6 Haziran 2011 Pazartesi

Bilimsel dilin günlük dilden farkı nedir?


Orijinal yayın: 06.06.2011 T24 İnternet Gazetesi

Bilim insanları bilim alanında eğitim almamış kişilere bilim alanındaki gelişmeleri anlatırken çok dikkatli olmalıdırlar. Bunun temel sebebi de bilim alanında kullandığımız dilin günlük dil ve anlayıştan çok farklı olmasıdır. Bilimin değişik alanlarında ve özellikle de iklim değişikliği konusunda bilim insanlarına yapılan saldırıların çoğu bu temelden kaynaklanmakta ve kişilerin aklını çabuk karıştırabilmektedir. 

Bu konunun temel kelimesi “teori”dir. Günlük hayatta şöyle bir cümle kurabiliriz: “Benim bir teorim var, aslında Ahmet Mustafaoğlu milli takım teknik direktörlüğünü kabul etmedi çünkü o başbakan olmak istiyor.” Bu teori hiçbir dayanağa sahip olmayabilir, test edilmesi, doğruluğunun ya da yanlışlığının gözlemlenmesi mümkün değildir. Bu sebepten de günlük konuşmalarımızda buna teori deriz. Teori tamamen “işkembeden sallamakla” ciddi ciddi düşünerek üretmek arasında herhangi bir noktada bulunabilir, ama ana öğesi hemen test edilebilmekten genelde uzak olmasıdır. 

Benzer bir şekilde “işkembeden sallamak” bilimde de mümkündür, hatta birçok alanda gelişme bununla mümkün olur. Ancak bu “işkembeden sallamaya” hiçbir zaman teori denmez. Düşüncenin gelişiminin teori halini alabilmesi için test edilebilir ve doğruluğunun veya yanlışlığının ölçülebilir bir şekle sokulması gerekir. Mesela, yukarıya atılan cisimlerin içinde her zaman dünyaya dönmek gibi bir arzu vardır dersek bu test edilebilir bir ifade değildir. Ama aynı ifadeyi yukarıya atılan her şey aşağıya düşer şeklinde anlatacak olursak bu test edilebilir bir ifade halini alır. O noktada bu ifadeye bir teori diyebiliriz, çünkü herkes elindeki imkanlarla bir şeyleri yukarıya atıp aşağıya düşüp düşmediğini kontrol edebilir. Genelde bunu test edenler de bu teorinin doğruluğunu görebilirler, ancak bu gene de bir kanun değildir. Çünkü bir teori her ne kadar sağlam olursa olsun, o teoriyi desteklemek için kaç tane deney yapılırsa yapılsın, bu teorinin doğruluğunun ispatı değildir. Ama yapılan her değişik deney o teoriyi doğruluğa biraz daha yaklaştırır. Ancak o teorinin yanlış olduğunu gösteren bir tek düzgün yapılmış deney bile o teoriyi yıkar. Mesela, bir roketi saniyede 12 kilometre hızla yukarıya atacak olursak yukarıya atılan cisimlerin hep aşağıya düştükleri teorisini hemen çökertiriz, çünkü bu roket dünyanın çekim alanından çıkarak aşağıya düşmez. Bu noktada bilimin yaptığı o teoriyi hepten çöpe atıp baştan başlamak yerine o teorinin neresinde hata olduğunu anlayıp gerekli değişiklikleri yapmaktır. Teorimizi kütlesi olan iki cisim birbirlerini uzaklıklarının karesine ters oranlı bir kuvvetle çekerler şeklinde getirecek olursak bu hem havaya atılan cisimlerin neden yere düştüklerini hem de uzay araçlarının nasıl olup da dünyayı terk edebildiklerini aynı anda açıklar.

Son birkaç yüzyılda bilim insanlarını bu şekilde zorlayan teori çatışmalarından iki tanesi evrim ve iklim değişikliği üzerinedir. Gerek evrim, gerekse de iklim değişikliği bir teoridir, ama bilimsel anlamda bir teoridir, yani yapılan her deney ve gözlem bu teorileri güçlendirirken bu teorilerin yanlış olduğunu kanıtlayan bir tek deney veya gözlem yapılamamıştır. Bir teorinin deney ya da gözlemlerin tamamını açıklayamaması o teorinin yanlış olduğunu değil sadece geliştirilmesi gerektiğini gösterir. Benzer şekilde hem evrim hem de iklim değişikliği teorilerinde tam olarak anlaşılmamış ve deneyleri ya da gözlemleri tam olarak anlatamayan noktalar mevcuttur, ama bu bilimsel anlamda teorinin yanlış olduğunu değil geliştirilmesi gerektiğini gösterir. Mesela evrim teorisine göre tüm primatlar aynı kökten gelmek zorundadırlar. Bunun için de fosil kanıtları ile evrimin nasıl geliştiğinin gösterilmesi gerekir. Ancak arada eksik olan fosiller varsa bu daha fazla gözlem yapılması gereğini ortaya koyar, teorinin yanlışlığını değil. Ama eğer 40 milyon yıl yaşında tam bir insan iskeletini bulacak olursak bir gün, bu evrim teorisinin yanlış olabileceğinin ve baştan düşünülmesi gerektiğinin bir göstergesidir. 

Benzer şekilde, Svante Arrhenius 1896 yaptığı deneyle atmosfere salınan karbondioksit (CO2) gazının dünyayı ısıtacağını kanıtladı. O günden beri yapılan deneylerin tümü de atmosferdeki CO2 miktarının insanların yaktıkları kömür, petrol ve doğalgaz miktarına bağlı olarak arttığını gösterdi. Aynı zamanda yapılan ölçümler de dünyanın ortalama sıcaklığının artmakta olduğunu bize kanıtladı. Bu durumda varacağımız temel sonuç, insan kaynaklı küresel iklim değişikliği vardır ve bizler bir şeyler yapmadığımız müddetçe iklim değişikliğinin etkisini her geçen gün daha fazla hissettireceğidir. Bu bir teoridir, ama bilimsel anlamda bir teoridir, yani 1896 senesinden bugüne kadar yapılan deneylerin tamamı bu teoriyi biraz daha kuvvetlendirmektedir ve bu teorinin yanlış olduğunu gösterebilecek bir tek deney veya gözlem yapılmamıştır. 

İklim değişikliği konusundaki temel belirsizlik değişikliğin varlığı ya da sebepleri üzerine değildir. Bilmediğimiz temel şey iklim değişikliğinin dünyaya gelecekte neler getireceğidir. Bu konuda bilim insanları geçmişte gözlemlenenlerle temel bilimsel verileri birleştirerek bazı öngörülerde bulunurlar, bu öngörüler tahmin niteliğindedir, bazıları daha kesin bazıları daha muğlaktır. Mesela bir meteorolog yarın hava yağmurlu olacak derse ertesi gün elimize şemsiye alıp çıkarız sokağa, ama yağmur yağmayabilir, bu meteorolojinin yanlış olduğu anlamına gelmez ya da o meteoroloğa bir daha inanılmaması gerektiğini göstermez. Benzer şekilde bir iklim bilimci de önümüzdeki beş senede ülkemizde kuraklık olacak derse buna hazırlanmak akıllıca bir davranıştır, ama yanlış çıkma olasılığı vardır. Fakat bir meteorolog belirli sebeplere dayanarak bu yaz İstanbul'da gerek ortalama yağış miktarı gerekse de sağanak yağış miktarı artacak derse, bunu dinlemekte daha da fayda vardır, çünkü böyle bir ifadedeki bilimsel veri oranı tahmin yeteneğinin çok üzerindedir. Aynı şekilde iklim bilimciler de dünyanın ortalama sıcaklığı artacağı için kuraklıklar da artacak ve deniz seviyesi yükselecek diyorsa bunu dinlemekte ciddi fayda vardır çünkü böylesi ifadeler tahminden çok bilim içerirler, bilimi dinlemek de genelde faydalıdır.

1 Haziran 2011 Çarşamba

Türkiye’nin ilk Ulusal İklim Değişikliği Eylem Planı Nihai Taslağı


Orijinal yayın: 01.06.2011 T24 İnternet gazetesi 

Türkiye bu ay içerisinde ilk Ulusal İklim Değişikliği Eylem Planı Nihai Taslağı'nı yayınladı. Bu yazıda yayınlanan taslağın bizi neden yanlış bir plana doğru sürüklediğini anlatmaya çalışacağım. 

2001 yılında Marakeş’te gerçekleşen 7. Taraflar Konferansı’nda (COP7) alınan 26/CP.7 sayılı kararı takiben, Türkiye, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne (UNFCCC), 24 Mayıs 2004 tarihinde taraf olmuştur. Bu sözleşmenin dördüncü maddesi uyarınca Türkiye öncelikle iklim değişikliğine sebep olan sera gazı salımlarını periyodik olarak açıklamak, sonra İklim Değişikliği Ulusal Bildirimiler'ini hazırlamak ve son olarak da bu anlaşmayı yerine getirmek üzere planladığı eylemleri açıklamak zorundadır. Türkiye her yıl salımlarını düzenli olarak bildiriyor, ilk ulusal bildirim de 2007 yılında yayınlandı (her ne kadar bu bildirimin yayınlanmasını resmi olarak UNFCCC sekretaryası kabul etmiş olmasa da). Bu sene içerisinde de  Türkiye’nin ilk Ulusal İklim Değişikliği Eylem Planı yayınlanacak. 

Bu eylem planının hazırlanması Birleşmiş Milletler Kalkınma Örgütü (UNDP) ile Çevre ve Orman Bakanlığı'nın ortak yürüttüğü bir projeyle sürdürülüyor. Proje kapsamında Mart 2010’da başlayan çalışmalar, Mart 2011 sonuna kadar kamu, yerel yönetim, özel sektör, sivil toplum ve akademik kuruluşların katılımıyla sürdürüldü. Tüm bu kuruluşların paylaşımı ile hazırlanan ön-taslak Nisan ayı başında Çevre ve Orman Bakanlığı’na teslim edildi. Çevre ve Orman Bakanlığı tarafından koordine edilen İklim Değişikliği Koordinasyon Kurulu tarafından “İDEP NİHAİ TASLAĞI” haline getirildi ve 16 Mayıs 2011 tarihinde Çevre ve Orman Bakanlığı tarafından açıklandı. İDEP Nihai Taslağı üzerine görüşler 23 Mayıs 2011 Pazartesi gününe kadar Çevre ve Orman Bakanlığı İklim Değişikliği Dairesi’ne iletildi. 

Bu noktada diyeceksiniz ki “ne güzel yurdumuzda bir iş katılımcı bir çalışma sonunda hazırlanmış, herkese sorulmuş, hala memnun değil misiniz?” Ben kendimce eleştirilerimi yazmaya çalışayım, belki bazıları size de mantıklı gelir: 

1. Aralık ayında “Herhalde iklim ve çevre ile ilgili konulardan sorumlu politikacı olmak çok zor!” başlıklı yazımda Birleşmiş Milletler Çevre Örgütü eski başkanlarından Klaus Töpfer'in yapmış olduğu konuşmayı eleştirmiştim.Temelde çevreden sorumlu bile olsa bu seviyede bir politikacı ilk sıraya çevreyi değil kalkınma ve büyüme sürecinde çevreye saygılı olunması düşüncesini koyuyor. Böylesi bir çalışmaya Birleşmiş Milletler Kalkınma Örgütü'nün öncülük etmesi ne derece sağlıklı olabilir? Böyle bir çalışmadan “iklim dahil çevreye vereceğimiz zararı azaltmanın temel yolu tüketim toplumu olmaktan çevre ile dost sürdürülebilir bir topluma geçmektir” sonucu çıkabilir mi? 

2. Kendilerine verilen bilgiler çerçevesinde nihai taslağı hazırlayan İklim Değişikliği Koordinasyon Kurulu temelde ilgili bakanlıklar ve müsteşarlıklardan oluşmaktadır, yani bu kurul her ne kadar herkesin fikrini almış gibi görünse de aslında kendi bildiğini okumaya hukuki bir taban sağlamıştır. Devlet madem sonuçta kendi istediği yönde bir planı uygulamaya koyacaktı, bunu katılımcı bir çalışma olarak göstermenin ne alemi vardı? Halkımız ne zaman devlete itiraz etti ki bu gibi konularda? 

3. Ama en önemli eleştiri koyulan hedefler noktasındadır. Eğer iklim değişikliğinin önlenmesi ile ilgili bir eylem planı yapıyorsanız bu planda hedefler koymak zorundasınız, bu hedefler de sera gazları salımınım azaltılması yönünde neyin nasıl yapılacağı şeklinde olmalıdır. Ancak devlet olarak sera gazlarının azaltılmasını bir amaç olarak görmezseniz hazırlayacağınız eylem planı da bir iyi niyet belgesinden öteye geçemez. Oysa bizim adım adım her sektörde neler yaparak Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi'ne imza atarak aldığımız yükümlülükleri nasıl yerine getireceğimizi anlatmamız gerekiyor, “vallahi billahi yapacağım” uluslararası anlaşmalarda pek işe yarayan bir tarz olmuyor. Size bir fikir olması açısından UNFCCC'nin bizi ilgilendiren ana maddesini yazıyorum son olarak: 

The ultimate objective of this Convention is the stabilization of greenhouse gas concentrations in the atmosphere at a level that would prevent dangerous anthropogenic interference with the climate system.  

Bu anlaşmanın ana amacı insanlar tarafından atmosfere salınan sera gazı miktarını dengeleyerek iklim sistemini tehlikeli bir şekilde etkilemesini engellemektir. 

Sizce bizim devletimiz altına imza attığı bu cümlenin gereklerini yerine getirmek için çabalıyor mu hiç?