Dünya bir iklim krizine doğru olanca hızıyla ilerliyor. Birbirinden alakasız olduğunu düşündüğümüz olguların çoğunu iklim değişikliğinin etkileri olarak sınıflandırmamız mümkün. Eğer isterseniz Arap Baharı’nı ya da Suriye’deki mülteci problemini baskıcı rejimlerden doğan, kendilerine özgü politik sorunlar olarak görebilirsiniz. Kanada’da artan orman yangınları veya Avustralya’daki mercan kayalıklarının kaybı size birbirlerinden bağımsız problemler olarak görünüyor olabilir. Ancak bu problemlerin tamamını daha geniş bir açıda iklim değişikliği ile ilişkilendirmek mümkün. Bu kesinlikle Arap Baharı’nın nedeni iklim değişikliğidir anlamına gelmiyor, ama iklim değişikliğine bağlı gıda arzındaki azalma talebi besleyemediğinde halk hareketlerinin şiddetlendiği bin yıllardır bilinen bir olgudur.
Tüm bu olayların insanlığın geleceğini bir yok oluş haline dönüştürmemesi için küresel ısınmanın en fazla iki derece ile sınırlandırılması gereği iklim alanında çalışan tüm bilim insanlarının tamamına yakınının ortak görüşü. Hatta, bu iki derecelik artışın bile çok büyük hasara neden olacağı, ancak türün devamı için ölümcül olmadığı düşünülüyor. Yalnız madalyonun diğer yanı da bu gerçeklikleri Dünya Sistemi’ne anlatmaktan geçiyor. Bilim insanları birbirlerini sayılarla ikna edebiliyorlar, ama politikacıları veya iş çevrelerini ikna edebilmek için bu kişilerin maddi anlamda canlarının yanması gerekiyor. Küresel ısınma reasürans şirketleri dışında önemli zararlara henüz yol açmadığından politikacılar iş çevrelerinin baskısı olmadan değişiklikleri durduracak adımlar atmaktan kaçınıyorlar.
Bu bakış çerçevesinde 2015 yılının Aralık ayında Paris’te toplanan iklim zirvesinden çıkan anlaşmanın da fazla zorlayıcı bir anlaşma olması beklenmiyordu, öyle de oldu. Bunu şu üç ana noktadan anlayabiliriz:
• Uluslararası ilişkilerde kullanılan kelimelerin özel anlamları vardır. Paris’ten çıkan sonuç bir “antlaşma” değil bir “anlaşma”’dır. Yani bağlayıcılığı ya yoktur ya da sınırlıdır. Yani herhangi bir devlet herhangi bir zamanda bu anlaşmanın şartlarına uymayacak olsa o devletin bu anlaşmanın şartlarına uymasını sağlayacak bir yaptırım yoktur.
• Paris Anlaşması’nın temelini ülkelerin bağımsız bir biçimde verdikleri taahhütler oluşturur. Bu taahhütler “Ülkeler Tarafından Belirlenen Katkı Niyetleri – Intended Nationally Determined Contributions (INDC)” şeklinde adlandırılmaktadır. Öncelikle bu beyanları başka ülkelerin baskısı altında kalmadan devletler belirlemektedir. Ayrıca bu beyanlar sadece niyet beyanlarıdır. Yani bir devlet anlaşma dönemi olan 2020-2030 aralığında “biz gerçekten katkıda bulunmaya niyet etmiştik ama olmadı” bahanesi arkasına sığınabilir.
• Anlaşmadaki maddelerin çoğunda “yapılmak zorundadır – must” yerine “yapılmalıdır – should” kelimesi kullanılıyor. Anlaşmanın ortaya koyduğu tedbirlerden herhangi biri için “yapılmak zorundadır” denildiğinde bundan kaçış yolu bulunmamaktadır, ancak “yapılmalıdır” kelimesini her zaman bir tavsiye olarak alarak şartlar uygun olursa yerine getirmek daha mümkündür.
Bu noktalardan anlaşılacağı üzere dünya devletleri küresel ısınma problemini hala ciddiye almamaktalar. Seneler süren siyasi görüşmelerin ardından sadece böylesi zayıf bir anlaşmanın çıkmış olması çoğumuz için şaşırtıcı olmamalıdır.
22 Nisan 2016’da Birleşmiş Milletler’de imzaya açılan Paris Anlaşması’nı neredeyse tüm dünya devletleri imzaladılar. Ancak bu imzanın geçerlilik kazanması için devletlerin kendi iç hukuklarına göre bir onay sürecinden geçmesi gerekiyor. Bu onay sürecinde küresel sera gazı salımlarının en az %55’ten fazlasını yapan en az 55 devlet kendi iç hukuklarına göre bu anlaşmayı onaylayacak olurlarsa anlaşma yürürlüğe girmiş sayılıyor. Devletlerin iç hukukları gereği bazı durumlarda devletin bu anlaşmayı imzalaması yeterli oluyor (ABD örneğinde olduğu gibi), bazen de meclislerin bu anlaşmayı onaylaması gerekiyor (bizde olduğu gibi). Dünya devletlerinin önemli bir kısmı 2016 senesi bitmeden bu anlaşmayı yürürlüğe sokmak için çaba sarf ediyorlar. Bunun en önemli nedenlerinden biri yaklaşmakta olan ABD başkanlık seçimi. Eğer bu seçimde başkan seçilen aday Cumhuriyetçi Donald Trump olursa Ocak 2017’de başkanlığı devraldığı zaman ABD’yi Paris Anlaşması’ndan hemen ayırabilir. Ancak Trump olası başkanlığı devralmadan anlaşma yürürlüğe girecek olursa ABD ayrılmak için dört sene beklemek zorunda kalacak.
Şimdi gelelim neler olacak – neler olamayacak bölimüne:
Neler Olacak?
• Paris Anlaşması küresel sera gazı salımlarının en az %55’ten fazlasını yapan en az 55 devlet tarafından onaylanarak yürürlüğe girecek.
• ABD çok büyük ihtimalle bu anlaşmanın içerisinde yer alıyor olacak.
• Türkiye çok büyük ihtimalle “bu anlaşmayı meclis kabul etmedi” diyerek anlaşmaya taraf olmuyor olacak.
Neler Olamayacak?
• Bu anlaşmanın küresel ısınmayı iki derecenin altında tutması bekleniyor, ancak devletlerin niyet beyanlarının toplamı bu hedefi tutturmanın imkansız olduğunu ve ısınmanın 2.7 dereceden az olmayacağını ortaya koyuyor. Yani, anlaşmaya tamamen uyulsa bile bu anlaşma yeterli olmayacak.
• Devletler 2019 yılına kadar toplanarak vermiş oldukları niyet beyanlarını resmi beyanlara dönüştürecekler. Bu beyanlara dönüştürme sırasında iki derecelik hedefin tutturulması gereği ön plana çıkacağı için çok önemli pazarlıklar yapılmak zorunda kalınacak. Bu pazarlıkların sonunda çıkan gerçek sonucun gene de iki derecelik hedefi tutturabileceğini düşünmüyorum.
• Bu hedeflerin neredeyse tümü daha az sera gazı salmaktansa salınan sera gazını tutma ve saklama temeline dayanıyor. Devletler ve iş çevreleri tüm hesaplarını sanki böyle bir teknoloji varmışçasına yapıyorlar. Ama böyle bir teknoloji bugün yok ve yakın bir gelecekte de ortaya çıkarılması neredeyse imkansız. Devlet ve şirket politikaları böylesi (neredeyse) imkansız teknolojiler üzerine kurulmamalı, kurulduğu zaman da başarılı olması beklenmemeli.
Peki bizleri orta vadede neler bekliyor? Devletler bu tür kararları alabilmek için fazlasıyla hantal yapılar. Bu nedenle de çözümleri koyulacak kurallardan ziyade sistemin kendisinden beklememiz gerekecek. Devletin bu noktada üzerine düşen görev de aslında sadece gölge etmeden yardımcı rol oynamasıdır.
Bugün için ABD’de başkanlık yarışında olan Donald Trump kömür işletmelerinde işlerinden olan işçilere işlerini geri sağlayacağını ve işletmelerin zararlarını gidereceğini beyan ediyor. Ancak kömür işletmelerinde işçilerin işlerini kaybetmelerine neden olan aslında kömürün doğal gaz ve yenilenebilir kaynaklara kıyasla daha pahalıya mal olmaya başlamasıdır. Piyasa bunu gördüğü anda kömür yatırımlarını azaltmaya başlamıştır. Benzer şekilde de ülkemizde bu alanlarda uygulanan devlet yardımı duracak olursa sistem kendisini doğal olarak daha avantajlı ve sürdürülebilir alanlara kaydıracaktır. Burada devletlerin üzerine düşen tek şey köhne ve zararlı sistemlere destek vermeyi bırakmaktan ibarettir.
Gene ABD’de elektrikli araç üreticisi Tesla’nın iki büyük otomobil üreticisi olan GM ve Ford’a kıyasla satışlarındaki büyüme hızı üç kattan fazladır. Bu otomobil satın almak isteyenlerin fiyatı daha pahalı da olsa daha az sera gazı salan araçları satın almak tercihini göstermektedir. Burada ülkemizde olduğu gibi devletlerin elektrikli araçları lüks araç kategorisinden çıkartmaları elektrikli veya hibrit araç sektörünün ilerleyebilmesi için yeterlidir.
Kişisel yaşamdan ya da sanayiden örneklerle bu çözümleri arttırmamız mümkündür. Ancak anafikir çok açıktır. Şu anda dünya daha sürdürülebilir bir teknolojiye doğru ilerlemektedir, çünkü uzun vadede karlı olan budur. Küresel ısınma problemine de çözüm üretilmesi bu sürdürülebilir çözümlerin önünün açılması ile mümkündür. Devletlerin üzerine düşen de bir yandan sürdürülebilir çözümlerin önünü açarken öte yandan da küresel iklim değişikliğinin önüne geçebilmeleridir.
Yazının orijinalini Sustineo web sitesinde bulabilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder