30 Haziran 2018 Cumartesi

Halkın duymak istediği

Toplum bizim bilimsel konuşmalarımızdan her zaman fazla bir şey anlamak zorunda değildir. Mesela dolunun hangi koşullarda oluştuğu, katmanlarının her bir döngüde nasıl arttığı veya yukarı yönlü hava akımının ağırlığı taşıyamadığı anda dolunun yere düştüğü ve düşerken de kısmen eridiği çoğu kişiyi ilgilendirmez. Bu, bilim insanları arasındaki tartışma konusudur. Bu tartışmanın her zaman sağlıklı biçimde yapılması gerekir, ama bu tartışmanın yeri de sosyal medya değil bilimin kendi tartışma usulleri ve yerleridir. Bundan bilim insanları gizli gizli bir yerlerde toplanıp son derece gizli konuları konuşuyorlar fikrine kapılmayın. Bilimsel toplantılar herkese açıktır, bilimsel dergilerdeki yayınlara da herkesin erişimi vardır. Bunların çoğu ücretlidir ve bilim insanları da bu kaynaklara erişim için gerekli ücreti ödemek zorunda kalırlar.

Ancak halkın sorduğu sorular bilim insanlarının tartıştıkları sorulardan biraz farklıdır. Sosyal medyada yapılan tartışmalarda da toplumun sorduğu sorulara cevap vermek gerekir. Yalnız sorulara cevap verirken vatandaşın neyi sorduğunu algılamamız gerekir. Mesela son haftalarda kişiler “Geçtiğimiz sene İstanbul’da Temmuz sonunda başımıza gelen dolu felaketi bu sene tekrarlanacak mı?” diye soruyorlar. Yalnız bunu sorma biçimleri “Gene dolu yağacak mı?” şeklinde olduğundan meteoroloji konusu ile ilgilenen kişiler bunu sadece “Dolu yağacak mı?” şeklinde anlıyorlar.

Bu iki soru vatandaş için tamamen aynı gibi görünse de içerik olarak büyük farklılık taşır. Geçen yaz yaşadığımız dolu felaketi sırasında büyük mal kaybı yaşandı. Her dolu yağışında İstanbul’da böylesine büyük kayıplar yaşamamız beklenmez. Bu, İstanbul’da gördüğümüz ilk dolu olayı değildi, son da olmayacak, ama bu dolu maddi anlamda en fazla hasara neden olan dolu olayıydı. Bu problemi yaşamamızın iki değişik açıdan nedenleri var. Öncelikle artık daha fazla insan bir arada yaşıyoruz. Daha fazla araba, daha fazla cam yüzey ve daha ince izolasyon malzemeleriyle kaplı suni ortamlardayız. Bu narin malzemelerin zarar görme olasılığı da doğal olarak daha yüksek. Ama geçen yaz yaşadığımız olay bir doğa olayı olarak da çok şiddetliydi. Öncelikle o gün Marmara Denizi’nin yüzey suları normalden birkaç derece daha sıcaktı. Bu deniz üzerinden üzerimize doğru gelen hücrenin buharlaşma ile birlikte çok fazla su buharı yüklenmesine neden oldu. Ayrıca o zaman diliminde Sahra Çölü üzerinden gelen normalin üzerinde toz da yağmur ve dolu çekirdeklerinin oluşmasını ve büyümesini daha da kuvvetlendirdi. Bunun üzerine bir de havanın fazla sıcak olması dikey hareketi de artırdığından başımıza öylesi bir felaket geldi.

Peki, bu bir daha olur mu? Küresel ısınmadan dolayı Marmara Denizi normalden daha sıcak olmaya devam edecek. Özellikle bu sene sonuna doğru başlayacağı düşünülen El Nino 2019 yazını tarihte yaşadığımız en sıcak yaz yapabilir. Havanın sıcaklığı üzerine toz da bindiğinde bu tür dolu olaylarını yaşamamız kaçınılmazdır.

Yalnız buradaki önemli soru şu: Bunu ne kadar önceden tahmin edebiliriz? Öyle ya her seferinde evden halıları yüklenip arabaların üzerini örtemeyiz. Ayrıca arabaları halı ve kilim kaplama adeti, hırsızlar arasında da ayrı bir ihtisaslaşmaya neden olmaya başladı. Bundan dolayı doğru meteorolojik tahminlere ihtiyacımız var. Kötü haber ise burada karşımıza çıkıyor: Doluyu günler önceden ciddi sayılabilecek bir kesinlikle tahmin edebilmenin bir yolu yok. Tek söyleyebileceğimiz deniz suyu sıcaklığının yüksek olmasından dolayı bulutun kalınlığının artacağı ve bunun da dolu ihtimalini artıracağı.

Yalnız, hepimizin kolayca yapabileceği bir şey var. Meteoroloji Genel Müdürlüğü web sitesinde son senelerde anlık veri paylaşılıyor. Hepimiz bu verileri inceleyerek önümüzdeki birkaç saat içerisinde neler olabileceği konusunda hızlıca fikir sahibi olabiliriz, hatta olmalıyız. O sayfalarda anlık olarak yayınlanan radar görüntüleri bize almamız gereken önlemler konusunda da fikir verecektir. Bir ileri adım olarak MGM’nin bu radar görüntülerini anlık olarak bir televizyon kanalından yayınlaması istenebilir ki aslında bu da gerek yatırım gerekse de teknoloji açısından çok da zor bir konu değil. Nasıl kablolu televizyonda İstanbul trafiğini görebiliyorsak Çatalca’daki radarın çıktısını da inceleyebiliriz. Nasıl bugün “TEM kırmızı” dediğimizde TEM’de trafiğin yoğun olduğunu anlıyorsak radar çıktısını da anlamamız sadece bir alışkanlık meselesidir. Hepimizin bu konudaki zekasına güveniyorum.

Ama bu yazıyı yazmaktaki amacım sadece bunları anlatmak değildi. Özellikle son senelerde sosyal medya “Bakın ben demedim mi dolu yağacak diye, bakın işte yağdı” diye bir avuç dolu fotoğrafı paylaşan arkadaşlarla dolmaya başladı. Sorun bir avuç dolunun yağıp yağmaması değil. Bir arkadaşımız “dolu yağacak” deyip basın kuruluşları da apolitik haber açlığından bunu manşet yapınca çeyizler arabaların üzerini kapladı.

Eğer gerçek bilgi almak istiyorsanız yetkililere kulak verin, ama duyduklarınızı duymak istediğiniz gibi değil söylendiği gibi algılamaya çalışın, çünkü yetkili ağızlar sizin duymak istediğiniz biçimde değil bilimsel şekilde konuşuyorlar. Belki de hepimize birer tercüman gerekiyor Türkçeyi Türkçeye tercüme etmek için.

“Bugün öğle saatlerinde kısa süreli şiddetli yağış görülmesi olasılığı vardır ve bu fırtına geçişleri sırasında dolu da görülebilir” uyarısı aslında elinizde şemsiye olmadan sokağa çıkmayın anlamına gelir, arabanızı halı ile kaplayın değil. Benzer şekilde “İstanbul’un yüksek kesimlerinde kar ve karla karışık yağmur görülebilir” Kadıköy’de bir karış kar olur ve okullar kesin tatildir anlamına gelmez. “Biz dedik bakın ve dediğimiz çıktı” yorumunu kanıtlamak için Acarkent’te yerdeki karın resmini paylaşmanıza gerek yok. Gerçekten orada kar yağabileceğine inanıyoruz zaten. Ama bizim sorduğumuz ya da konuştuğumuz Beykoz’da kar yağması ya da Beylikdüzü’nde bir avuç dolusu dolu olması değil. Bu nedenle ben konuşurken karı şöyle tanımlıyorum: “Şu anda kar yağmaya başladığında, Rumeli Hisarüstü’nde yarın bu saatte de yerde hala kar varsa, kar yağmış demektir.” Sanırım çoğumuzun kar tanımı buna benzer bir şey. Dolu ise geçen seneden beri sanırım şöyle tanımlanıyor “Onca kilimi boşuna sermedik arabanın üzerine, bak sermeyen arkadaş kırılan camı için hala sigortadan onay bekliyor.”

Sonuç olarak, tehlikeli hava olayları her geçen gün daha da artarak karşımıza çıkacak. Buna hepimizin hazırlıklı olması gerekiyor. Ama basında her “dolu” kelimesini gördüğünüzde arabanın üzerine kilim örtmenize ve paniğe kapılmanıza gerek yok. Yalnız bu kapalı garajı olan bir eve taşınmayın anlamına da gelmiyor. O zaman da şunu unutmayın, aşırı yağışlardan dolayı çoğu garajı su basması olasılığı doludan arabanın camının zarar görmesi olasılığından yüksek olabilir. Bu nedenle de lütfen aklınızla hareket edin ve fazla dolduruşa gelmeyin, özellikle de sosyal medyada yazan arkadaşların dolduruşuna.

Sıfır Atık ne demektir?

Dünyamız madde açısından bakıldığında kapalı bir sistemdir. Bundan anlamamız gereken elimizdeki maddeler neyse, onlarla yaşamak zorundayız. Bittiği zaman biraz daha bulmamız mümkün değildir.

Aslında “elimizdeki maddeler bittiğinde biraz daha bulmamız mümkün değildir” çok iddialı bir laftır ve eminim buna itiraz edenleriniz olacaktır. O nedenle konuyu biraz daha açalım. Mesela tarımda kullanılan gübrenin iki ana bileşeni vardır: Azot ve fosfor. Biliyoruz ki atmosferimizin çoğunluğu azot ve neredeyse istediğimiz kadar gübre yapalım, havadaki azotu kullanıp bitiremeyiz. Ama fosfor öyle değil. Çoğumuz farkında olmasak da fosfor bir madendir. Yani dünyanın belirli yerlerinde çıkar ve işlenerek gübre yapabileceğimiz bir hale getirilir. Her ne kadar elimize aldığımız herhangi bir taşın ağırlık olarak yaklaşık binde biri fosfor olsa da ticari anlamda karlı fosfor elde etmek için kayanın en az yüzde 1-2’lik kısmının fosfor olması gerekir. Bu da çok az noktada bulunan fosfor yatakları anlamına gelir.

Kısacası, dünyada çoğu element bizim kullanabileceğimizden çok daha fazla miktarda bulunur, ancak bu elementler ve bileşikler tüm yer kabuğuna dağılmış olduğundan bunların çıkartılıp kullanıma hazır hale getirilmesi çok masraflıdır. Bu nedenle de kaynakları sınırlıdır diyoruz. Bugün kaynakları sınırlı olan nesnelerin gelecekteki bir teknoloji ile sınırsız hale getirilmesi de makul bir düşünce değildir çünkü bugün kaynakları sınırlı yapan bizim bulma veya çıkartma kapasitemiz değildir. Bu kaynaklar dünya yüzeyine azar azar dağıldıkları için gerekli miktarları elde edebilmek için çok geniş alanlarda madencilik yapmak gerekir ki bu işimize gelmez.

O zaman bu maddeleri ikinci elde etme yolumuza gelelim: Kullandıktan sonra geri dönüştürerek tekrar kullanıma sokmak. Bildiğiniz gibi, bir elementi başka bir elemente dönüştürmenin tekniğine simya diyoruz. Her ne kadar Orta Çağ’da simyanın mümkün ve kolay olduğu düşünülüyor olsa da bugün (ve makul gelecekte) simyanın mümkün ama hiç de kolay olmadığını biliyoruz. Bir elementi kullanarak başka bir element elde etmek ancak o elementlerin atomik yapılarıyla oynayarak olur ki, fosfor bitecek olsa bu metodu kullanarak fosfor elde edebilmemiz makul bir çerçevede mümkün değildir.

Bir elementi başka bir elemente çevirmenin makul bir çözüm olmadığını kabul ettiğimize göre yapacağımız diğer şey kullanım sonrasında çıkan artıklardan istediğimiz elementleri geri elde etmektir. Yani fosforu tarımda kullandıktan sonra çıkan ürünlerden fosforu tekrar geri almaktır. Bu da kolayca tahmin edeceğiniz üzere yapılabilecek bir şey değildir, çünkü fosfor ürettiğimiz patatesin yapısına girmiştir, oradan biz yediğimizde bize geçer, bizden de kanalizasyona karışır. Bu durumda fosforu geri elde etmenin yolu kanalizasyondan arıtmak yöntemine dayanır. Takdir edersiniz ki bu yöntemi tarımın sürdürülebilirliğini sağlamak için kullanmak pek makul olmaz.

Bu bizi yazının ana konusuna getiriyor: Tarım için fosfora ihtiyacımız var, yenilenebilir enerjiyi saklayacağımız pilleri üretmek için kobalta ihtiyacımız var, bu listeyi epeyce uzatabiliriz. Tüm bu ihtiyaçlarımızı göz önüne alarak sürdürülebilir bir hayat sürebilmek için gerçekten sıfır atık üretmemiz gerekli. Ama sıfır atık ne demektir?

Sıfır atık, çoğumuzun düşündüğü gibi nesneleri kullandıktan sonra geri dönüştürerek başta kullandığımız ham madde  ihtiyacını azaltmak olamaz çünkü fosfor örneğinde gördük ki her şeyi geri dönüştürmek mümkün değil, geri dönüştürebilsek bile önemli kayıplarımız var. Mesela beyaz bir kağıdı geri dönüştürerek gene beyaz kağıt üretebilmemiz çok zor, genelde yapılan bir alt kalite kağıt üretmek oluyor. Bu nedenle de geri dönüştürme sıfır atık kavramının küçük bir parçası olsa da temeli değil.

Peki sıfır atığın temeli ne? Aslında bu soruya gerek bile yok çünkü cevap içinde saklı, sıfır atığın temeli, atık üretmemektir. Bizden önce doğada atık diye bir kavram yoktu; doğa açısından bakıldığında bu kavram hala yok. Doğada bir canlının atığı diğer bir canlının besinidir. Modern yaşamla bizler atık kavramını yarattık, ancak doğa açısından bakıldığında bu bir gereklilik değildir. Sistemler doğru kurulduğunda bizim de doğanın bir parçası olarak (fazla) atık üretmeden yaşamamız mümkündür.

Bizim modern yaşam olarak kurguladığımız sistem doğrusal ekonomiye dayanmaktadır. Yani biz ham maddeyi doğadan alır, kullanacağımız malzemeyi üretir, kullanır sonra da hepsini tekrar doğaya atarız. Her türlü sistemimiz buna dayanıyor, bunu doğal kabul ediyor ve buna göre yaşıyoruz. Oysa bu sürdürülebilir bir yaklaşım değildir. Doğadaki kaynaklar sınırlı olduğuna göre hep doğadan al, kullan ve sonra da çöpünü doğaya at şeklinde tanımlayabileceğimiz hayat tarzımızı uzun vadede sürdürmemizin mümkün olmadığı artık anlaşılmaktadır.    

Atık üretmeden yaşayabilmemizin yolu doğrusal ekonomi anlayışını döngüsel bir yapıya kavuşturmaktır. “Üretimimizi ve yaşamımızı döngüsel bir yapıya kavuşturalım” demek gayet hoş ve kolay görünüyor ama fosfor örneğinden de anlayabileceğiniz üzere bu çok kolay bir yaklaşım değildir. Hatta belki fosfor örneği en zor problemlerden biri olabilir, onu algılarsak gerisini de çözebiliriz, bundan dolayı fosfor kullanımını nasıl döngüsel hale getirebiliriz problemine bir bakalım:

Öncelikle üretimdeki kayıpları azaltacağız, ama bu madencilik ile ilgili bir konu olduğu için sanırım çoğumuzun günlük ilgi alanı dışında kalır. İkincisi, tarımdaki kullanımının uygun olmasını sağlamak zorundayız. Yani çiftçi bütçesi uygun olduğunca değil toprağın ve ürünün gereğince gübre kullanması gerekiyor. Bunun tarımda ne derece önemli bir reform gerektirdiğini kolayca görebilirsiniz. Tarımda gereksiz ve zamansız kullanılan gübre özellikle iklim değişikliğinin getirdiği yağışlarla birlikte nehirlere ve oradan da deniz ve göllere gidiyor. Bu da daha kullanım gereğini yerine getirmeden yok olan ham madde anlamına geliyor.

Diyelim iyi üretim yöntemleri ve doğru kullanımla fosfor kullanarak besin yetiştirdik. Bu besinin kayıpsız olarak masamıza kadar gelmesi çok büyük önem taşıyor. Arada mutlaka kayıplar olacaktır. Tarladan çıkıp midemize inene kadar oluşacak tüm kayıpların aslında bitkisel madde olduğunu unutmamamız gerekir. Yani bu çöp değildir. Bu atığın kompost yapılarak tarlaya gübre ve besin olarak geri döndürülmesi gereklidir. Tarımsal üretim ya besindir ya da besindir. Atık değildir. Tarla ile mide arasında oluşacak kayıpların kompost yapılarak tarıma geri kazandırılması için gerekli sistemler üretilmelidir. Bu besinlerin toplanarak yakılması ve enerji üretilmesi pek çok açıdan zararlıdır, öncelikle de toprağa geri verebileceğimiz verimin azalmasıdır.

Besinin tarladan mideye uzanan serüvenindeki en önemli kayıp nedeni tarla ile mide arasındaki mesafenin uzunluğudur. Şu anki ekonomik düzen, sadece fiyat ile ilgilenip bu döngünün sağlıklı işleyip işlemediği konusuna kafa yormamaktadır. Her ne kadar oluşabilecek olan kaybı kompost olarak değerlendirebilecek olsak da esas amaç kaybı azaltmaktır. Bunun yolu da tarla ve mide arasındaki yolu olabildiğince kısa tutmaktan geçer.

Tarla ile mide arasındaki yolun önemli bir kısmı da marketlerden geçer. Büyük marketler ve buralardan yapılan alışveriş önemli oranda besinin ziyan olmasına neden olmaktadır. Bunu engellemenin en basit yolu alışverişi günlük yapmaktır. Bu da büyük marketlerdense köşedeki bakkal-manav-kasap üçlüsünü gerektirmektedir. Bunun sağlanması ise ancak şehirleşme politikalarının yeniden düzenlenmesi ile mümkündür. 

Diyelim tüm bunları yerine getirdik, besini eve getirip yedik. Sonrasında evlerimizdeki kanalizasyon sistemleri değişik noktalarda üretilen atık suyun ayrı ayrı toplanıp değerlendirilmesine imkan sağlamamaktadır. Biz daha yağmur suyu ile atık suyu birbirinden ayıran sistemler kurmaktan acizken tuvalet, mutfak, lavabo, banyo gibi değişik noktalarda, değişik kimyasal kirleticilere maruz kalmış suyu ayrı ayrı toplayıp içinden bize gerekli olan kimyasalları ayırmak zorundayız.

Umarım “sıfır atık” kavramının, çöpleri ayrı toplayıp geri dönüşüme göndermekten çok daha zor ve sistemsel çözümler gerektiren bir konu olduğunu daha anlaşılır bir hale getirebilmişimdir. Tahmin edeceğiniz üzere evdeki plastik atıkları toplayarak geri dönüşüme kazandırmak çok daha kolay ama kısmen de insanlığın devamı açısından daha az önemli bir konudur.