematikçiler ve bilgisayar mühendisleri de var. Bu büyüklükteki projeler ancak bu kadar değişik yeteneklere ve bilgiye sahip bilimcilerin bir araya gelmesiyle başarıya ulaşabiliyor. Bu yazılımı günler hatta haftalar boyunca çalıştırdığımızda ülkemizde nasıl bir iklim değişikliği olabileceği konusunda bir bilgi sahibi olabiliyoruz. Ancak iklim değişikliği açısından bu da yeterli değil çünkü bu sefer bu bilgiyi kişilerin anlayacağı hale dönüştürmemiz gerekiyor. Bilimcilerin en zorlandığı kısım da bu. “2050 yılında İstanbul'un yaz aylarında en yüksek sıcaklıklarının ortalaması bugünkü 29 dereceden 33 dereceye yükselecek” demek bilimciler için bir anlam taşısa da bilimci olmayanlar “canım dört derece farktan ne olur ki?” diyerek tehlikenin büyüklüğünü görmezden gelebiliyorlar. Bu sebepten de bilimsel bilgiyi senaryolar haline getirerek kişilerin günlük hayatına sokabilmemiz gerekiyor. Bu da bizim edebiyatçılarla da ortak çalışma yapmamız gereğini doğuruyor, çünkü 2050 yılının 10 Temmuz günü İstanbul'da en yüksek sıcaklık 47 derece olduğunda neler yaşanacağını en güzel onlar senaryolaştırarak anlatabiliyor.
Yüksek sıcaklıkların tarıma etkisini araştırmak için ziraat mühendisleri ile ortak çalışmak gerekiyor. Yeni hava koşullarında salgın hastalıkların nasıl değişeceğini anlamak için tropik hastalık uzmanlarının konuya katılmalarına gerek var. Orman yangınlarındaki artışı ve daha sıcak havada yayılabilecek orman zararlılarını incelemek için orman mühendislerine ihtiyacımız var. Tüm bu alanlardaki zararların önlenebilmesi için yapılması gerekenleri hesaplayabilmemiz için ekonomistler, uluslararası kararlar alınabilmesi ve problemin takibi için siyaset bilimciler ve neler yapılmasını çocuklardan başlayarak öğretebilmemiz için iklim değişikliği alanında çalışacak eğitimciler gerekli.
Kısacası, bir matematik problemi üzerinde çalışmak için bir matematikçinin yeterli olduğu durumlar çok görülebilir ama iklim değişikliği gibi hem anlaşılması, hem de sonuçlarının azaltılması hususunda pek çok alandan insanın birlikte çalışmasını gerektiren bir konuda başarı ancak tüm bilimcilerin birlikte çalışması ile geliyor. Ülkemizde bilimin pek çok alanında görülen “bu benim alanım” yaklaşımı ülkemizde iklim biliminin gelişmesine zarar veriyor bu sebeple benim kapım herkese açık, iklim değişikliğinin herhangi bir bileşeni üzerinde çalışmak isteyen herkesle birlikte çalışabilirim çünkü gerçek bilimin ancak böyle ilerleyebileceğine inanıyorum.

7 Temmuz 2012 Cumartesi

Sürdürülebilir Kalkınma Olamaz!

Orijinal yayın: 07.07.2012 T24 İnternet Gazetesi

20-22 Haziran 2012'de Rio'da yapılan Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Konferansı'na dünyanın pek çok ülkesinin liderleri ile birlikte 45.000 kişi katıldı. Bu toplantı sonunda çıkan bildiri en temel anlamı ile son yirmi senede sürdürülebilir kalkınma alanında dünyada bir ilerleme sağlanmadığını kabul ederek geleceğe de ümitle bakmamıza katkıda bulunmayacak sinyaller veriyordu. Bunun çok basit ve temel bir sebebi var: 
Sürdürülebilir kalkınma özünde bir tezattır. Yani sürdürülebilir biçimde kalkınma olamaz ve eğer kalkınıyorsak bunu devamlı olarak sürdürmemiz mümkün değildir. 
Kalkınmanın ekonomi açısından anlamı kalkınan herkesin her geçen gün daha fazla mala sahip olması ya da en azından mala sahip olma gücüne sahip olmasıdır. Daha fazla mala sahip olabilmek için tek temel yol daha fazla üretmektir. Daha fazla üretebilmek için de ana ihtiyaçlar sermaye, ham madde ve iş gücüdür. Sermaye ve iş gücünün artışı ve limitsizliği çok tartışılabilir bir konu olmakla birlikte ham maddenin sınırlı olduğu kesindir. Yani bir araba fabrikası sonsuza kadar araba üretemez çünkü bir noktada dünyadaki madenler üretilen araba miktarına yetmeyecek hale gelecektir. 
Dünyada her ne üretirseniz üretin, sonunda bu ham madde engeline takılacaksınız ve bizim bu dünyadan başka bir dünyamız yok. Büyük şirketler bizleri uzaydan ham madde bulacakları konusunda kandırmaya çalışabilirler ama ben bir bilimci olarak hesap kitap biliyorum. Uzaydan bir asteroid yakalayıp içindeki madenleri çıkartacak teknolojiye ulaşmamız bugün için çok zor. Unutmayın, bunu söyleyen Amerikalı şirketlerin ülkesi 1969 yılında aya gidebilmişken bugün yerden 400km yükseklikteki uluslararası uzay istasyonuna astronot gönderebilmek için Ruslar'a para veriyor. Çünkü artık böyle bir teknolojiye sahip değiller. Onun için, unutun bize uzaydan mucizevi bir yardım geleceğini. Hepimiz bu gezegene sıkışmış durumdayız ve bu gezegen bize ne veriyorsa onunla yaşamak zorundayız. 
Diyelim dünyanın tamamı bir gece uyuyup ertesi sabah ABD kadar “kalkınmış” olarak uyansa hepimizin ihtiyaçlarının giderilmesi için bize bu dünya gibi beş dünyanın kaynakları gerekli olurdu. O zaman elimizdeki problem şu, sadece bir dünyamız olduğuna göre hem kalkınmaya devam edip hem de bunu sürdürülebilir kılmanın bir yolu var mıdır? Aslında var, ama bu cevap da pek işimize gelmiyor. Eğer bu gece 7 milyar kişi olarak uyusak ve yarın sabah bunun beşte biri, yani 1.4 milyar kişi olarak uyansak dünyanın kaynakları bize yarın için yeterli olurdu. Ama biraz daha “kalkınacak” olursak, o zaman kaynaklar 1.4 milyar kişiye değil sadece 1.2 milyar kişiye yetecekti. Sonuç olarak eğer kalkınmayı sürdürmek istiyorsak bunun tek yolu kalkındıkça nüfusu ciddi biçimde azaltmaktan geçer, hem de öyle böyle değil, 7 milyardan 1.4 milyara düşmemiz gerekir. Böylesi bir olay da söz konusu olamayacağı için dünya nüfusu arttıkça kişi başına düşen “şeylerin” miktarı da artamaz, aksine azalmak zorundadır, çünkü dünyadaki tüm “şeyleri” üretmek için kullanılacak ham madde miktarı sınırlıdır. 
Günlük hayatımızı ilgilendiren en önemli ham maddelerin başına petrol geliyor. Bugünkü harcamamamızı hiç arttırmayacak olsak dünyadaki petrol bize iyimser gözle bakıldığında 90, kötümser gözle bakıldığında da sadece 40 yıl daha yetecek miktarda. Bu petrolü çıkartıp yakmanın iklime olan etkisini hesaba bile katmıyorum burada. Ya petrol bitince ne olacak? Tarlalarımızda yetiştirdiğimiz patates 50 kuruşa alıcı bulamadan çürürken yurt dışından 2 liraya patates getirmeye daha ne kadar devam edebileceğiz petrol olmadan? Bu sadece petrol. Bir de siz varın alüminyum, demir veya bakır rezervlerini düşünün. Hadi diyelim bakır kablo yerine her yere fiberoptik döşedik, ama aynı zamanda tarlalarımızı da bioyakıt üretmeye ayırdık. Bu durumda büyümekte olan nüfusumuz ne ile beslenecek? Şu andaki kalkınmaya dayalı hayat tarzımızı sürdürmemiz artık mümkün değil. Bunu ne kadar çabuk anlarsak sürdürülebilir kalkınmanın aslında temel aldığı kavrama daha acısız bir şekilde geçebiliriz. O kavram da sürdürülebilirliktir. Yani kaç kişi olursak olalım, dünya bizim yaşam biçimimize yeterli besin ve ham maddeyi üretebiliyorsa ve kendini de yenileyerek bunu üretmeye devam edebiliyorsa sürdürülebilir bir hayat yaşıyoruz demektir. Ancak bugün bile dünyanın kaynaklarını tüketmeye başladığımıza göre sürdürülebilir bir yaşamın temeli büyümeye dayalı düşünce yapımızı değiştirmekten geçiyor. Bunun da ilk adımı nüfus kontrolüdür.