30 Mayıs 2016 Pazartesi

Amerika'nın yeni enerji politikaları

Genel yaklaşımlarına bakıldığı zaman ABD'de Cumhuriyetçi başkanlar döneminde paraya ve dış ilişkilere fazla, çevre sorunlarına az önem veren bir yönetim tarzı görülür. Demokrat başkanlar yönetiminde de tam tersi.

ABD geçtiğimiz yedi küsur sene boyunca Demokrat bir başkan tarafından yönetildi. Bu süre içerisinde çevreyi ve atmosferi korumaya yönelik çok önemli kararlar alınıp uygulamaya geçildi. Bu kararların önemli biri de iklim değişikliğini önlemek için yürürlüğe girmesine çalışılan Paris Anlaşması'na taraf olmak. 
Kasım ayının ilk Salı günü ABD'de başkanlık seçimi yapılacak. Seçilecek olan başkan da Ocak ayının sonunda göreve başlayacak. Bu seçilecek kişi her ne kadar sadece ABD'nin başkanı olacak olsa da ABD'nin dünya politikası ve ekonomisi üzerindeki önemli ağırlığı yeni başkanın da görüşlerini hepimiz açısından önemli kılıyor. 
Cumhuriyetçiler'in başkan adayının Donald Trump olması kesinleşti. Seçim çalışmaları sırasında yaptığı değişik konuşmalarla dikkat çeken Trump'ın başkan adaylığı kesinleştikten sonra daha ciddi ve uygulayacağı politikalara yönelik konuşmalar yapması bekleniyor. Adaylığının kesinleşmesinden sonra ilk konuşmasını da petrol endüstrisinin düzenlediği bir konferansta yaptı. 
Obama izin vermedi
Trump'ın söyledikleri konusunda bir fikre varmak için üzerinde konuştuğu konunun da temelini bilmemiz gerekiyor. Mesela Trump başkan seçilecek olursa Başkan Obama'nın yapımını durdurduğu Keystone XL petrol boru hattının yapımına izin vereceğini söyledi. 
Mayıs ayının başından bu yana Kanada'nın Alberta eyaletinde yanmakta olan büyük araziyi biliyorsunuz. Bu bölgenin hemen kuzeyinde ise büyük katran kumulları bulunuyor. Kanada bu katran kumullarından ham petrol üreterek dünyanın en önemli petrol üreticilerinden biri haline geldi. Ancak esas problem bu üretilen petrolü dünya piyasalarına taşımak, çünkü Alberta Amerika kıtasının neredeyse ortasında yer alan bir bölge. Kuzeyinden taşımak Kuzey Buz Denizi nedeniyle imkansız, doğu ve batısında yaşıyan yerli halklar da bir boru hattı yapılmasına karşı çıkıyorlar. Bu nedenle tek seçenek güneyde ABD'den geçerek Meksika Körfezi'ne inen bir boru hattı kurmak. Bu boru hattının geçeceği bölgedeki insanların rahatsızlıkları da göz önüne alınarak Başkan Obama bu boru hattının yapımına izin vermedi. Bu nedenle de gerek Kanada'da gerekse de ABD'nin iç bölgelerinde petrol üreten üreticiler ürettikleri petrolü ucuz bir yöntemle denizlere ulaştırmayı sağlayamadılar. 
Küresel ısınma sonunda Dünya'nın ortalama sıcaklığının iki derecenin altında kalarak insanlığın geleceğini tehdit etmemesi için bu yeni petrol yataklarından petrol üretilmemesi gerekiyor. Ancak Trump ne küresel ısınmanın varlığına ne de küresel ısınmanın insan kaynaklı olduğuna inandığından bu boru hattının yapımına destek veriyor. 
İkinci önemli konu Paris Anlaşması
Trump'ın konuşmasında değindiği ikinci önemli konu Paris Anlaşması. Başkan seçilecek olursa Paris Anlaşması'nın yeniden görüşüleceğini söyleyen Trump bu anlaşmanın temeli konusunda yeterli bilgiye sahip değil gibi görünüyor. Paris Anlaşması Dünya'nın sera gazı salımlarının en az %55'ini yapan en az 55 ülke tarafından kabul edilecek olursa yürürlüğe giriyor. Şu anda birçok ülke bu anlaşmayı meclislerinden geçirmek için çalışmalar yapıyorlar. ABD'nin bu noktada yapabileceği sadece anlaşma şartlarını uygulamamak olur ki zaten Paris Anlaşması devletler açısından bağlayıcılığı olmayan bir anlaşma. Ancak Trump kendisine oy verebilecek olan çevre duyarlılığı olan kişileri ürkütmemek için “Paris Anlaşması'ndan çekiliriz” demek yerine yapılması neredeyse imkansız olan “Paris Anlaşması'nın baştan görüşülmesini sağlayacağız” söylemine başvuruyor.
Fakat Trump başkan olsa da bu tür önemli kararları kendi başına vermekte zorlanabilir. Aynı şey hangi demokrat aday seçilecek olursa onun için de geçerli. Bir yandan çevre koruma ile ilgili çoğu kanun uygulamaya başlanmış durumda. Bunları geri çevirebilmek için mahkemelerde uğraşmak, sonunda ise Anayasa Mahkemesi'ne gitmek gerekiyor. Şu anda Anayasa Mahkemesi'nde bir boş üyelik bulunuyor. Bu boş üyelik Başkan Obama tarafından doldurulacak olursa Trump'ın istediği bir değişikliği mahkemeden geçirmesi imkansızlaşır. Öte yandan Demokrat bir adayın başkan seçilmesi durumunda da çevre ve iklim konusunda yerine getirmek isteyeceği sorumlulukları üstlenmek için paraya ihtiyacı olacak. Paranın musluğu ise başkanın değil meclisin elinde ve mecliste de Cumhuriyetçiler çoğunluktalar. Bu bakımdan her ne kadar Trump çevre ve iklim konusunda yapacağını söylediği radikal değişikliklerle dünyanın geri kalanının uykularını kaçırıyor olsa da başkanlığı durumunda söylediği kadar büyük değişiklikleri yerine getirebilmesi oldukça zor görünüyor.
Yazının orijinalini CNNTürk web sitesinde bulabilirsiniz.

29 Mayıs 2016 Pazar

Paris Anlaşması: Ne Olacak – Ne Olamayacak?

Dünya bir iklim krizine doğru olanca hızıyla ilerliyor. Birbirinden alakasız olduğunu düşündüğümüz olguların çoğunu iklim değişikliğinin etkileri olarak sınıflandırmamız mümkün. Eğer isterseniz Arap Baharı’nı ya da Suriye’deki mülteci problemini baskıcı rejimlerden doğan, kendilerine özgü politik sorunlar olarak görebilirsiniz. Kanada’da artan orman yangınları veya Avustralya’daki mercan kayalıklarının kaybı size birbirlerinden bağımsız problemler olarak görünüyor olabilir. Ancak bu problemlerin tamamını daha geniş bir açıda iklim değişikliği ile ilişkilendirmek mümkün. Bu kesinlikle Arap Baharı’nın nedeni iklim değişikliğidir anlamına gelmiyor, ama iklim değişikliğine bağlı gıda arzındaki azalma talebi besleyemediğinde halk hareketlerinin şiddetlendiği bin yıllardır bilinen bir olgudur.
Tüm bu olayların insanlığın geleceğini bir yok oluş haline dönüştürmemesi için küresel ısınmanın en fazla iki derece ile sınırlandırılması gereği iklim alanında çalışan tüm bilim insanlarının tamamına yakınının ortak görüşü. Hatta, bu iki derecelik artışın bile çok büyük hasara neden olacağı, ancak türün devamı için ölümcül olmadığı düşünülüyor. Yalnız madalyonun diğer yanı da bu gerçeklikleri Dünya Sistemi’ne anlatmaktan geçiyor. Bilim insanları birbirlerini sayılarla ikna edebiliyorlar, ama politikacıları veya iş çevrelerini ikna edebilmek için bu kişilerin maddi anlamda canlarının yanması gerekiyor. Küresel ısınma reasürans şirketleri dışında önemli zararlara henüz yol açmadığından politikacılar iş çevrelerinin baskısı olmadan değişiklikleri durduracak adımlar atmaktan kaçınıyorlar.
Bu bakış çerçevesinde 2015 yılının Aralık ayında Paris’te toplanan iklim zirvesinden çıkan anlaşmanın da fazla zorlayıcı bir anlaşma olması beklenmiyordu, öyle de oldu. Bunu şu üç ana noktadan anlayabiliriz:
• Uluslararası ilişkilerde kullanılan kelimelerin özel anlamları vardır. Paris’ten çıkan sonuç bir “antlaşma” değil bir “anlaşma”’dır. Yani bağlayıcılığı ya yoktur ya da sınırlıdır. Yani herhangi bir devlet herhangi bir zamanda bu anlaşmanın şartlarına uymayacak olsa o devletin bu anlaşmanın şartlarına uymasını sağlayacak bir yaptırım yoktur.
• Paris Anlaşması’nın temelini ülkelerin bağımsız bir biçimde verdikleri taahhütler oluşturur. Bu taahhütler “Ülkeler Tarafından Belirlenen Katkı Niyetleri – Intended Nationally Determined Contributions (INDC)” şeklinde adlandırılmaktadır. Öncelikle bu beyanları başka ülkelerin baskısı altında kalmadan devletler belirlemektedir. Ayrıca bu beyanlar sadece niyet beyanlarıdır. Yani bir devlet anlaşma dönemi olan 2020-2030 aralığında “biz gerçekten katkıda bulunmaya niyet etmiştik ama olmadı” bahanesi arkasına sığınabilir.
• Anlaşmadaki maddelerin çoğunda “yapılmak zorundadır – must” yerine “yapılmalıdır – should” kelimesi kullanılıyor. Anlaşmanın ortaya koyduğu tedbirlerden herhangi biri için “yapılmak zorundadır” denildiğinde bundan kaçış yolu bulunmamaktadır, ancak “yapılmalıdır” kelimesini her zaman bir tavsiye olarak alarak şartlar uygun olursa yerine getirmek daha mümkündür.
Bu noktalardan anlaşılacağı üzere dünya devletleri küresel ısınma problemini hala ciddiye almamaktalar. Seneler süren siyasi görüşmelerin ardından sadece böylesi zayıf bir anlaşmanın çıkmış olması çoğumuz için şaşırtıcı olmamalıdır.

22 Nisan 2016’da Birleşmiş Milletler’de imzaya açılan Paris Anlaşması’nı neredeyse tüm dünya devletleri imzaladılar. Ancak bu imzanın geçerlilik kazanması için devletlerin kendi iç hukuklarına göre bir onay sürecinden geçmesi gerekiyor. Bu onay sürecinde küresel sera gazı salımlarının en az %55’ten fazlasını yapan en az 55 devlet kendi iç hukuklarına göre bu anlaşmayı onaylayacak olurlarsa anlaşma yürürlüğe girmiş sayılıyor. Devletlerin iç hukukları gereği bazı durumlarda devletin bu anlaşmayı imzalaması yeterli oluyor (ABD örneğinde olduğu gibi), bazen de meclislerin bu anlaşmayı onaylaması gerekiyor (bizde olduğu gibi). Dünya devletlerinin önemli bir kısmı 2016 senesi bitmeden bu anlaşmayı yürürlüğe sokmak için çaba sarf ediyorlar. Bunun en önemli nedenlerinden biri yaklaşmakta olan ABD başkanlık seçimi. Eğer bu seçimde başkan seçilen aday Cumhuriyetçi Donald Trump olursa Ocak 2017’de başkanlığı devraldığı zaman ABD’yi Paris Anlaşması’ndan hemen ayırabilir. Ancak Trump olası başkanlığı devralmadan anlaşma yürürlüğe girecek olursa ABD ayrılmak için dört sene beklemek zorunda kalacak.
Şimdi gelelim neler olacak – neler olamayacak bölimüne:
Neler Olacak?
Paris Anlaşması küresel sera gazı salımlarının en az %55’ten fazlasını yapan en az 55 devlet tarafından onaylanarak yürürlüğe girecek.
• ABD çok büyük ihtimalle bu anlaşmanın içerisinde yer alıyor olacak.
• Türkiye çok büyük ihtimalle “bu anlaşmayı meclis kabul etmedi” diyerek anlaşmaya taraf olmuyor olacak.
Neler Olamayacak?
• Bu anlaşmanın küresel ısınmayı iki derecenin altında tutması bekleniyor, ancak devletlerin niyet beyanlarının toplamı bu hedefi tutturmanın imkansız olduğunu ve ısınmanın 2.7 dereceden az olmayacağını ortaya koyuyor. Yani, anlaşmaya tamamen uyulsa bile bu anlaşma yeterli olmayacak.
• Devletler 2019 yılına kadar toplanarak vermiş oldukları niyet beyanlarını resmi beyanlara dönüştürecekler. Bu beyanlara dönüştürme sırasında iki derecelik hedefin tutturulması gereği ön plana çıkacağı için çok önemli pazarlıklar yapılmak zorunda kalınacak. Bu pazarlıkların sonunda çıkan gerçek sonucun gene de iki derecelik hedefi tutturabileceğini düşünmüyorum.
• Bu hedeflerin neredeyse tümü daha az sera gazı salmaktansa salınan sera gazını tutma ve saklama temeline dayanıyor. Devletler ve iş çevreleri tüm hesaplarını sanki böyle bir teknoloji varmışçasına yapıyorlar. Ama böyle bir teknoloji bugün yok ve yakın bir gelecekte de ortaya çıkarılması neredeyse imkansız. Devlet ve şirket politikaları böylesi (neredeyse) imkansız teknolojiler üzerine kurulmamalı, kurulduğu zaman da başarılı olması beklenmemeli.

Peki bizleri orta vadede neler bekliyor? Devletler bu tür kararları alabilmek için fazlasıyla hantal yapılar. Bu nedenle de çözümleri koyulacak kurallardan ziyade sistemin kendisinden beklememiz gerekecek. Devletin bu noktada üzerine düşen görev de aslında sadece gölge etmeden yardımcı rol oynamasıdır.
Bugün için ABD’de başkanlık yarışında olan Donald Trump kömür işletmelerinde işlerinden olan işçilere işlerini geri sağlayacağını ve işletmelerin zararlarını gidereceğini beyan ediyor. Ancak kömür işletmelerinde işçilerin işlerini kaybetmelerine neden olan aslında kömürün doğal gaz ve yenilenebilir kaynaklara kıyasla daha pahalıya mal olmaya başlamasıdır. Piyasa bunu gördüğü anda kömür yatırımlarını azaltmaya başlamıştır. Benzer şekilde de ülkemizde bu alanlarda uygulanan devlet yardımı duracak olursa sistem kendisini doğal olarak daha avantajlı ve sürdürülebilir alanlara kaydıracaktır. Burada devletlerin üzerine düşen tek şey köhne ve zararlı sistemlere destek vermeyi bırakmaktan ibarettir.

Gene ABD’de elektrikli araç üreticisi Tesla’nın iki büyük otomobil üreticisi olan GM ve Ford’a kıyasla satışlarındaki büyüme hızı üç kattan fazladır. Bu otomobil satın almak isteyenlerin fiyatı daha pahalı da olsa daha az sera gazı salan araçları satın almak tercihini göstermektedir. Burada ülkemizde olduğu gibi devletlerin elektrikli araçları lüks araç kategorisinden çıkartmaları elektrikli veya hibrit araç sektörünün ilerleyebilmesi için yeterlidir.

Kişisel yaşamdan ya da sanayiden örneklerle bu çözümleri arttırmamız mümkündür. Ancak anafikir çok açıktır. Şu anda dünya daha sürdürülebilir bir teknolojiye doğru ilerlemektedir, çünkü uzun vadede karlı olan budur. Küresel ısınma problemine de çözüm üretilmesi bu sürdürülebilir çözümlerin önünün açılması ile mümkündür. Devletlerin üzerine düşen de bir yandan sürdürülebilir çözümlerin önünü açarken öte yandan da küresel iklim değişikliğinin önüne geçebilmeleridir.
Yazının orijinalini Sustineo web sitesinde bulabilirsiniz.

23 Mayıs 2016 Pazartesi

Dünya için kritik eşik

Haziran ayı gezegenimiz için önemli bir anlam taşıyor. Tasmanya'daki Cape Grim ölçüm Merkezi'nde kırk yıldır yapılan karbondioksit ölçümleri ilk defa 400ppm seviyesinin üzerine çıkacak ve bir daha da bu seviyenin altına düşmesi beklenmiyor. Bu tüm Dünya için kritik bir eşiğin aşıldığı anlamına geliyor. 
Dünya'nın atmosferi %79 azot, %21 oksijen ve %1 de diğer gazlardan oluşuyor. Bu diğer gazların bir tanesi karbondioksit. Karbondioksidin atmosferdeki oranı yaklaşık %0.04. Bu miktardaki değişiklikleri daha rahat anlamak için bu sayıyı yüzde olarak değil de milyonda birimi ile ölçüyoruz. Bu durumda atmosferdeki karbondioksit yaklaşık milyonda 400 molekül veya 400ppm oluyor. 
Karbondioksit kömür, petrol ve doğal gazın yanmasından dolayı atmosfere karıştığında yeryüzündeki her noktada yoğunluğu aynı olmuyor. Yoğun trafiği olan bir karayolunun yakınlarında 500ppm'ye, hava kirliliğinin yoğun olduğu dönemlerde Çin'in başkenti Beijing'de 700ppm'ye ulaşabiliyor. Bu nedenle bilimsel anlamda tutarlı bir ölçüm yapabilmek için bilim insanları sanayi kuruluşlarından ve insanların yoğun yaşadıkları bölgelerden uzak ölçüm merkezleri kuruyorlar. Bu ölçüm merkezlerinin çoğunluğu Kuzey Yarım Küre'de yer alıyor. Bu merkezlerin en ünlüsü Pasifik Okyanusu'nun ortasındaki Hawai'de denizden 3400 metre yükseklikte Mauna Loa'da bulunuyor. Mauna Loa'da karbondioksit oranları 1956 yılından beri düzenli olarak ölçülüyor. 
Endüstri Devrimi öncesi atmosferdeki karbondioksidin oranı yaklaşık 280ppm seviyesindeydi. Ancak bizim yaktığımız kömür, petrol ve doğal gaz bu gazın seviyesinin en az son 3 milyon yıldır görülmedik seviyelere çıkmasına neden oldu. Geçtiğimiz sene Mayıs ayında başta Mauna Loa olmak üzere Kuzey Yarım Küre'deki ölçüm istasyonları karbondioksidin psikolojik bir sınır olan 400ppm seviyesinin üzerine çıktığını belirlediler. Bu yılın Haziran ayında ise Güney Yarım Küre'deki tek ölçüm istasyonu olan Tasmanya'daki Cape Grim istasyonunda 400ppm seviyesinin geçileceği düşünülüyor. 
Dünya'yı nasıl ısıtacak bir düşünün
Bu sayılar konuya fazla yakın olmayanlar için önemli görünmeyebilir. O nedenle şöyle bir açıklama eklemekte fayda var. Son buzul çağı bundan yaklaşık olarak 18 bin yıl önce sona erdi. Bu buzul çağı sırasında buzullar Avrupa'nın ortalarına kadar gelmişti. Burada “buzul” denildiğinde yerden birkaç metre yükseklikteki buzdan bahsedildiği sanılmasın, Avrupa'yı ve Amerika'yı kaplayan buzulların kalınlığı kilometrelerle ölçülüyordu. Dünya'nın kuzeyinin ve güneyinin buzullarla kaplı olduğu dönemde atmosferdeki karbondioksit oranı 180ppm seviyesindeydi. Buzul çağı sona erip Dünya ısındığında karbondioksit seviyesi 280ppm civarındaydı. Bugün ise bu seviye tüm Dünya'da 400ppm'yi geçmiş durumda. 180ppm ile 280ppm arasındaki fark birkaç kilometre buz ise 280ppm ile 400ppm arasındaki fark Dünya'yı nasıl ısıtacak bir düşünün isterseniz! 

Bu nedenle bilim insanları 400ppm seviyesini önemli bir psikolojik eşik olarak görüyorlar. İklim değişikliğinin önemli etkilerinden sakınmak için hızlı bir şekilde karbondioksit oranını 350ppm seviyesine düşürmemiz gerekiyor. Dünya'daki yaşamın bildiğimiz ve alıştığımız gibi kalabilmesi için karbondioksit oranının 450ppm seviyesini aşmaması gerekiyor. Hal böyle iken tüm Dünya'da karbondioksit oranı her yıl 3ppm artıyor. Bu hızla atmosferi kirletmeye devam edecek olursak 16-17 yıl içerisinde geri dönülemeyecek noktayı geçmiş olacağız. Bundan dolayı Cape Grim'den gelen haberleri dikkatlice dinlemekte büyük fayda var. 
Yazının orijinalini CNNTürk web sitesinde bulabilirsiniz.

16 Mayıs 2016 Pazartesi

Zika virüsü ve sarı humma sivrisineği

Bu sene sivrisineklerle yayılan hastalıklara bir yenisi eklendi: Zika virüsü. Zika'yı bulaştıran sivrisineğe sarı humma sivrisineği deniliyor ve ülkemizin güneydoğusunda bulunabiliyor. Ancak yeni bir araştırma 2070 yılında en iyimser tahminle bu sivrisineğin etkileyeceği alanın yüzde 8 oranında artacağını öngörüyor...
Ülkemizde fazla duymasak da Dünya Sağlık Örgütü (WHO) verilerine göre Türkiye sıtma hastalığının görüldüğü bölgelerden birinde yer alıyor. Sıtma hastalığının yayılmasına neden olan şey ise sivrisinekler. Sivrisineklerin ömrü iki ila dört hafta arasında değişiyor, ama yumurtaları bir seneye kadar nemli ya da kuru ortamlarda dayanarak bir sene sonra sivrisineklerin tekrar üremelerini sağlayabiliyor. Yumurtalara zarar veren ana faktör ise sıcaklık. Bu yumurtalar çok soğuğa dayanamıyorlar. Bu nedenle de ülkemizin sadece güneydoğu kesimlerinde çoğu mevsim sivrisinek görmek olası.
Bu sene sivrisineklerle yayılan hastalıklara bir yenisi eklendi: Zika virüsü. Zika virüsünün neden olduğu Zika humması yakın akrabaları olan dang humması, sarı humma ve Batı Nil humması gibi ağır bir hastalığa neden olmuyor. Dinlenmeyle geçen hafif bir ateş yapıyor. Ancak Zika hummasının bu sene fark edilen kötü özelliği, hamilelerde anneden karınındaki bebeğe geçtiğinde mikrosefali denilen beyin bir gelişim bozukluğuna neden olması. Bu nedenle tropik bölgelere seyahat edecek hamile kadınlara bu konuda önemli uyarılar yapılıyor. 
Ülkemizde sarı humma sineği bulunabiliyor ama...
Zika hummasıyla birlikte diğer hummaların da bulaşmasına neden olan sivrisinek türüne sarı humma sivrisineği (Aedes aegypti) adı veriliyor. Oldukça akıllı sayılan bu sinek türü gündüzleri yatak altları ve dolaplar gibi loş ortamlarda saklanıyor ve gün batımı ve doğumu sırasında beslenmeye çıkıyor. Hedeflerine ise genelde arkadan saldırıyor ve en sevdiği hedef insanlar. Ancak bu özel türün çok kötü bir özelliği var: Bir kişiden çok az miktarda kan emiyor ve doyması için çok kişiyi ısırması gerekli. Bu da hastalıkların kişiden kişiye yayılmasını son derece kolaylaştırıyor. 
Ülkemizde sarı humma sivrisineği bulunmadığından biz şanslı sayılırız. Bu sivrisinekler şu an için bize sadece taşımacılık yoluyla gelebiliyor. Bilindiği kadarıyla da ülkemizde şimdiye dek mikrosefaliye yol açan Zika hummasına rastlanmadı. 
Ancak Climatic Change dergisinde yayınlanan bir araştırma ülkemizin de uzun süre bu problemden uzak kalamayabileceğini gözler önüne seriyor. Sarı humma sivrisinekleri ülkemizin güneydoğusunda bulunabiliyor, ancak kışın hava soğuduğundan yumurtalarının kışı geçirmesine imkan olmuyor. Yumurtaları kışın dayanamadığı için de bir sonraki sene sivrisineklerin yayılma alanı da kısıtlı oluyor. 
İyimser senaryo bile yüzde 8 artış diyor
Monaghan ve arkadaşları Climatic Change dergisinde açıkladıkları çalışmalarında iyimser ve kötümser iklim değişikliği senaryolarında sarı humma sivrisineğinin gelecekte etki edeceği bölgelerin ve bu bölgelerde etkilenecek olan insanların bir analizini yapıyorlar. Bu analize göre sarı humma sineğinin etkileyeceği alan 2070 yılında iyimser senaryoya göre %8 kötümser senaryoya göre ise %13 artacak. Dünya nüfusunun sabit kalacağını kabul etsek bile 400 milyon kişi daha bu değişiklikle sarı humma sivrisineğinden etkilenecek. Ancak insan nüfusu da artmakta olduğundan ve bu sineğin etki alanının nüfus artışının daha fazla olduğu alanlarda olduğunu düşünecek olursak etkilenen insan sayısı toplamda 8 milyar kişiye ulaşacak. Bu da geleceğin en önemli sorunlarından birinin bu ve benzeri sineklerden dolayı yayılacak salgın hastalıklardan korunmak olacağını bizlere gösteriyor. 
Aynı çalışmaya göre ülkemizde sadece güneydoğuda görülmekte olan sarı humma sivrisineği 2070 yılında artık ülkemizin batı kıyılarında ve orta bölgelerinde de görülmeye başlanacak. Bu nedenle şimdiden bu sivrisineğe ve taşıdığı hastalıklara ilaçlı cibinlik gibi basit ama etkili önlemler geliştirmemiz gelecek için önemli bir hazırlık olacaktır. 
Yazının orijinalini CNNTürk web sitesinde bulabilirsiniz.

14 Mayıs 2016 Cumartesi

İptal Edilen Karbon Tutma ve Saklama Projeleri

Amerikan Enerji Bakanlığı bir karbon tutma ve saklama projesine verdiği desteği daha kesti. Teksas Temiz Enerji Projesi adı verilen projenin kurulacak olan kömürlü termik santralden salınacak olan karbondioksidin tutularak saklanması sonucu senede 2 milyon ton daha az karbondioksidin atmosfere salınmasına neden olacaktı.
Başlangıç maliyeti 2 milyar dolar olan bu proje altı sene içerisinde tamamlanamamakla kalmamış, ayrıca maliyeti de 4 milyar dolara yükselmişti. Enerji Bakanlığı ise bu proje maliyetinin 450 milyon dolarlık kısmını üstlenmişti. Bakanlığın bu desteği kesmesiyle projenin tamamlanma şansı kalmamış oluyor. Bu son senelerde Enerji Bakanlığı'nın destek vermeyi durdurduğu beşinci proje oldu.
Enerji Bakanlığı'nın bu durdurma kararı gerek Meclis'teki politikacılar, gerekse de temiz enerjiyi savunan gruplar tarafından tepkiyle karşılandı. Çoğu çevreci gruplar ise Obama yönetiminin bu kararını destekler açıklamalarda bulundular.
Elektrik enerjisi üretmek için kömür yaktığımızda atmosfere karbondioksit salıyoruz ve bu gaz Dünya'nın ikliminin değişmesine ve her geçen senenin bir önceki seneden daha sıcak olmasına neden oluyor. Bunu önlemenin en kolay yolu kömürlü termik santralleri kapatmak, ya da en azından yenilerinin yapılmasına engel olmak. Ancak kömür, petrol ve doğal gazın güzel bir özelliği var: Yerden bu fosil yakıtlar neredeyse bedavaya çıkartılıp yakılıyor ve size enerji verirken bu yakıtları yerin altından çıkartıp satanlara da büyük paralar kazandırıyor. Bu nedenle de bu alanlara yatırım yapan iş çevreleri kömürlü termik santral çağının sona ermesini istemiyor, bu Dünya'daki bildiğimiz yaşamın sonu demek olsa bile. Amerika'daki politikacıların Enerji Bakanlığı'nın kararına karşı çıkmalarının arkasındaki en önemli sebep bu. Çünkü bu politikacılar tekrar seçilebilmek için fosil yakıt lobilerinden almakta oldukları maddi desteğe muhtaçlar.
Bir yanda kömürden elde edilen büyük kazanç, diğer yanda da bu yakıtın insanlığın sonunu getirebilecek olması yan yana geldiğinde şirketler bir ara çözüm bulma yoluna gittiler. Bu ara çözüm de atmosfere salınacak olan karbondioksidi tutup saklayacak termik santraller inşa etmekti. Bu işlem üç ana parçadan oluşuyor, termik santralde salınacak olan karbondioksidi yakalamak (teknolojik olarak biraz zor ve pahalı ama mümkün), karbondioksidi basınç altında sıvılaştırıp depolanacağı yere taşımak (teknolojik olarak mümkün, ama hem pahalı hem de kaçak olması ihtimali açısından riskli) ve yer altında depolamak (daha bunu sağlayan bir teknoloji yok). Bu üç parçayı bir araya getirmeye de Temiz Kömür Çözümleri deniyor, yani bu çözüm aslında şu anda elimizde olmayan bir teknolojiye dayanıyor. Bu nedenle de temiz kömür aslında halkı sakinleştirmek için kullanılan ve aslında var olmayan bir teknoloji.
Karbondioksidi saklamak mümkün ama bu işlemde ufak bir problem var. Karbondioksit bir zaman sonra bir yolunu bulup saklandığı yerden dışarıya sızıyor. Karbon saklama yönteminin çalışır olabilmesi için bu gazın saklandığı yerden sızmayacak şekilde depolanmasının garanti altına alınması gerekiyor. Bilim ve teknoloji şimdilik sadece karbondioksidi kısa bir süre yer altında tutmanın garantisini verebiliyorlar. Bu nedenle de şu an için bizim iklim sorunumuzu çözebilecek anlamda çalışır bir karbon tutma ve saklama sistemi mevcut değil.
Aslında Amerikan Enerji Bakanlığı'nın aldığı karar teknolojik ya da politik bir karar değil. Bakanlığın Denetleme Dairesi Başkanlığı projeye son altı senede ne kadar yatırım yapıldığına ve bu yatırımla projenin ne kadar ilerlediğine bakarak projeye daha fazla yatırım yapılmamasını önerdi. Bakanlık da bu öneriye uydu. Bunun anlamı şu: Günümüzde yenilenebilir enerjinin ve enerji depolama sistemlerinin maliyeti her geçen gün düşmekteyken geçmiş yüzyıllardan kalan ve atmosferi kirleten bu enerji sistemlerine daha fazla yatırım yapmak Amerikan ulusal çıkarlarına uygun değildir. Amerikan Enerji Bakanlığı araştırma bütçesini temiz kömür gibi imkansız bir fikir yerine daha uygulanabilir projelere yatırmaya karar verdi, politikacıların direnişlerine rağmen.

9 Mayıs 2016 Pazartesi

Alberta orman yangınları

1 Mayıs günü Kanada'nın Alberta Eyaleti'nin Fort McMurray kenti yakınlarında başlayan orman yangını hala kontrol altına alınamadı.

Bu yangın şu ana kadar yaklaşık 2000 km2 alanın tamamen yanmasına neden oldu. Bu alan içerisinde orman arazisinin dışında Fort McMurraykentindeki 1600 ev de bulunuyor. Söz konusu yangın göz ardı edilecek büyüklükte bir yangın değildir. 2000 km2 demek 45 km eninde ve 45 km boyunda bir alanın yanıp kül olması demek ve bu yangın yayılarak sürüyor.
Alberta Eyaleti Kanada'nın orta batısında yer alıyor. Fort McMurray kenti de eyaletin kuzey doğusundaki fazla büyük sayılmayacak bir kent. Dünya açısından bu kentin önemi ise buranın hemen kuzeyinde yer alan katran kumullarından kaynaklanıyor. Fort McMurray de bu katran kumullarından petrol üretilen endüstrinin merkezinde bulunuyor. 
Bilim insanları ve politikacılar küresel ısınmanın iki derece ile sınırlanması konusunda fikir birliğindeler. Artışın iki derece ile sınırlanabilmesi içinse şu anda yer altında olan ve daha çıkartmamış olduğumuz fosil yakıtların, yani kömür, petrol ve doğal gazın büyük bölümünün çıkartılmadan yer altında bırakılması gerekiyor. İki derecenin altında kalabilmek için şu an yer altında bulunan fosil yakıtların sadece 450 milyar ton CO2 yayacak bir kısmını çıkartıp kullanabiliriz, oysa yer altında olduğundan emin olduğumuz ve kolayca ulaşabildiğimiz 750 milyar ton CO2 yayabilecek kadar bir rezerv var. Bu rezervi çıkartıp yakacak olursak gerek biz gerekse de çocuklarımız bugüne kadar tanıdığımız Dünya’dan çok daha değişik bir Dünya’da yaşamak zorunda kalacaklar. Bu nedenle yer altındaki kömür, petrol ve doğalgaz yataklarının bir kısmına dokunmamız aslında yasak. 
Dünya’daki cehennem...
Ancak bildiğiniz gibi özellikle petrol dünyada kolay para kazanmanın en basit yollarından biri. Çok sayıda ülke fazla bir yatırım yapmadan sadece topraklarının altındaki kaynakları çıkartıp satarak zengin olmuş durumda. Bu durumda bu ülkelerin bu kaynakları çıkartıp satmalarını engellemek çok zor. Ama yapılabilecek bir şey var: Şu ana kadar keşfedilmemiş veya kullanılmamış kaynakları çıkartmaya başlamayalım. Bu kaynakların yaklaşık 2000 milyar ton CO2 yayabilecek büyüklükte olduğu düşünülüyor. Eğer bu kaynakları çıkartıp yakacak olursak hepimiz için Dünya’daki cehennem beklenenden çok daha hızlı gelebilir. 
Özellikle petrol çıkartmak dediğimizde aklımıza gelen görüntü yerde açılan bir delikten petrol fışkırması şeklindedir. Ortadoğu’dan elde edilen petrol bu şekildedir, siz delik açtığınızda bu petrol basınçla dışarıya fışkırır. Bu nedenle de petrol çıkartmanın maliyeti fazla değildir. Ancak petrol fiyatları tırmandığında daha zahmetli petrol üretme metotları da devreye girmiştir. Bu metotların başında yerin neredeyse yüzeyinde kumla karışık bir biçimde bulunan "bitumin" maddesinden petrol üretilmesidir. Bu maddeye "katran kumulu" da denilmektedir. Bu yöntem hem çevreye büyük zarar verir hem de çıkartılması kuyu açma yöntemine oranla çok daha pahalıdır. 
Başta bahsettiğimiz yangının çıktığı yer Dünya’nın en büyük bitumin yataklarının bulunduğu bölgedir. Kanadalılar bu bölgede gerek iklim bilimcilerin gerekse de çevreci grupların uyarılarını tamamen göz ardı ederek katran kumulu denilen bu yapılardan petrol kazanmaya devam etmektedirler. Bu tercihlerinin hem kendi ülkelerinin doğasına hem de Dünya’ya büyük zarar verecek olduğu gerçeğini göz ardı etmekteler. 
Doğanın uyarısı
Normalde yangının çıktığı Kanada’nın kuzey bölgeleri tahmin edebileceğiniz gibi bol kar yağışı alan soğuk bölgeler. Ancak iklim değişikliği nedeniyle son senelerde bu bölgeye normalden çok daha az kar yağışı düşüyor ve hava çok daha sıcak. Şu sıra bölgede normalde 10 derece olması gereken günlük en yüksek sıcaklıklar 30 dereceye kadar yükselmiş durumda. Buna uzun süredir ağaçların ve toprağın kurumasını da ekleyecek olursak yangına çok elverişli bir ortamın oluştuğunu anlamamız gayet kolay. Bu elverişli ortamda Fort McMurray kentinin özellikle güneyinde yayılan yangınları söndürebilmek pek mümkün olmuyor. Binlerce insan evlerini bırakarak güvenli bölgelere doğru kaçıyorlar. Yalnız rüzgarın yönünün elverişli olmamasından dolayı yangınlar katran kumullarının bulunduğu kuzeye doğru yayılmıyorlar. Bu yangınların kuzeye yayılması esas çevresel felaketin ortaya çıkmasına neden olabilirdi, gene de bu bölgeyi dikkatle izlemeye devam etmek gerekiyor. 


İklim değişikliğnin ateşlediği bu yangınlar Kanadalılara da bir uyarı niteliğinde olacaktır. Alberta’nın katran kumulları gibi yerin altına bırakılması gereken fosil yakıtları çıkartılıp yakılmaya devam edildikçe bu felaketlerin sayısı da şiddeti de artacaktır. Doğanın verdiği bu uyarı hepimizi ciddi anlamda üzüyor olsa da umarım herkese ciddi bir uyarı olmuştur. 
Yazının orijinalini CNNTürk web sitesinde bulabilirsiniz.

1 Mayıs 2016 Pazar

Yakın Gelecek

Dünya ve Güneş Sistemi bundan yaklaşık 4.5 milyar yıl önce oluştu. Hayat Dünya üzerinde ilk olarak bundan 3.5 milyar yıl önce ortaya çıktı, ancak karaları ve denizleri sarması ancak bundan 540 milyar yıl önce Kambriyen adı verilen dönemde oldu. Kambriyen döneminden bu yana ise ara sıra önemli problemler yaşasalar da canlılar yaşam savaşlarında başarılı oldular.

Dünya'nın tarihi boyunca yaşamın tehlikeye girdiği beş önemli dönem oldu. Bunlardan ilki yaklaşık 440 milyon yıl önce meydana geldi. İklim değişikliği sonucu Dünya'nın çok hızlı soğuması canlı cinslerinin %70'inin yol olmasına neden oldu. Dikkat! Canlıların değil, canlı cinslerinin, yani tüm canlı cinslerinin üçte ikisinden fazlasından bir tek birey kalmadı, kalan canlı cinslerinin sayıları da çok çok azaldı.

İkinci büyük problem bundan 370 milyon yıl önce yaşandı. Hayatın önemli bir kısmının hala denizlerde yaşadığı bu dönemde denizlerdeki oksijen oranının düşmesi canlı cinslerinin %75'inin yok olmasına neden oldu. Bunun ana nedeni karadaki bitkilerin sayısındaki ani artışın atmosferin yapısını hızla değiştirmesiydi. Bu değişimle okyanusların yüzeyinde yaşayan canlıların sayısında korkunç bir artış oldu, bu da suyun altındaki yaşamı sona erdirdi.

Üçüncü ve en büyük felaket bundan 252 milyon yıl önce yaşandı. Kontrolden çıkan sera etkisi denizdeki canlı cinslerinin %96'sının, karadaki canlı cinslerinin ise %70'inin yok olmasına yol açtı. Bu felaketin nedenleri hala tartışılsa da ana nedenin Sibirya'da toprağın birkaç metre altında buzla karışık şekilde bulunan metanın atmosfere karışarak Dünya'yı daha da ısıtması olduğu düşünülmektedir.

Dördüncü felaket bundan 201 milyon yıl önce yaşandı. Atmosferdeki karbondioksit miktarının hızlı değişmesi sonucu oluşan küresel ısınma canlı cinslerinin %75'ini yok etti. İlginç olan, bu dönemin başında dinozorlar daha yeni yeni ortaya çıkmaya başlıyorlardı ve bu olaydan fazla zarar görmediler. Bundan sonraki 135 milyon yıl süresince de Dünya'ya hakim oldular. Bu hakimiyet bundan 67 milyon yıl önce Dünya'ya dev bir gök taşının çarpmasıyla son buldu. Bu beşinci felakette dinozorlarla birlikte Dünya'daki canlı cinslerinin %75'i de yok oldu.

Tüm bunları anlatıyor olmamın iki ana nedeni var. Bunlardan ilki sizlere atmosferin kalınlığının fazla olmadığını ve atmosferdeki küçük değişikliklerin bile canlılar üzerinde büyük etkileri olabileceğini göstermek.

Bu felaketlerin çoğunluğu atmosferdeki sera gazlarının miktarının artması ya da azalması nedeniyle oluştu. Dünya'nın atmosferinde normalde %0.028 oranında karbondioksit bulunur. Bu oran Dünya'yı ısıtarak sıcaklığın 15-16 oC olmasını sağlar. Eğer atmosferde hiç karbondioksit olmasaydı ortalama sıcaklık -17 oC olurdu ki bu sıcaklıkta da yaşamın oluşması veya devamı çok zorlaşırdı. Ancak unutmamamız gereken önemli nokta şudur: %0.028 oranıdaki karbondioksit Dünya'yı 32-33 oC ısıtıyorsa bu miktarın artması da ısınmayı arttıracaktır. Yani atmosfer sonsuz değil, bizim atmosfere saldığımız her karbondioksit molekülü Dünya'yı biraz daha ısıtıyor.

Daha önceki felaketlerden bahsetmemin ikinci nedeni de o felaketleri bugünle kıyaslayabilmek: Atmosferdeki karbondioksit oranı artık %0.04 olmuş durumda. Bunun bile Dünya'yı ne kadar ısıtmakta olduğunu basit bir hesapla anlamak mümkün. Ancak daha kritik olan konu bu artışın hızı çünkü dinozorları öldüren gök taşı hariç diğer tüm felaketler birden bire değil uzun bir zaman sürecinde gerçekleşti. Son üç milyon yıldaki buzul çağlarına girişte veya sonrasındaki ısınmada bile karbondoksidin artış oranı yılda sadece % 0.000015 oranındayken şu anda bu artış % 0.0003 yani doğada görülen büyük salınımların bile tam 20 katı. Yani dinozorlar Dünya'nın yüzünden silindiğinden bu yana Dünya'nın atmosferi bu denli büyük bir değişiklik yaşamadı. Peki bu neden önemli?

Canlıların büyük çoğunluğu doğada görülen değişikliklere ayak uydurabilme becerisine sahipler. Yani atmosferin ortalama sıcaklığı arttığı zaman daha serin yerlere doğru hareket ediyorlar. Yağış azaldığı zaman ya suyu daha ekonomik kullanıyorlar ya da daha sulak bölgelere doğru hareketleniyorlar. Son IPCC raporunda ormanların yaşam alanlarını en fazla yılda 1.5 kilometre, bitkilerin 3 kilometre, yırtıcı memelilerin ise 10 kilometre değiştirebilecekleri bildiriliyor. Ancak küresel ısınmanın hızı bu gidişle yaklaşık 7 kilometreyi bulabilecek. Yani havanın genelde kuzeye doğru gidildikçe daha serinlediğini biliyoruz. Artık bu sene belirli bir sıcaklık ortalaması bugün burada görülüyorsa, gelecek sene buradan yedi kilometre kuzeyde, on sene sonra 70 kilometre kuzeyde, 100 sene sonra da 700 kilometre kuzeyde görülecek. Bugün Mısır'da görülen iklim şartları 100 sene sonra Antalya yöresinde görülecek. İnsanlar uçağa binip uzaklara gidebilseler de ağaçların bu şansı yok. İklim değişikliği bir süre sonra ağaçları ve bitkileri yakalayıp geçecek, bu da o bitki türünün cinsinin tükenmesi anlamına gelecek. Dolayısıyla önemli olan değişikliğin büyüklüğünden ziyade ne hızda meydana geldiği. Günümüzdeki değişiklik şu anda Dünya'nın geçmişte yaşadığı beş büyük felakete benzer boyutlarda. Ama bizler günlük problemlerin içerisinde Dünya'nın yaşamakta olduğu bu büyük problemi görmemezlikten geliyoruz.

Bilim insanları gördüğümüz, bildiğimiz ve içinde yaşadığımız doğada yaşamaya devam edebilmemiz için küresel ortalama sıcaklık artışının en fazla iki derece olması gerektiğinde hemfikir. Hatta eğer mümkünse bu artışın 1.5 derecede sınırlandırılması gerekiyor. Ancak geçtiğimiz Şubat ayı küresel sıcaklık ortalamasının ısınma başlamadan önceki döneme göre tam iki derece daha yüksek olduğu ölçüldü. Yani doğanın kabul edebileceği limite artık gelmiş olduğumuz söylenebilir. Gene de bilim insanları 2 derecelik sıcaklık artışını tüm sene boyunca ölçülecek düzenli bir artış olarak kabul ediyorlar. Bu da 2016 yılının Şubat ayı ortalama sıcaklığının normalden 2 derece daha yüksek olmasının panik olmak için yeterli olmadığı anlamına geliyor. Ancak yapılan hesaplar eğer böyle gidecek olursak 2030 yılında, yani bundan 14 sene sonra senenin tüm aylarının geri dönülmez bir biçimde Sanayi Devrimi öncesine göre iki derece daha sıcak olacağını ortaya koyuyor. Bu noktayı engellemek içinse önümüzde 14 senemiz var.

Bu 14 sene içerisinde ise küçük değişikliklerle yetinmememiz gerekiyor. Mesela geçtiğimiz sene çoğu ekonomik nedenlerle olmak üzere, toplam küresel sera gazı salımları artmadı. Sera gazı salımlarının artmamış olmasına rağmen atmosferdeki sera gazı oranı ciddi miktarda artmaya devam etti. Bunda El-Nino diye adlandırdığımız doğa olayının az da olsa etkisi var, ancak esas problem, sera gazı salımları artmasa bile sabit bir miktarda kaldı. Bu sabit miktar bile doğanın emebileceğinden çok daha fazla olduğu için atmosferdeki sera gazı oranı artmış oldu. Buradan anlaşılacağı üzere, bizim üzerimize düşen şey toplam küresel sera gazı salımlarımızı doğanın emebileceği seviyeye ve hatta mümkünse bu seviyenin altına düşürmek. “Bunu yapsak keşke”, ya da “yaparsak iyi olur” değil! Bunu yapmak zorundayız yoksa altıncı felaket bizleri bekliyor.


Yazının yayınlanmış halini EKOIQ Mayıs 2016 sayısında bulabilirsiniz.