14 Eylül 2017 Perşembe

Fırtınaların Geçmişi

2017 Ağustos ve Eylül aylarında ABD’nin güney eyaletleri üst üste iki büyük kasırga ile boğuşmak zorunda kaldı. Harvey ve Irma Kasırgaları birlikte yaklaşık 150 milyar dolar hasara yol açtılar. 2012 yılının son aylarında New York’u etkileyen Sandy Kasırgası, 2005’te New Orleans’ı yerle bir eden Katrina Kasırgası gene basınımızda bolca yer bulabilmişti. Ama nedir bu kasırgalar? Hep olurlar mı? Nerede olurlar? Bizi etkilerler mi? Tüm bu sorulara kısaca değinelim.

Isınan hava yükselir. Yükseldiği noktada artık daha az hava kaldığı için o noktada hava basıncı düşük olur. Havanın ısınmasının nedeni altındaki kara veya deniz yüzeyinin sıcak olmasıdır. Yalnız suyu sıcak olan denizlerin üstlerindeki havayı da ısıtmaları daha kolaydır. Okyanuslar üzerinde oluşan bu düşük basınç merkezleri o bölgedeki kuvvetli rüzgarları takip ederek hareket ederler. Sıcak hava da merkezin etrafında kuzey yarım kürede saat yönünün tersine, güney yarım kürede ise tam aksi yönde döner. Bu merkezin altındaki su ne kadar sıcaksa basıncı da o denli düşük olur, buna bağlı olarak da rüzgarlar o denli hızlı hareket eder.

Bu fırtınalar altlarındaki sıcak denizden enerji alarak beslenir. Deniz ne kadar sıcaksa fırtına da o denli kuvvetli olur. Ama karalar denizler kadar enerji sağlayamadığından rüzgarlar bu fırtınayı karaya doğru sürüklediğinde bu büyük fırtınalar gücünü hızla kaybeder. Bu nedenle de bizim yaşadığımız bölgede bu denli büyük ve güçlü fırtınalar gözlenmez.

Bu dev fırtınaların gözlendiği yerler Ekvator’un hemen kuzeyi ve güneyidir. Genelde Atlantik Okyanusu ve Amerika Kıtası’nın batı kesiminde Ekvator’un kuzeyinde görünen fırtınalara kasırga diyoruz. Eğer bu dev fırtınalar Pasifik Okyanusu’nun batı kıyılarında, yani Asya’nın açıklarında görülürse tayfun adını alır. Hint Okyanusu’nda oluştuklarında ise siklon ismi verilir. Bu fırtınaların çapı yüzlerce kilometredir ve oluşumlarından güçlerini kaybetmelerine kadar geçen süre bazen iki haftayı bulabilir. Buna karşılık hortum dediğimiz fırtına yerel ve küçük bir fırtınadır. Çapı yüz metre veya daha azdır, birkaç dakika içerisinde oluşup, büyük zarar verip hızla kaybolur.

Okyanuslarda oluşan fırtınaların rüzgar hızları belirli bir seviyeyi geçince bu fırtınalara önceden belirlenmiş bir listeden sıradaki isim verilir. Bu fırtınalara hep kadınların isimlerinin verildiği doğru değildir. Genelde isim listeleri bir kadın bir erkek ismi olacak şekilde hazırlanır. Mesela son ayda Atlantik Okyanusu’nda gördüğümüz Harvey ve Jose erkek, Irma ve Katia da kadın isimleridir.

Bugün için bu fırtınaların rüzgar hızlarını, yağış miktarlarını ve yönlerini önceden belirlemek veya ölçebilmek mümkündür. Bu nedenle de özellikle Atlantik Okyanusu’nda görülen fırtınalar son senelerde büyük maddi hasara yol açsa da can kaybı fazla olmamaktadır. Mesela Irma Kasırgası’nın ABD’nin Florida Eyaleti’ne doğru gideceği ve büyük hasar yaratma potansiyeli olduğu neredeyse bir hafta önceden belli olduğundan bu fırtınadan zarar görebilecek kişilerin çoğunluğu tahliye edilebilmişti. Ama eski zamanlarda tüm bu teknik bilgilerden yoksun olduğumuzdan bu fırtınaların verdiği hasar da çok yüksek olabiliyordu. Mesela 1970 yılında Bangladeş’i vuran Bhola Siklonu 500 bine yakın insanın ölümüne yol açmıştı. 1970 yılı Kasım ayı başında Hindistan’ın doğu tarafındaki Bengal Körfezi’nde oluşan bu fırtına Bangladeş’i vurduğunda oluşturduğu rüzgarın hızı saatte 185 kilometreyi geçiyordu. Bununla kıyaslandığında Eylül ayındaki Irma Kasırgası Florida’ya ulaştığında rüzgarın hızı sadece saatte 130 kilometreydi.

Ancak Bhola Siklonu (ve diğer fırtınalar) rüzgarın hızı yanı sıra kıyıya vuran dalgaların şiddetini de artırdı. Rüzgar bu dalgaları devamlı kıyıya doğru şiddetle savurduğundan her gelen dalga bir öncekinden biraz daha yüksekti. Bunun sonucu olarak oluşan fırtına kabarması deniz seviyesinin yerel olarak metrelerce yükselmesine neden oldu. Bangladeş’in güneyi de Ganj ve Brahmaputra nehirlerinin deltası olduğundan ortalama yükseklik çok azdı. Bu fırtınada ölenlerin önemli bir kısmı rüzgardan değil denizin yükselmesi nedeniyle hayatını kaybedenlerden oluşuyordu.

Bhola Siklonu vurduğu sırada Bangladeş henüz bağımsız bir ülke olmayıp Doğu Pakistan adı ile bilinen ve Pakistan’a bağlı bir bölgeydi. Bu sırada Pakistan yönetimindeki cunta bu felakete acil önlem alıp yardımda bulunmadığından Bangladeş ve Pakistan arasındaki ilişkiler fazlasıyla gerginleşti ve olaylar Bangladeş’in Mart 1971’de Pakistan’dan kopmasıyla sonuçlandı. Böylelikle Bhola Siklonu tarihteki en büyük can kaybına yol açan fırtına olmasının yanı sıra bir ülkenin parçalanmasının başlangıcı olarak da tarihteki yerini aldı.

Her ne kadar televizyonlarda ABD’yi vuran kasırgalardan bahsediliyor olsa da özellikle can kaybı açısından bakıldığında Atlantik Okyanusu’ndaki fırtınalar Pasifk Okyanusu’nun batısı ve Hint Okyanusu ile kıyaslandıklarında o derecede ciddi insan kayıplarına yol açmıyorlar. 

Tarihte en fazla can kaybına yol açan 30 fırtınaya baktığımızda bunlardan sadece bir tanesinin, 1780’te daha fırtınalara isim verilmeye başlanmadan önce oluşan Büyük Kasırga’nın Atlantik’te oluştuğunu görüyoruz. 30 büyük fırtınadan 6 tanesi Çin ve Japonya’yı etkilemiş. Geri kalan 23 büyük fırtına Hindistan, Burma ve Bangladeş’e zarar veren fırtınalar. Bu da bugün de tarihte olduğu gibi bu büyük fırtınalardan fakirlerin daha fazla zarar gördüğünün en önemli göstergesi olarak karşımıza çıkıyor. 

500 bin kişinin hayatını kaybettiği Bhola Siklonu ile kıyasladığımızda ABD’yi vuran ve basında da yer bulan Katrina Kasırgası resmi olarak 1836 kişinin ölümüne yol açtı. Ancak bunun yanında bu kasırganın oluşturduğu maddi hasarın ise 108 milyar dolar olduğu söyleniyor.

Bu seneki kasırgalardan Harvey sırasında büyük bölgeler yağan yağmurdan dolayı sel sularıyla boğuşmak zorunda kaldı. Harvey Kasırgası’nın maddi bilançosu 75 milyar doların üzerinde olsa da can kaybı sadece 71 kişiydi. Irma Kasırgası sırasında 81 kişi hayatını kaybetti ama hasarın 65 milyar doların üzerinde olduğu tahmin ediliyor.

Kısacası, bu dev fırtınalar yüzünden kuvvetli ekonomiye sahip ülkeler para, yüksek nüfusa sahip ülkeler de can kaybediyorlar. Önceden uyarı sistemleri para kaybını fazla azaltmasa da can kaybını azaltma yönünde fayda sağlayabiliyor. Dileğimiz nüfus yoğunluğunun yüksek olduğu ülkelerde de erken uyarı ile can kaybının azalmasıdır.

11 Eylül 2017 Pazartesi

İsteseniz de kasırga yapamazsınız

Şimdi, hemen saçmalamaya ve saçmalıkları yaymaya başlamadan önce biraz fizikten bahsedelim:

Güç ve enerji farklı iki kavramdır. Güç birim zamanda harcanan enerjidir. Evimizdeki ampul 100 Watt güç verir demek, bu ampul bir saat boyunca yanacak olsa 100 Watt x 60 dakika x 60 saniye = 360000 Joule = 360 KJ enerji harcar demektir. Ama bundan 1000 kat daha güçlü bir ampulü 3.6 saniye süreyle yakacak olursak gene 360 KJ enerji harcarız. Yandığı zaman ise bu dev ampul çok uzaklardan görülebilir, ama sadece 3.6 saniye süreyle.

Enerji santralleri, adı üzerinde, enerji üretirler. Mesela diyelim sizin evde geceleri yanan 5 tane 100 Wattlık ampul var. Bunları yakabilmek için 5 x 100 Watt = 500 Watt güç gerekir. Işıklar ortalama 365 gün 12 saat açık dursa sırf sizin evi aydınlatmak için 2.2 Megawatt-saat enerji gereklidir. Bu hesap tam böyle yapılmaz, ama bu hesabı anlayacak olursanız, doğrusu da bundan çok da farklı değildir.

Şimdi diyelim tüm sizin evi ve evdeki herkesi ve her şeyi bir sene boyunca aydınlatmaya gerekecek olan enerjiyi aldık ve onunla bir lazere güç sağladık. Ama bu güçlü lazer için gerekli olan güç diyelim ki 1 trilyon watt. Sizin eve bir sene gerekli olan enerji ile bu lazeri sadece 0.008 saniye yanık tutabiliriz. O dev lazeri bir saniye yakabilmek için 125 evin bir senelik aydınlanma ihtiyacı olan enerjiyi bir saniyede vermemiz gerekir.

Peki bu lazeri bir kasırgayı oluşturmak için kullanmak istersek ne kadar süre açık tutmamız gerekir? Kasırga ne kadar süre devam ediyorsa, o kadar. Mesela Irma Kasırgası yaklaşık 10 gün sürdü ve ortalama gücü 5 trilyon watt idi. Bu kasırgayı oluşturmak için gerekli olan güç her saniye için 625 tane evin bir senelik aydınlanma enerjisidir. 10 gün = 10 x 24 x 60 x 60 saniye = 864000 saniye. Her saniye için 625 evin elektriği gidiyorsa bu 864000 x 625 = 540 milyon evin bir senelik enerjisi demektir. Her evde ortalama 4 kişi yaşasa, bu yaklaşık 2 milyar kişinin bir senelik aydınlatma enerjisidir.

Şimdi gelelim saçmalık kısmına. Diyelim ki elimizde öyle bir teknoloji var ki Irma gibi bir kasırgayı yaratabiliyoruz. Bu kasırgayı yaratmak için kullanmamız gereken enerji 2 milyar kişinin bir senelik aydınlatmasına karşılık geliyor. Bu kadar enerjiyi üretmek için ne gerekli? Veya mesela Türkiye'nin tüm enerji üretimi ne kadar? Türkiye yaklaşık 200 Megawatt enerji üretiyor. 7 trilyon Watt gücündeki bir fırtınayı yaratmak için Türkiye'nin ürettiği gücün 7 trilyon / 200 milyon = 35000 katı gerekli.

İnsanların bir kasırga yaratamayacak olmasının arkasındaki temel sebep bu enerji hesabıdır. Irma büyüklüğündeki bir fırtınanın gücü Türkiye'nin tamamının ürettiği gücün 35000 katıdır. Bu kadar enerjinin kimseye çaktırmadan gizlice üretilmesi mümkün değildir. Bir nükleer santral 100 Megawatt enerji üretse 70 bin nükleer santralin gizlice çalışması gerekir. Bilmem farkında mısınız? Dünyada çalışan 450 tane nükleer santral var.

Kasırgalar gibi dev fırtınalar veya depremler insanlığın üretebildiğinden çok daha fazla enerji barındırırlar. Bu nedenle de insanlığın bu konuda bir etkisinin olması imkansızdır.

Yalnız, basit meteorolojik değişiklikleri teknolojik olarak sağlayabilmek mümkün olabilir. Mesela Michio Kaku'nun dediği gibi, 1 trilyon watt gücündeki bir lazeri saniyenin çok küçük bir aralığında bulutlara çevirerek normalde su damlacıkları oluşmayacak bir ortamda su damlacıkları oluşturmak mümkün olabilir. Yani yağmur bırakması beklenmeyen bir buluttan yağmur yağmasını sağlamak için lazerler kullanılabilir. Ama burada bile daha sadece laboratuvar çalışmaları yapılabiliyor.

Burada anlaşılması gereken bir başka konu da şu: "Ya sizin bilmediğiniz bir teknoloji varsa?" Yukarıda yazdıklarım herhangi bir teknoloji içermiyor, sadece basit bir enerji hesabına dayanıyor. Dünyada madde ve enerjiyi yoktan var edecek bir teknoloji yok. Bir sır vereyim mi? Böyle bir şeyin olması doğa kurallarına aykırı. Teknoloji doğa kurallarına dayanarak üretilir, doğa kurallarını yıkmak için değil. Teknolojiyi bir büyü gibi görmeyi bırakmak için ülkemizle birlikte tüm dünyada da temel bilimler eğitiminin gelişmesi gerekiyor. Gelişen temel bilgisi belki kasırgaların şiddetindeki artışın iklim değişikliğinden olduğunu anlamamız da kolaylaşır.

6 Eylül 2017 Çarşamba

İklim Değişikliği Gerçekleri

İlkin sonunda bu yazının sonunda ne bilmeniz gerektiğini söyleyeyim: Dünyanın iklimi hızla değişiyor. Bu değişim bizim kömür, petrol ve doğal gaz yakmamızdan kaynaklanıyor. Bir yandan bunu durdurmaya çalışırken diğer yandan da önlemler almak zorundayız.

Şimdi gerisini anlatayım: İklim değişikliği dünya açısından duyulmadık bir olgu değildir. Dinozorların yaşadıkları dönemde ortalama sıcaklıklar bugün olduğundan yaklaşık 10-12 oC daha yüksekti. Yaşadığımız son buzun çağında (100 bin yıl önce) ortalama sıcaklıklar bundan 5-6 oC daha yüksekti. Bizim içinde yaşadığımız dönemi özel yapan iki ana problem var. İlki, şimdiye kadarki sıcaklık değişimlerinin hiçbiri canlıların tercihleri ile oluşmuyordu. Bugünkü değişiklikler tamamen bizim eserimiz. İkincisi de, daha önceki değişikliklerin hiçbiri bu kadar kısa sürede olmuyordu. Dinozorların çağına girilmesi milyonlarca, buzul çağına girilmesi binlerce yıl sürmüştü. Bugün olan değişiklikler bizim yüzlerce yıl mertebesinde bir sürede geçmişte milyonlarca yıl süren değişikliklere benzer değişikliklere neden olacağımızı gösteriyor.

Elimizde bu olayın detaylarını gösteren epey bulgu var. Mesela geçtiğimiz 100 yıl içerisinde dünyanın ortalama sıcaklığı yaklaşık 1oC arttı. Bu bilgiye varabilmek için iklim biliminde 30 yıllık ortalamalar kullanılır. Yani 1880-1910 yılları arasındaki ortalama sıcaklıklara göre 1980-2010 yılları arasındaki sıcaklıklar yaklaşık 1 oC artmış diyebiliriz. O yıllar arasındaki en soğuk yılla, tarihte ölçülen en sıcak yıl olan 2016’nın ortalama sıcaklığı karşılaştırıldığında bu fark çok daha büyük olabilir (1.6 oC gibi). Dolayısıyla “bakın işte son iki senedir kar yağıyor demek ki küresel ısınma yok” bilimsel bir argüman değildir. İklimden bahsederken 20-30 yıllık ortalamalar kullanmak gerekir. 20-30 yıllık ortalamalar da dünyanın hızla ısınmakta olduğunu söylüyor.

Aynı zamanda da atmosferdeki karbondioksit (CO2) oranı da artıyor. Endüstri devrimi öncesi (1750) yaklaşık milyonda 280 molekül (ppm) olan CO2 oranı bugün 410 ppm’e ulaşmış durumda. Özellikle 1956 yılından beri CO2 oranındaki artışı deneysel olarak gözlemleyebiliyoruz. Bu oran zamanımızda her yıl 2-3 ppm artıyor. Eğer önlem alınmazsa da böyle artmaya devam edecek.


Atmosferdeki CO2 oranı son 800 bin sene içerisinde değil 410 ppm, 300 ppm bile olmamıştı. Bu bilgiyi de Antarktika’dan çıkartığımız buz kalıplarındaki hava kabarcıklarından elde edebiliyoruz. Buzul çağları sırasında 180 ppm’e düşen CO2 oranı buzul çağları arasındaki dönemde de 280 ppm seviyesine yükselmiş. Bugün ise 410 ppm. Bu bir şeylerin yanlış gittiğinin bir göstergesidir.

Yanlış gittiğinin göstergesidir dememin sebebi, yaklaşık 1850 yılından beri bu konuda yapılan çalışmalar CO2 gazının dünyadan yayılan ısıyı uzaya bırakmayarak dünyanın ısınmasına yol açacağının kanıtlanmış olmasıdır. Hatta, 1896 yılında daha sonra Nobel ödülü de almış olan İsveçli bilimci Svante Arrhenius, eğer CO2 oranı iki kat artacak olursa (yani 560 ppm olursa) dünyanın 5-6 oC ısınacağını ortaya koymuştu. Bugünkü hesaplarımız da benzer sonuçlara ulaşıyor. Yani bilim detaylarda farklı sonuçlar verse de altında yatan fizik çok basit ve bize “ne kadar çok CO2 o kadar çok ısınma” diyor. Unutmayalım, bugün CO2 oranı 410 ppm, 560 ppm’e varmamıza 150 ppm var, senede 2.5 ppm artıyor olsa bu 60 sene içerisinde atmosferdeki CO2 oranı 560 ppm olacak anlamına geliyor. Bu da dünyanın bugünkünden 5-6 oC daha sıcak olması demektir.

Dünya ülkeleri uzun süre önce bu sorunun farkına vardılar. 1992’de Rio’da toplanan dünya ülkeleri Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) adını verdiğimiz bir anlaşmaya imza koydular. Bu anlaşmaya göre iklim değişikliği kötüdür ve o kadar kötüdür ki bilimin kesin sonuçlara ulaşması beklenmeden tüm ülkeler bu ısınmanın durdurulması için ellerinden geleni yapmalıdırlar. Neler yapıldığının ve nelerin yapılacağının belirlenmesi için her sene bu sözleşmeye taraf olan ülkeler bir konferans çerçevesinde bir araya gelirler. Ülkemiz de bu anlaşmaya taraftır. 2010 yılında Cancun’da toplanan 16. Taraflar Konferansı’nda tüm ülkeler ortalama küresel sıcaklık artışının 2 oC’nin üzerine çıkmaması gerektiği konusunda bir karar aldılar. Yani, 2 oC üzerindeki bir ortalama sıcaklık artışı dünya açısından kabul edilemezdir.

Atmosferdeki CO2 artışının en önemli kaynağı bizim yaktığımız petrol, kömür ve doğal gazdır. Atmosferdeki CO2 seviyesini 280 ppm’den 410 ppm’e çıkartmak için ne kadar kömür, petrol ve doğal gaz yakmış olduğumuz bellidir. Bu yaktığımız fosil yakıtlar dünyayı yaklaşık 1 oC ısıtmıştır. Dolayısıyla daha ne kadar yakarsak 2 oC’nin üzerine çıkacağımız da bellidir. Ancak dünyada bizi 2 oC’nin üzerine çıkartacak bol miktarda fosil yakıt bulunmaktadır. Bu nedenle bilinçli bir karar vererek bu fosil yakıtları yer altında bırakmak zorundayız.

Ama dünyanın bugünkü gidişatına bakacak olursak 2 oC hedefini yaklaşık 2035-2040 aralığından geçeceğimiz görülmektedir. Yani böyle gidersek sadece 20 sene sonra dünya eskiye oranla 2 oC daha sıcak olacak. “2 oC’den ne olur” demeyin. 5 oC buzul çağı ile bugün arasındaki farktır. 2 oC ısınma da hayatımızda önemli getirecektir. Eğer böyle devam edersek 60 yıl sonra dünya 5-6  oC daha sıcak olacak, yani buzul çağı ne kadar soğuksa aynı şekilde sıcak.

Bu değişikliklerin bir kısmını şimdiden yaşamaya başladık. “100 yılda bir görülür” denen sel baskınları, fırtınalar, sıcak hava dalgaları ve kuraklıklar artık her 10 yılda bir görülmeye başlandı ve bunların sıklıkları daha da artacak.  


Dünyada bu olayların sıklığının nasıl artmakta olduğunu en fazla dikkatle izleyen sigorta şirketleridir. Sigorta şirketleri özellikle 1950 yılından bu yana iklim felaketlerinden doğan hasar ödemelerinin hızla artmakta olduğunu söylüyorlar. Mesela Sandy Kasırgası’nın ABD’ye verdiği zarar 100 milyar dolar mertebesindedir. ABD’de son yaşanan Harvey Kasırgası’nın verdiği hasar ise ilk belirlemelere göre 180 milyar dolar civarındadır. Buna çevresel maliyetleri katmazsak tabii.

İklim risklerini azaltmak için yapmamız gereken şey hazırlıklı olmaktır. Hazırlıklı olmaktan kasıt ise toplumun her kesiminin iklim değişikliğinin önemli bir problem olduğunu anlaması ve her yaptığı işte bunu aklından çıkartmadan çalışmasıdır.

Ancak ülkemizin iklim değişikliğinin etkilerini azaltmak yolunda yaptığı çalışmalar çok da yeterli değildir. Burada görev her anlamda hepimize düşüyor. Devletin girişeceği altyapı yatırımları, son noktada tuğlayı koyan işçi iklim değişikliğine inanmayacak olursa fazla başarılı olamıyor. Bunun örneklerini son yıllarda bolca gördük. Dolayısıyla burada hepimizin elimizi taşın altına koymamız gerekiyor. Üsküdar’da minibüsün vapurla yarıştığı fotoğrafı hatırlarsınız. O fotoğraftaki olayın sebebi devletin altyapı sorunu değildir. Eskiden o noktada akan suların denize ulaşmasını sağlayacak küçük bir açıklık varken Marmaray çalışmaları sırasında kaldırım yeniden yapılırken ustalar o açıklığı koymayı atlamışlardı. Bu nedenle sorun hepimizin el birliği ile çözülebilir ancak. Ne kadar planlarsanız planlayın işi yapan kişileri inandıramazsanız çözüme ulaşılamayabileceğinin en basit örneğidir Üsküdar’daki o fotoğraf.  

Bu bağlamda ilerlememiz gereken iki alan bulunmaktadır. İklimin değişiyor olması sadece 250 yıldır fosil yakıtlarla gelişmelerini sağlamış olan batılı devletlerin suçu sayılabilir. Ama bugünden sonra olacaklar hepimizin sorumluluğudur. Bu nedenle öncelikle küresel ısınmanın 2 oC’nin üzerine çıkmaması için elimizden geleni yapmamız gerekiyor.

Ülke olarak unutmamamız gereken şey bizim enerji alanında önemli biçimde dışa bağımlı olduğumuzdur. Ülkemizde enerjiyi sağlayan kömür, petrol ve doğal gazı döviz vererek yurt dışından satın alıyoruz. Son YEKA ihaleleri bize gösterdi ki, böyle devam etmek zorunda değiliz. Artık rüzgardan enerji üretmek kömürden daha ucuza mal oluyor, güneşten enerji üretmek ise neredeyse kömürden üretmeyle başa baş gidiyor. Ama unutmayalım, rüzgar ve güneş enerji sistemleri her geçen gün ucuzluyor, kömürün bedelinin ise artmakta olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu nedenle gelişme hızımızı koruyabilmek için yeni enerji teknolojilerine yatırım yapmalıyız ve bunu iklim taahhütlerinden bağımsız düşünmeliyiz.

1992 yılındaki çerçeve sözleşmesi (UNFCCC) her ülkenin elinden geleni yapması gerektiğini söylüyor. Ancak ülkemiz bu anlaşmanın gereklerini uygulamayı düşünmediğinden azaltması gereken sera gazı salımlarını yaklaşık %130 artırmıştır. Bizimle benzer şekilde ABD de anlaşmanın şartlarını yerine getirmeyi kabul etmemiştir. ABD önce Kyoto Antlaşmasına taraf olmamış, sonra da Paris Anlaşmasından çekildiğini bildirmiştir. Ancak ABD burada bizden çok daha farklı bir yol izleyerek hem sera gazı salımlarını fazla artırmamış (aynı dönemde %4 civarında) hem de bu alanda teknolojiler geliştirerek zaten gerekli adımları atmıştır. Bugün elektrikli motor kullanan Tesla ABD piyasasındaki en büyük otomotif şirketidir, hem de yüz yıldan fazla geçmişi olan Ford ve GM gibi şirketleri geride bırakarak. Bu da bize iklim ve enerji alanındaki gelişmeleri uluslararası anlaşmalardan bağımsız olarak düşünmek gerektiğini gösteriyor.

Kalkınma denildiğinde ekonomik düşünce yapısında enerji akla geliyor. Ancak Çin ve Hindistan gibi gelişmekte olan ülkeler kalkınma yolunda GSMH büyümelerini enerji artışından ayrıklaştırmaktadırlar. Bunun anlamı şu, bir birim fiyata satılacak ürün üretmek için harcaman gereken enerji miktarı her geçen zaman biriminde azalmalıdır. Ülkemizde ise üretim ile enerji tüketimi birbirine bağımlı kabul edildiğinden ayrıklaştırma gündemde bile olmayan bir konudur. Oysa iklim değişikliğini durdurmanın tek yolu üretim ile enerji tüketimini birbirinden ayıracak yollar bulmayı becermektir. Enerji verimliliği bu yolların en başında gelir. Gelişirken fazla enerji tüketmemek mümkündür. Çin bunun en önemli örneği, ama isterseniz bize biraz daha benzeyen Uruguay’a da bakabilirsiniz.

İklim değişikliği bağlamında ilerlememiz gereken ikinci ana alan da kendimizi korumaktır. Seller ve yoğun yağışlar artacağından kanalizasyon altyapımızı, kuraklıklar artacağından tarımsal altyapımızı, sıcak hava dalgaları artacağından sağlık altyapımızı gelecekteki değişikliklerin getireceği problemlerle baş edebilir hale getirmek zorundayız. Bugün ülkemizde iklim değişikliği ile mücadele dendiğinde akla sera gazı salımlarının azaltılması gelmektedir. Oysa ülkemizin konumu açısından daha önemli olan problem kendimizi gelecekteki büyük değişime karşı koruyabilmektir.

İklim değişikliği insanlığın karşılaştığı belki de en büyük problem ve ülkemiz bu problemden en fazla etkilenecek bölgelerden birinde yer almaktadır. Bu nedenle bu problemin farkında olmak ve önlem almak hepimizin üzerine düşen bir sorumluluktur.