25 Aralık 2013 Çarşamba

İklim açısından 2013 değerlendirmesi

Eminim bunu ilk olarak benden duymuyorsunuz: Bu yıl da dünyanın iklim dengesi bozulmaya devam etti ve yakın gelecekte de bir düzelme olacak gibi durmuyor. Bu yılın sonunda ana başlıklarla bir değerlendirme yapacak olursak:
·      Ölçüm yapılan tarihte, ilk defa atmosferdeki karbondioksit seviyesi milyonda 400 parçacığı (400 ppm) aştı. Dünyada günlük insan etkilerinden en uzak noktalardan birinde, Hawaii'deki bir volkanın tepesinde yer alan Mauna Loa gözlemevinde 1958 yılından bu yana her gün atmosferdeki karbondioksit seviyesi ölçülüyor. 1958 yılında 315ppm olan karbondioksit seviyesi bu yıl Mayıs ayında milyonda 400 parçacığı ilk defa aştı. Atmosferde bu kadar karbondioksit en son bundan 15 milyon yıl önce vardı ve o zamanlar dünyanın ortalama sıcaklığı şimdikinden 4 derece daha fazlaydı, deniz seviyesi ise şimdikinden 30 metre daha yüksekti. Bir de bu karbondioksit miktarının yıldan yıla artıp azaldığı düşünülmesin, atmosferdeki karbondioksit her yıl 2-3 ppm artıyor, hiç durmadan.
·      İklim değişikliğinin bilimsel bulgularının yorumlanması konusunda dünyadaki en yetkin kuruluş Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC)’dir. IPCC her 6-7 yılda bir iklim değişikliği konusunda eldeki bilimsel verilerle ilgili ayrıntılı raporlar yayınlar. Bu yılın Eylül ayında yayınlanan rapor, iklim değişikliğine insanların neden olduğunu neredeyse kesin bir biçimde ortaya koydu. Ayrıca, bu rapora göre yaşadığımız son otuz yıl ortalama sıcaklıkları bilebildiğimiz son 1400 yıl içerisindeki en sıcak dönem oldu. Yaşadığımız her on yıl, bir önceki on yıldan daha sıcak olacak. Ülkemiz 2100 yılında bugünkünden 4 derece daha sıcak olacak.
·      Bu sıcaklık artışı bizim kadar doğadaki canlılar açısından da ciddi tehlikeler içeriyor. IPCC raporu dünyanın 3.50C ısınması halinde dünyadaki canlı türlerinin %40 ila %70'inin yok olma tehdidi ile karşı karşıya olduğunu söylüyor. Normalde kışın soğukta larvaları ölen çam zararlıları sıcaklıkların artması ile birlikte yayılmalarını sürdürüyorlar. Her geçen sene kuzey ormanları bu zararlıların istilasına uğruyor, 2013 de bir istisna olmadı. Atmosferdeki karbondioksidin denizde çözünmesiyle denizler daha asidik olduğu için okyanuslardaki canlı dengesi de daha da bozuldu. Akdeniz'de yosun ve denizanası miktarı diğer canlıların varlığını tehdit edecek boyuta ulaştı. Amazon'da orman alanlarının kaybı bir yıl önceye oranla %28 arttı. Aşırı avlanmadan dolayı bir yandan balık miktarı ciddi biçimde azalırken diğer yandan buna bağlı olarak balık fiyatlarında artış görüldü.
·      Kasım 2013, tarihte (ölçülen) en sıcak Kasım ayı oldu. Şubat ayında Avustralya yazı yaşarken sıcaklıklar 54 dereceyi buldu, 2013 yazında Şanghay'da sıcaklıklar dört gün üst üste bir önceki sıcaklık rekorundan daha yüksekti. Dünyanın her köşesinden sıcaklık rekorları bildirildi. Bu rekor sıcaklıklarla birlikte Kuzey Yarım Kürede ABD'de, Güney Yarım Kürede ise Avustralya'da geniş alanlarda orman yangınları görüldü. Normalde çalı yangınlarının çok yadırganmadığı Avustralya'da yangın sezonu tam bir ay erken başladı.
·      Etkileri bize ulaşmasa da ABD'nin batı bölgelerindeki kuraklık on üçüncü senesini de doldurdu. San Fransisco ve Los Angeles gibi şehirler artık ciddi su sıkıntısı çeken bölgeler halini aldı. Ülkemizde ise İstanbul son beş yılın en kurak senesini geçirdi. Aralık ayı sonu itibariyle İstanbul'u besleyen barajlardaki doluluk oranı %37 civarına indi. 2009 yılında bu oran %92 idi. Bu bize gelecek yaz nasıl kesintiler olacağını anlatmaya yeter sanırım.
·      Doğal gazın ülkemize girmesiyle azalan hava kirliliği, bol bol dağıtılan kömürle birlikte özellikle kış aylarında önemli oranda arttı. Ancak Çin bu alanda birinciliği kimseye kaptırmadı. Enerji üretimi büyük miktarda kömür tüketimine dayanan Çin'deki büyük şehirlerde hava kirliliği, Dünya Sağlık Örgütü'nün “zehirli” olarak kabul ettiği oranın bile üç kat üstüne çıktı.
Ancak tüm bunların ötesinde bizi endişelendirmesi gereken ana konu genelde insanların özelde ise politikacıların tutumları oldu. Ülkemiz gündemi bir hayli yoğun olduğu ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın çevreden başka ilgilenmesi gereken epey konu olduğundan ülkemiz, üzerinde fazla kafa yormadan iklimi ve çevreyi kirletmeye devam etti. Dünyada ise farklı bir oyun oynanıyor. Kyoto Protokolü'ne taraf olan Kanada, bu protokol yükümlülüklerini yerine getirmeyeceğini açıklamakla kalmadı, aynı zamanda Alberta'da bulunan katran kumullarından petrol üreterek zaten kirli olan petrolün de en kirli üretim metodunu uygulamış oldu. Haziran ayında iklim değişikliği ile savaşacağını açıklayan Amerikan Başkanı Obama bu konuda yeterli adımları atmayı bir kenara bırakın “fracking” denen kayaları parçalayarak içindeki doğal gazı çıkartma yöntemlerine kapıyı ardına kadar açtı. Senenin son ayında da bununla da kalmayarak Kanadalıların katran kumullarından elde ettiği petrolü Amerika'ya taşıyacak olan petrol boru hattının yapımına, tüm çevre örgütlerinin karşı çıkmasına rağmen onay verdi.
Her yaz gittikçe artan çalı yangınları ile boğuşan Avustralya yeni bir başbakan seçti, ancak bu başbakanın ilk eylemi İklim Komisyonu'nu kapatıp karbon vergisini kaldırma çalışmalarına başlamak oldu. Depremden dolayı nükleer santrallerini kapatmak zorunda kalan Japonya ise artık karbon salımlarını azaltma konusuna önem vermeyeceğini açıkladı.
Politikacıların tüm bu duyarsızlıkları içerisinde dünya, iklim felaketleri ile savaştı bir yıl boyunca. Filipinleri vuran Haiyan Tayfunu'nun hemen ertesinde yapılan BM İklim Zirvesi ise iki haftalık görüşmelerin ardından bir kez daha, ciddi bir sonuca varılamadan kapandı. 2014 yılında iklim ve çevreye daha duyarlı bir dünyada yaşamayı ummaktan başka çözüm kalmadı artık.

1 Aralık 2013 Pazar

Son İklim Felaketi – Süper Tayfun Haiyan

Geçen ay Brüksel'deki Bölgesel İklim Değişikliği Konferansı'na katılan Munich Re İklim Riskleri Sorumlusu Ernst Rauch “İklim riskleri artık geçmiş meteorolojik verilerle belirlenemeyecek duruma geldi” demişti. Bu cümleyi Twitter'dan paylaştığımda Amerikalı bir iklim değişikliği inkarcısı “Ama bu sene son 40 yılın en sakin kasırga sezonunu geçiriyoruz, siz ne dediğinizi bilmiyorsunuz” diyerek üzerime saldırmıştı. Daha bu cümlelerin üzerinden bir hafta geçmeden Pasifik Okyanusu'nda karaya ulaşan şimdiye kadarki en kötü tayfun Filipinler’i vurdu. Dolayısıyla ısrarla “küresel ısınma” yerine “küresel iklim değişikliği” demeye çalışmamızın arkasındaki ana neden de bu: Atlantik Okyanusu son yıllardaki en sakin kasırga sezonunu geçirirken Pasifik Okyanusu tarihindeki en kötü tayfunla boğuşuyor olabilir. Ama genele baktığımız gördüğümüz manzara bize iklimle ilgili felaketlerin tüm dünyada artmakta olduğunu söylüyor.

Yanlış anlamaya sebep olmamak için konumuzu anlatmaya en temelden başlamakta fayda var. Bizim konuşma dilimizde serbestçe kullandığımız kelimelerin meteoroloji açısından çok farklı anlamları olabiliyor. Bunları baştan tanımlamamız gerekirse, hortum, kasırga, tayfun ve siklon birer fırtınadır; ancak büyüklük açısından hortum kasırga, tayfun ve siklondan ayrılır. Genelde ülkemizde güney sahillerinde gördüğümüz, büyüklüğü 20-100 m arasında olan yerden buluta doğru uzanan, huni şeklinde ve hızla dönen fırtınaya hortum deriz. Kasırga, tayfun ve siklon da aynı hortum gibi dönen fırtınalardır, ancak bunların büyüklüğü yüzler hatta binlerce kilometre ile ifade edilir. Mesela geçen sene ABD'nin doğu sahilini etkileyen Sandy Kasırgası'nın büyüklüğü 1800 km idi. Ayrıca, bir fırtınaya kasırga diyebilmemiz için rüzgar hızının saatte en az 119 km olması lazım gelir. Rüzgar hızını da daha iyi tarif etmemiz gerekir. Burada söz edilen, arada bir esen ve ortalığı dağıtıp sonra sakinleşen bir rüzgar değildir; bir fırtınanın kasırga olarak nitelendirilebilmesi için rüzgarın 10 dakika boyunca saatte en az 119 km hızla esmesi gerekir. Kasırga, tayfun ve siklon bu tanıma uyan fırtınalardır. Ancak bu fırtınalar Atlantik veya Pasifik Okyanusu'nda Amerika Kıtası çevresinde görülürse kasırga, Pasifik Okyanusu'nun batısında, yani Asya kıyısında görülürse tayfun, Avustralya'nın batısında ve Hint Okyanusu'nda görülürse siklon adını alır, ama sonuçta fiziksel olarak üçü de aynı tür fırtınadır.

Bu fırtınalar sadece okyanuslar üzerinde oluşurlar ve oluşmaları için okyanusun yüzey sıcaklığının en az 28oC olması gerekir. Oluştuktan sonra da okyanus yüzeyindeki nemli ve sıcak hava ile beslenirler. Okyanus yüzeyi ne derece sıcak olursa oluşan fırtına da o denli güçlü olur. Fırtına ne denli güçlü ise yolunun üzerine çıkacak kara parçalarına vereceği zarar da o denli büyük olur. Dünya'da okyanus yüzeyinin en sıcak olduğu bölge Endonezya ve Filipinler çevresidir. Dolayısıyla da dünyanın şiddetli fırtınalardan en fazla etkilenen bölgelerinin başında da Filipinler gelir.

Birleşik Tayfun Uyarı Merkezi (JTWC) 2 Kasım'da Mikronezya Adaları'nın doğusunda bir alçak basınç sisteminin oluşmakta olduğunu bildirdi (Tüm büyük fırtınalar bu tür alçak basınç sistemlerinin dönerek güçlenmesi ile oluşur). 5 Kasımda Japon Meteoroloji Ajansı (JMA) tarafından batıya doğru ilerlemekte olan bu alçak basınç sistemi tayfun kategorisine yükseltildi (Yani sürekli rüzgar hızının saatte 119 km'yi aştığı belirlendi) ve Haiyan adı verildi (Çince'de bir tür deniz kuşu). 6 Kasım'da bizim fazla haberimiz olmasa da Haiyan Mikronezya'nın Kayangel Adası üzerinden geçti. Tayfunun deniz seviyesinde meydana getirdiği yükselmeden dolayı Kayangel Adası'nın tamamı denizin altında kaldı, adadaki tüm binalar yok oldu ve tüm yaşayanlar tahliye edilmek zorunda kaldı.

Haiyan 7 Kasım'da Filipinler'in Samar Adası'nda kıyıya ulaştığında 10 dakikalık sürekli rüzgarın hızı saatte 245 km, bir dakikalık sürekli rüzgarın hızı da saatte 315 km olarak ölçülmekteydi. Bunu şöyle anlamamız gerekiyor: Arada aşırı sert estiğinde saatte 315 km hıza ulaşıyor, sakinleştiği zamansa hızı saatte 245 km’dir. Saatte 245 km hızla esen bir rüzgar hiçbir çatıda kiremit bırakmaz. Siz isterseniz o çatıdan kopan kiremidin saatte 245 km hızla size doğru geldiğini bir hayal edin. Samar Adası'nın doğu kıyısındaki insanlar da bunu hayal etmek istemedikleri için sığınaklara doluştular. Kıyıdaki Tacloban kenti 220.000 nüfuslu ve tamamı deniz kıyısında bir şehir. Haiyan şehri güneyinden geçerken deniz seviyesinde neden olduğu yükselme neredeyse 5 metreyi bulduğu için şehrin tamamı 2004 depremi ardından yaşanan tsunamide olduğu gibi dev dalgaların altında kaldı. Hem de bu sefer gelen sadece bir deprem dalgası değil saatlerce süren bir fırtınaydı. Haiyan bölgeyi terk ettiğinde sadece Tacloban şehrindeki ölü sayısı 10.000'i aşıyordu, bunun önemli bir kısmı da sığınaklarda boğularak ölen insanlardan oluşuyor. Bölgenin bu önemli şehrinin ana havaalanı da enkaz haline geldiği için bölgeye yardım ulaştırmakta güçlük çekiliyor. Bölgede ölüler toplanamadığı için can kaybının ne kadar olduğu tam olarak bilinmese de ölü sayısının 20.000'e yakın olabileceği söyleniyor.

Peki böylesi önemli bir hasar nasıl oluştu? İklimi sona bırakacak olursak, Endonezya ve Filipinler dünyanın en fakir ülkelerinden. Dolayısıyla da Haiyan gibi bir süper tayfunu ya da 2004 Sumatra depremini haber alsalar bile buna karşı önlem alabilecek kapasiteden yoksunlar. Tacloban'daki ölülerin çoğunun tayfuna karşı kurulan derme çatma sığınaklarda olduğunu söylemekte fayda var.

Filipinler volkanik adalar ve atoller topluluğu olduğu için nüfusun büyük çoğunluğu deniz kıyısında yaşıyor, bu da tayfun sırasında yükselen denizin büyük hasar vermesine yol açıyor. Fakirlikle birlikte tepelerdeki ormanlar da kesildiği için dağlara yağan yağmur çamur olup kıyılara akıyor, bu da fırtınanın etkisini arttıran etkenlerden biri oluyor.

Ama bunların yanında unutmamamız gereken en önemli nokta, geçtiğimiz 13 ay içerisinde dünyamızın, hem çapı en büyük kasırgayı hem de rüzgar hızı en yüksek tayfunu gördüğü ve bunların hiçbirinin tesadüf olmadığıdır. Kesin olarak söyleyebileceğimiz bir bilimsel gerçeklik var: Fırtınalar, hortumlar, şiddetli yağışlar gibi hava olaylarının oluşması için enerji gereklidir. Atmosfer için bu enerji ısı enerjisidir. Yani atmosfer ne derece ısınırsa o derece fazla enerjiye sahip olur, bu da oluşacak hava olaylarının daha şiddetlenmesi anlamına gelir. Atmosfer ısındıkça kasırgalar daha büyüyecek, tayfunlar daha şiddetlenecek, hortumlar daha önce görülmedikleri yerlerde de görülmeye başlanacak, kuraklıkların ardından gelen sel felaketlerini daha sık duymaya başlayacağız. Bunların hepsinin ardında aynı gerçek yatıyor. Biz atmosfere başta karbondioksit olmak üzere sera gazlarını salıyoruz, bu sera gazları atmosferin ısınmasına sebep oluyor, ısınan atmosfer de şiddetli hava olaylarını arttırıyor. Bu felaketlerin ilerde yaşamımıza daha fazla girmemesi için yapmamız gereken şey insanlık olarak acilen sera gazı salımlarımızı azaltmaktır.   

29 Kasım 2013 Cuma

Ülkemizin iklim değişikliği performansı

Orijinal yayın: 30.11.2013 T24 İnternet Gazetesi
Germanwatch, gelişmiş ülkelerin az gelişmiş ülkeler üzerindeki negatif etkilerini sürdürülebilir kalkınma bağlamında gözlemleyen, analiz eden ve bu etkilerin giderilmesi üzerine fikir üreten bir düşünce kuruluşu. Bu kuruluş, her sene sonunda atmosfere en fazla karbondioksit salan ülkelerin iklim değişikliği performanslarını değerlendirdiği bir rapor yayımlıyor.
Germanwatch raporunda, öncelikle ülkelere bir iklim değişikliği notu veriliyor. Bu not çok iyi – iyi – orta – kötü – çok kötü ölçeğinde değişiyor. Bu ölçeğe göre ülkemiz geçen seneki “çok kötü” notunu bu sene de korudu. Geçen sene olduğu gibi bu yıl da hiçbir ülke “çok iyi” notuna layık görülmedi; “iyi” notu alan ülkeler arasında Danimarka bu sene de en üstte yer aldı.
İklim Değişikliği Performans İndisi için yapılan analize şu etmenler katkıda bulunuyor:
%30 Ülkenin ne kadar karbondioksit saldığı
%30 Ülkenin karbondioksit salımındaki değişim miktarı
%5 Ülkenin enerji verimliliği
%5 Ülkenin enerji verimliliğindeki değişim miktarı
%2 Ülkenin enerji üretiminde yenilenebilir enerjinin payı
%8 Ülkede üretilen yenilenebilir enerjinin değişim miktarı
%20 Ülkenin iklim değişikliği alanında uyguladığı ulusal ve uluslararası politikaların uzmanlar tarafından değerlendirilmesi
Geçen sene 46.60 puanla 57. sırada bulunan Türkiye'nin bu seneki notu 100 üzerinden 46.47 ve bu notla 61 ülke arasında 54. sırada bulunuyoruz. Yani geçen seneye göre notumuz düşmesine rağmen bizden daha sert düşüş gösteren ülkeler olduğundan sıralamadaki yerimiz yükselmiş. “Çok kötü” kategorisinden “kötü” kategorisine yükselebilmemiz için de 52 puan toplamamız gerekiyor, bu da sadece “kötü” olabilmek için ne derece çaba sarf etmemiz gerektiğinin bir göstergesi.
Değerlendirme kategorilerine baktığımızda, bizi sonuncu olmaktan az da olsa kurtaran faktörün karbondioksit salımlarımızın çok yüksek olmaması olduğu görülüyor. Sadece bu kategoride 61 ülke arasındaki notumuz “iyi”, bu da devletimizin karbondioksit salımı konusuna önem vermemesinin temel sebebi. “Biz nasılsa toplamda az karbondioksit salıyoruz” düşüncesi bugün için bizi az da olsa kurtaran bir argüman olsa da, ikinci kategoriye, yani salımların değişimine baktığımızda notumuz hemen “çok kötü”ye düşüyor. Salımlar konusunda çok kötü ülkelerden ABD bizim tersimiz bir eğilim göstererek salımların değişiminde “iyi” not alıyor. Bu da günümüzde çok salan ülkelerin salımlarını azaltma yolunda çaba sarf ettiğini, bizim ise bu politikalarla yakın vadede uluslararası alanda ciddi sorunlar yaşayacağımızı gösteriyor.
Geri kalan üç ana değerlendirme kriterinde, yani enerji verimliliği, yenilenebilir enerji üretimi ve enerji politikalarında notumuz hep “çok kötü”. Devlet politikası olarak karbondioksit salımlarına önem vermememizi hep “daha gelişmekte olan ülke olduğumuz” savına dayandırmamıza rağmen İklim Değişikliği Performans İndisi bizi bu konuda çok üzecek bir sonucu barındırıyor. Bu listede, bizimle birlikte gelişmekte olan ülkeler kategorisinde yer alan Meksika 61.50 puanla 20., Hindistan 57.16 puanla 30., Brezilya 55.53 puanla 36., Çin 52.41 puanla 46. sırada yer bulurken, ülkemiz 46.47 puanla listenin en altında yer alıyor.
Kişisel olarak kabullenmesem de devletimizin “ben gelişmek için fosil yakıtlara bağımlı enerji üretmeye mecburum” söylemini anlayabilirim. Ancak diğer kategorilerde, yani enerji verimliliğini sağlama, yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelme ve gerek ulusal gerekse de uluslararası alanda iklim politikaları üretme konusunda atacağımız adımların tamamı aslında gelişmekte olan ülke çabamıza koşut olarak atılamayacak adımlar değil. Enerji verimliliği, çoğunu dışarıdan aldığımız kaynaklarla sağladığımız enerjinin boşa gitmemesini sağlar. Yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmek gene aynı sebeplerden dış ülkelere olan enerji bağımlılığımızı azaltarak ekonomimizi güçlendirir. Tüm bunları sağlamak için üreteceğimiz politikalar da bizi iklim konusunda toplantılarda yalnız ve köşeye saklanan ülke konumundan lider ülke konumuna yükseltebilir. Burada ihtiyacımız olan şey bahanelerin ardına saklanmadan gerçekçi politikalar üretmektir, bu da özellikle tek parti iktidarı ile yönetilen bir ülkede istense sağlanabilir.

20 Kasım 2013 Çarşamba

Buzullar deniz seviyesini ne kadar yükseltecek?


Orijinal yayın: 20.11.2013 Birgün Gazetesi

Küresel iklim değişikliğinin beklenen etkilerinden biri küresel deniz seviyelerindeki yükselmedir. Deniz seviyesindeki yükselmenin iki sebebi vardır ve bunlardan ilki hepimizin bildiği gibi buzulların erimesidir. Dünya yüzeyindeki buzulların ise iki türü vardır. Birincisi deniz üzerindeki buzullar, diğeri de kara üzerindeki buzullardır. Her ne kadar Titanik filminde buz dağının çoğu denizin üzerinde görünse de denizde yüzen buz dağlarının ana kısmının denizin altında olduğunu biliriz. Dolayısıyla bu buz dağları eridikleri zaman, deniz seviyesini ciddi biçimde değiştirmezler. Kutup ayılarının yaşadığı Kuzey Buz Denizi aynen bu durumdadır. Kuzey Kutbu’ndaki buzların erimesi ciddi bir felakettir; ancak bu, deniz seviyesini fazla yükseltmez.
Kara üzerindeki buzulların durumu ise farklıdır. Zira kara üzerindeki buzullar eridikleri zaman, buradan denizlere akan sular deniz seviyesini, eriyen buzulların kalınlığı kadar yükseltir. Buzullar deyince gözümüzün önüne her ne kadar Alpler ya da Himalayalar gelse de esas dikkat edilmesi gereken buzullar Grönland ve Antarktika’da bulunur. Grönland ve Antarktika’daki buzullar dünyanın bugünkü sıcaklığında bile erimeye başladılar. Gelecekteki daha sıcak dünyada bu buzulların erimesi daha da hızlanacaktır.
Dünyanın iklim değişikliği alanındaki en büyük otoritesi olan Birleşmiş Milletler’in bir alt kuruluşu olan IPCC’nin raporları, yaşadığımız yüzyıl içerisinde deniz seviyesinin 1 metre yükselebileceğini söylüyor. Ancak ilk yayınlanan IPCC raporundan bugüne kadar geçen sürede tüm IPCC raporlarının aslında gerçekleşenden çok daha iyimser senaryolar ortaya koyduğunu biliyoruz.
IPCC’nin bu iyimser senaryoları iki temele dayanır. Bunların birincisi Grönland ve Antartika buzullarının aslında 2100 yılına kadar erimeyeceği, ikincisi ise 2100 yılına kadar iklimde beklenmeyen bir değişikliğin olmayacağıdır. Eğer Grönland ya da Antarktika’daki buzullar oldukları yerde erimek yerine parçalanıp kayarak denize karışacak olursa bu buzulların erimesi ciddi anlamda hızlanır. Böylesi bir senaryo özellikle Grönland için bu yüzyılda beklenebilir. Grönland’daki buzulların erimesi durumunda dünyadaki deniz seviyesi 6-7 metre artış gösterecektir. Bu yüzyıl içerisinde olması beklenmese de Doğu Antartika’daki buzulların erimesi deniz seviyesini yaklaşık 80 metre yükseltecektir. Bu iki olay, bugün her ne kadar bize bilim kurgu gibi görünse de çok uzak olmayan bir gelecekte dünyanın baş etmesi gereken sorunlar listesinin tepesine yerleşebilir. Dünya nüfusunun yarısına yakın kısmının deniz seviyesinden itibaren ilk yüz metrelik yükseltide yaşadığı düşünülecek olursa bu sorunun boyutu daha rahat anlaşılabilir.

HORTUM, TÜRKİYE’YE UZAK MI?
Kasım ayı başında Filipinleri vuran Haiyan Tayfunu on binin üzerinde insanın hayatını kaybetmesine neden oldu. Ölen insanların çoğunluğu Samar Adası’ndaki 220 bin nüfuslu Tacloban kentinde yaşıyordu. Bu kentin temel özelliği, fırtına yolunun üzerinde olmasının yanında deniz kıyısında ve düzlükte kurulu olmasıydı. Dolayısıyla da fırtınayla birlikte kabaran deniz 5 metre yükseklikteki dalgalarla Tacloban şehrini yerle bir etti. Bu olay bize gelecekte göreceğimiz felaketlerin de bir göstergesi olmalıdır.
Türkiye’den bakarak bu tür fırtınaların bize çok uzak olduğunu düşünebiliriz. Ama en iyimser iklim raporlarında bile deniz seviyesinin bizim yaşam süremiz içinde bir metre artacağını okuyoruz. Bu bizim açımızdan şu demek: Ülkemizde bizleri besleyen tarım üretiminin önemli bir kısmı denize yakın ovalardan elde edilir. Kısa sürede deniz seviyesi bir metre yükseldiğinde Karadeniz’de Bafra ve Çarşamba Ovaları, Ege’de Büyük Menderes, Küçük Menderes ve Gediz Ovaları, Marmara’da Sakarya ve Meriç Ovaları ve Akdeniz’de Çukurova ciddi anlamda toprak ve verim kaybına uğrayarak önemli kısmı sular altında kalacaktır. Bu topraklar her ne kadar Türkiye yüzölçümünün küçük bir kısmını oluştursalar da tarım üretimimizin önemli bir kısmı buralardan gelmektedir.

ADANA’DAN TEKNEYE BİNMEK
Deniz seviyesinde 1 metrelik bir yükselme, neredeyse, günümüzdeki en iyimser beklentiyi yansıtıyor. Ancak daha kötümser görüşler deniz seviyesinin yüzyılın sonuna dek 4-6 metre arasında artabileceğini de söylüyor. Kıyı şehirlerinde yaşayanlar bu 4-6 metre artışın ne anlama geleceğini çok daha iyi anlayacaklardır. Çukurova’da deniz seviyesinden 6 metre yüksekliğe ulaşabilmek için Karataş’tan Adana yönüne 25 km gitmek gerekir. Sular 6 metre yükseldiğinde Adana ile Akdeniz arasındaki mesafe yarıya inmiş olacaktır. Çarşamba Ovası, Çukurova’ya göre daha şanslıdır, orada deniz seviyesinde 6 metrelik bir yükselme sadece denizden 7-8 km mesafedeki alanları sular altında bırakacaktır. Daha az şanslı Söke Ovası’nda bu mesafe 25 km’yi, Meriç Havzası’nda ise 30 km’yi bulmaktadır.
Öncelikle bilmemiz gereken konu şu: İklim değişikliği vardır ve etkilerini yeni yeni görmeye başlıyoruz; ancak şu anda bunu durdurmak için bir şeyler yapmayacak olursak gelecekte bunun etkileri çok daha büyük olacaktır. Yani “Eğer deniz seviyesi yükselecek olursa” demiyoruz, “Deniz seviyesi yükseldiğinde” diyoruz. Tam olarak emin olamadığımız ise, bu yükselmenin bizim hayat süremizde mi yoksa torunlarımızın hayat süresinde mi gerçekleşeceği. Ancak şu anda, dünyanın ortalama sıcaklığı sadece 0,9oC arttığında bile kutuplardaki buzlar eriyor. Dünyanın ortalama sıcaklığı arttıkça bu erime de hızlanacak ve sonunda, bu 2100 yılı olabilir veya 2300 yılı olabilir, kutuplardaki tüm buzullar eriyecek. Bu noktadaki Türkiye haritası bugünkünden ciddi anlamda farklı olacak. IPCC Üçüncü Değerlendirme Raporu’na göre tüm buzullar eridiğinde dünyadaki deniz seviyesinin 60-80 metre arasında yükselmesi bekleniyor. Bu Türkiye açısından şu anlama geliyor:

‘NAZİLLİ’YE DENİZ GELECEK’
Bugünkü şehirlerimizden, Trabzon’un önemli kısmı, Giresun, Ordu, Samsun’un önemli kısmı, Sinop, Bartın, Zonguldak’ın önemli kısmı, Adapazarı, İzmit, İstanbul’un önemli kısmı, Tekirdağ, Edirne, Yalova, Çanakkale, Aydın, İzmir ve Manisa’nın önemli kısmı, Antalya, Mersin, Adana ve İskenderun tamamen sular altında kalacak. Kalan insanlar kıyıdan motora binip 15 km açılıp çocuklarına “Bak işte burası Çarşamba, eskiden senin dedelerin burada yaşarmış” diyecekler.


‘İSTEMEDEN’ KANAL İSTANBUL
Bununla birlikte bazı yerler de deniz kenarı olarak kıymetlenecek, mesela deniz, Ege’de Salihli, Ödemiş ve Nazilli’ye ulaşacak. Deniz seviyesindeki yükselmeden en kötü etkilenecek bölgelerin başında Çukurova gelecek. Bugün insanların yoğun olarak yaşadığı bu bölgenin tamamı deniz seviyesindeki yükselmeyle sular altında kalacak: Bir de günümüzün çok tartışılan projesi Kanalİstanbul biz istesek de istemesek de gerçekleşmiş olacak.
Eğer iklim değişikliğine karşı acilen önlemler almaya başlamazsak torunlarımızı bekleyen dünya böyle bir yer olacak. Daha bu değişikliği durdurabilmek için çok geç değil, yeter ki bizler konunun önemini anlayıp harekete geçelim.

13 Kasım 2013 Çarşamba

İklim görüşmeleri ve dünyanın geleceği

Orijinal yayın: 13.11.2013 T24 İnternet Gazetesi
11-22 Kasım tarihleri arasında Polonya'nın başkenti Varşova'da, Birleşmiş Milletler'in senelik, büyük katılımlı İklim Değişikliği Konferansı düzenleniyor. Bu konferans çerçevesinde dünya ülkeleri bizi her gün daha da kötü iklim koşulları ile karşı karşıya bırakan iklim değişikliğine çare bulmak için politik çözümler üretmeye çalışacaklar.
 Dünyada iklim değişikliği alanında çalışmalar yapan iki ana çalışma grubu var. UNFCCC (Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi) Sekreteryası ve IPCC (Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli). Bunların ilkinin çalışma alanı iklim değişikliğine politik bir çare üretmek, ikincisinin ana çalışma alanı da üretilecek bu politikaların üzerine inşa edileceği bilimsel verileri derlemek. UNFCCC, 1992 yılında BM'in Rio de Janeiro'da düzenlediği Dünya Zirvesi sonucunda imzalanmış bir anlaşmadır. Bu anlaşmaya BM'e üye ülkelerin neredeyse tamamı (Güney Sudan hariç) taraf olmuşlardır. Türkiye bu anlaşmayı 24 Şubat 2004 yılında kabul etmiştir. UNFCCC Sekreteryası da bu anlaşmanın işlerliğini denetlemek için görev yapar.
UNFCCC temel olarak iklim değişikliğinin var olduğunu ve durdurulması için çaba gösterilmesi gerektiğini kabul eder. Buna göre, dünyadaki ülkeler üç ana gruba ayrılır. İklim değişikliği konusunda tarihi sorumlulukları bulunan, sera gazı salımında kısıntıya gitmesi gereken ve iklim değişikliğinin durdurulması için maddi kaynak sağlaması gerek ülkeler ilk grubu oluştururlar (örneğin; Batı Avrupa ülkeleri, ABD ve Japonya). İkinci grupta iklim değişikliği konusunda sorumlulukları olan ve sera gazı salımında kısıntıya gitmesi gereken ülkeler bulunur (örneğin; Türkiye). Son grupta ise iklim değişikliği konusunda sorumlulukları olmayan gelişmekte olan ülkeler bulunur (örneğin; Afrika ülkeleri).
IPCC ise 1988 yılında Dünya Meteoroloji Örgütü ve Birleşmiş Milletler Çevre Programı' nın ortaklaşa kurduğu ve BM'ye bağlı olarak çalışan bir paneldir. IPCC genelde iklim bilimi uzmanlarından oluşur ve her 6-7 senede bir hükümet yetkililerinin de katılımıyla iklim değişikliği biliminin geldiği noktayı açıklayan bir rapor açıklar. IPCC'nin Beşinci Raporu bildiğiniz gibi 27 Eylül'de Stockholm'de açıklanmaya başlandı.
UNFCCC'ye taraf olan ülkeler ise iklim değişikliğini durdurma alanında yapılan ilerlemeleri ve gelecekte yapılacakları görüşmek için her sene sonunda toplanırlar. Bu toplantılara COP (Conference of Parties - Taraflar Konferansı) adı verilir. Bu sene bu toplantıların on dokuzuncusu Varşova'da düzenleniyor. Mesela, geçmişte çok sözü edilen Kyoto Protokolü bu toplantıların Kyoto'da düzenlenen üçüncüsü sonunda alınmış kararlar dizisidir.
Kyoto Protokolü sera gazı azaltım yükümlülüğü olan devletlerin 2008-2012 yılları arasında toplam sera gazı salımlarını %6-8 arasında azaltmasını öngören bir antlaşmadır. 2013 sonrasında neler yapılması gerektiğine dair çalışmalar çok önceden başlamış olmakla birlikte 2009 yılında Kopenhag'da yapılan COP-15 bir anlamda iklim değişikliği görüşmelerinde önemli bir dönüm noktası olmuştur. Kopenhag'taki toplantıda 2012 yılından sonraki iklim değişikliği rejimine dair bir karar çıkmaması, hatta gelişmiş ülkelerin bir karara yaklaşamamaları daha sonraki iklim görüşmeleri açısından belirleyicidir. Kopenhag ve sonrasındaki toplantılarda üzerinde anlaşılabilen tek konu küresel iklim değişikliğini engelleyebilmek için küresel ortalama sıcaklık artışını iki derecenin altında tutabilme gereğidir. Bilimsel açıdan bakıldığında küresel ortalama sıcaklık artışını iki derecenin altında tutabilmek için yapılması gerekli olan şeyler bellidir. Bunların başında da özellikle gelişmiş ülkelerin sera gazı salımlarını ciddi anlamda azaltmaları gelmektedir. Burada ciddi anlamda azaltmaktan kasıt ise bu ülkelerin, sera gazı salımlarını 2050 yılına gelmeden 1990 salım miktarlarının beşte birine düşürmeleridir. Gelişmiş ülkeler de konforlarından ve teknolojik üstünlüklerinden vazgeçmek istemediğinden iki dereceden fazla bir artışın dünya üzerindeki yaşamı ciddi şekilde değiştireceğini bilseler de eyleme geçmekte isteksiz davranmaktadırlar.
2013 Varşova COP-19 toplantısı da benzer bir anlayış içerisinde 11 Kasım'da başladı. Filipinler'deki tayfun felaketi ardından umudumuz, bu felaketlerin iklim değişikliği ile olan ilgilerinin ortaya konarak iklim değişikliğini durdurmak yolunda adımların atılması. Bu adımları atabilmek için gerekli olan teknolojiye sahibiz, maddi açıdan da kazançlı çıkabileceğimiz pek çok çözüm mevcut. Gerekli olan tek şey, içinde yaşadığımız sistemi gelecekte sürdürebileceğimiz bir sistem haline dönüştürme arzusu.

1 Kasım 2013 Cuma

IPCC'nin En Son İklim Raporu

Küresel iklim değişikliği her geçen gün günlük yaşamımızın bir parçası olan bir problem halini alıyor. Bu problemin gelecekte daha da büyük felaketlere sebep olmaması için hepimizin ciddi anlamda adımlar atması gerekiyor. Ancak, bu konuda politik ve ekonomik sorumluluğa sahip kişiler aynı zamanda tüm bilimsel verileri de inceleyerek doğru sonuçlara varabilme imkanına sahip olmadıklarından karar verme mekanizmalarına, doğru ve gerekli bilimsel verileri sağlamak üzere 1988 yılında Birleşmiş Milletler'in iki alt kuruluşu olan Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO) ve Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) birlikte Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC)’ni kurdular. IPCC'nin temel görevi, iklim değişikliği alanında var olan tüm güncel bilimsel çalışmaları incelemek, bu çalışmaları koordine etmek için fikir üretmek ve sonunda da çıktıları toplayarak güvenilir ve anlaşılır bir biçimde insanlığın hizmetine sunmak olarak belirlendi.

IPCC kuruluşundan bu yana yaklaşık 6-7 senelik aralıklarla bilimsel alanda yayınlanan tüm rapor ve makaleleri inceleyerek iklim değişikliğinin geldiği durumu ve gelecekte beklenen değişiklikleri açıklayan raporlar hazırlayarak yayınladı. Bu raporlardan ilki 1990, ikincisi 1996, üçüncüsü 2001 ve dördüncüsü de 2007 yılında yayınlandı. Beşinci raporun yayınlanmasına da 27 Eylül'de başlandı.

IPCC'nin ana raporu iklim değişikliğinin nedenlerini ve sonuçlarını her yönüyle inceliyor ve bunun için oluşturulmuş üç ayrı çalışma grubu bulunuyor. Birinci çalışma grubu (WG1) iklim değişikliğinin bilimsel temellerini ve gelecekle ilgili modelleri inceleyerek bunu raporuna yansıtıyor. İkinci çalışma grubu (WG2) sosyo-ekonomik ve doğal sistemlerin iklim değişikliğinden nasıl etkileneceklerini, bunun sonuçlarını ve bu sonuçların kötü etkilerinin giderilmesi için neler yapılması gerektiğini tartışıyor. Üçüncü çalışma grubu (WG3) ise sera gazı salımlarının azaltılması için mümkün olan yolları ve diğer yöntemleri görüşerek raporlar üretiyor.

Birinci çalışma grubu (WG1) 24-26 Eylül 2013'de Stockholm'de toplandı. Bu toplantıya IPCC'yi oluşturan iki ana grup, yani iklim bilimciler ve devlet yetkilileri katıldılar ve bu toplantının sonunda ilk çalışma grubunun iklim değişikliğinin sebepleri ve gelecekte bizi nelerin beklediğine dair raporunu açıkladılar. Bu rapor hakkında unutmamamız gereken temel nokta, bu raporun bir bilimsel çalışma değil, bilimsel çalışmaların devlet politikalarının süzgecinden geçmiş bir özeti olmasıdır. Dolayısıyla da bilim insanlarının ortaya koymak istediği pek çok gerçek, devletler tarafından “telaşa sevk edici” bulunduğundan “sulandırılarak”, halkları korkutmayacak ve dolayısıyla da önlem alma zorunluluğu getirmeyecek bir seviyeye indirgeniyor. Tüm çalışma grupları arasında birinci çalışma grubunun raporu, iklim değişikliğinin nedenleri ve gelecekte bizi bekleyen değişiklikler üzerine en son bilimsel bulgulara dayanarak değerlendirmelerde bulunduğundan tüm raporların en önemlisi sayılıyor. Bu öneminden dolayı raporlar içinde en fazla tartışma yaratanı da bu rapor. Bu rapordan çıkan sonuç iklim biliminin çıkarımlarını yansıttığından, bu bilim kabul görecek olursa, olası kötü sonuçları engelleyebilmek için harekete geçmek ahlaki bir sorumluluk halini alıyor.

Bu bilgiler ışığında IPCC Birinci Çalışma Grubu raporunun ana bulgularını şu şekilde anlatabiliriz:

1. İklim değişikliği vardır, gerçektir ve her geçen gün etkisini daha da fazla göstermektedir.
2. İklim değişikliğinin sebebi bizim atmosfere yaydığımız karbondioksit ve diğer sera gazları ve yok ettiğimiz ormanlardır.
3. Biz atmosfere sera gazlarını serbestçe salmaya devam ettiğimiz müddetçe dünyanın iklimi de insanların yaşamasını zorlaştıracak biçimde değişecektir.

IPCC'nin 2007 yılında yayınladığı 4. Değerlendirme Raporu, iklim değişikliğinin “% 90 ihtimalle” insan faaliyetlerinden kaynaklandığını belirtmişti. Geçen ay açıklanan 5. Değerlendirme Raporu ise, bir önceki değerlendirmelerdeki kesinlik düzeyini artırarak 1951 - 2010 dönemindeki küresel ortalama yüzey sıcaklıklarındaki artışın, en az %95 ihtimalle insan etkinliklerinden kaynaklandığını söyledi. IPCC'nin 1992'den bu yana yayınladığı beş raporun her birinde kesinlik düzeyini daha da artırması yaşadığımız iklim değişikliğinin insan kaynaklı olduğunun en önemli delillerinden biridir.

Bunun dışında IPCC'nin 5. Değerlendirme Raporu’nda öne çıkan detaylar şu şekildedir:

  • Küresel ortalama yüzey sıcaklığı verileri, 1901-2012 döneminde yaklaşık ortalama 0.9°C’lik bir artış göstermiştir. Bu dönem boyunca yerkürenin hemen hemen tüm yüzeyi ısınmıştır. 
  • Geçen 30 yıl, küresel ölçekte 1850’den beri kaydedilen en sıcak ardışık üç 10 yıl, 21’nci yüzyılın ilk 10 yılıysa kaydedilen en sıcak 10 yıldır. “1850'den beri” sözünden anlamamız gereken “1841-1850 arası daha sıcaktı” değildir. Dünyanın ortalama sıcaklığı 1850 yılından beri düzenli olarak ölçülebilmektedir. Dolayısıyla da geçirdiğimiz son 10 yıl sıcaklık ölçebildiğimiz tarihteki en sıcak 10 yıldır. 
  • Direkt sıcaklık ölçümlerinden değil de ağaç halkaları gibi dolaylı yöntemlerle elde ettiğimiz verileri de analiz edecek olursak, Kuzey Yarım Küre’de 1983-2012 döneminin büyük olasılıkla son 800 yılın en sıcak 30 yıllık dönemi olduğunu göstermektedir.
  • Grönland ve Antarktik buzulları son 20 yıllık dönemde azalmakta, kara buzulları ise neredeyse tüm dünyada küçülmeyi sürdürmekte ve Kuzey Kutup deniz buzu ve Kuzey Yarım Küre ilkbahar kar örtüsü alansal olarak küçülmelerini sürdürmektedir. Kuzey Kutup deniz buzu 2012 Eylül ayında tarihte ölçülen en düşük alana inmiştir.
  • Küresel ortalama deniz seviyesi son 110 yılda 19 cm yükselmiştir ve küresel ortalama deniz seviyesi yükselmesini muhtemelen sürdürecektir.
  • Birçok aşırı hava ve iklim olayında 1950’den beri değişiklikler olduğu gözlenmiştir. Küresel ölçekte soğuk gün ve gecelerin sayıları azalmış, sıcak gün ve gecelerin sayısı artmıştır.  Dünyanın bazı bölgelerindeki sıcak hava dalgalarının sıklığında artış gözlenmiştir. Kuvvetli yağış olaylarının sayısı artmıştır.

IPCC'nin gelecekte iklimin nasıl olacağına dair senaryoları dört ana grupta toplanabilir. Bu senaryolar bugün sera gazı salımımızı neredeyse sıfıra indirmekten (en iyimser) şu anda aldığımız önlemler benzeri önlemleri almaya devam etmeye (en kötümser) uzanır. Küresel yüzey sıcaklığı değişikliği, 21. yüzyılın sonuna kadar, en iyimser senaryo hariç tüm IPCC senaryolarına dayanarak sanayi öncesi döneme göre 1.5°C’yi ve kötümser ve en kötümser senaryoya göreyse 2°C’yi aşacaktır. En kötümser senaryoya göre bu ortalama sıcaklık artışı 4.8°C’yi bulabilecektir. Bu senaryoların ilk üretildiği sene ile bugün arasındaki gelişmelere baktığımızda gittiğimiz yönün en kötü senaryodan bile daha kötümser olduğunu da eklemekte fayda var.

Yukarıda da yazdığım gibi bilimin esas bulguları bunlardan çok çok daha kötü, ancak uluslararası bir ortamda büyük güçler bilimin sesini en çok bu kadar çıkartabilmesine izin veriyor.

13 Ekim 2013 Pazar

Umutsuz iklim raporu

Orijinal yayın: 13.10.2013 Radikal 2

İki hafta önceki yazımızda sözünü etmiş olduğumuz Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) Birinci Çalışma Grubu (WG1) raporu, 27 Eylül’de Stockholm’de açıklandı. 

Raporun ana bulgularını şu şekilde özetlemek mümkün. İklim değişikliği var, gerçek ve her geçen gün etkisini daha da fazla gösteriyor. İklim değişikliğinin sebebi bizim atmosfere yaydığımız karbondioksit ve diğer sera gazları ve yok ettiğimiz ormanlar. Ve son olarak da biz atmosfere sera gazlarını serbestçe salmaya devam ettiğimiz müddetçe dünyanın iklimi de insanların yaşamasını zorlaştıracak biçimde değişecektir.

IPCC’nin 2007’de yayınladığı 4. Değerlendirme Raporu, iklim değişikliğinin “yüzde 90 ihtimalle” insan faaliyetlerinden kaynaklandığını belirtmişti. Geçen hafta açıklanan 5. Değerlendirme Raporu ise, bir önceki değerlendirmelerdeki kesinlik düzeyini artırarak 1951- 2010 dönemindeki küresel ortalama yüzey sıcaklıklarındaki artışın, en az yüzde 95 ihtimalle insan etkinliklerinden kaynaklandığını söylüyor. IPCC’nin 1992’den bu yana yayınladığı beş raporun her birinde kesinlik düzeyini daha da artırması yaşadığımız iklim değişikliğinin insan kaynaklı olduğunun en önemli delillerinden biri.

En sıcak 10 yıl
Bunun dışında IPCC’nin 5. Değerlendirme Raporu’nda öne çıkan noktaları da es geçmemek gerek. Küresel ortalama yüzey sıcaklığı verileri, 1901-2012 döneminde yaklaşık 0.9°C’lik bir artış göstermiş. Bu dönem boyunca yerkürenin hemen hemen tüm yüzeyi ısınmış. Hafif bir soğuma gösteren tek yer Atlantik Okyanusu’nda İzlanda’nın güneyine denk gelen küçük bir bölge. Geçen 30 yıl, küresel ölçekte 1850’den beri kaydedilen en sıcak ardışık üç 10 yıl, 21. yüzyılın ilk 10 yılıysa kaydedilen en sıcak 10 yıl. “1850’den beri” sözünden anlamamız gereken “1841-1850 arası daha sıcaktı” değil. Dünyanın ortalama sıcaklığı 1850 yılından beri düzenli olarak ölçülebiliyor. Dolayısıyla da geçirdiğimiz son 10 yıl sıcaklık ölçebildiğimiz tarihteki en sıcak 10 yıl. 

Direkt sıcaklık ölçümlerinden değil de ağaç halkaları gibi dolaylı yöntemlerle elde ettiğimiz verileri de analiz edecek olursak, Kuzey Yarım Küre’de 1983-2012 döneminin büyük olasılıkla son 800 yılın en sıcak 30 yıllık dönemi olduğunu ve muhtemelen son 1400 yılın en sıcak 30 yıllık dönemi olduğunu gösteriyor.

Yüzde 40 artış
Karbondioksit ve metan gibi sera gazlarının atmosferdeki konsantrasyonları günümüzde en azından son 800 bin yıllık dönemde hiç olmadığı kadar yüksek bir düzeye geldi. Atmosferdeki CO2 konsantrasyonu, birincil olarak fosil yakıtların yakılması ve ikincil olarak da orman alanlarının azalmasından dolayı 250 yıl öncesine göre yüzde 40 oranında arttı. 

Grönland ve Antarktik buzulları son 20 yıllık dönemde azalıyor, kara buzulları ise neredeyse tüm dünyada küçülmeyi sürdürüyor ve Kuzey Kutup deniz buzu ve Kuzey Yarım Küre ilkbahar kar örtüsü alansal olarak küçülmelerini sürdürüyor. Kuzey Kutup deniz buzu, 2012 Eylül ayında tarihte ölçülen en düşük alana indi. Okyanuslar atmosfere son 250 senede salınan insan kaynaklı karbonun yaklaşık yüzde 30’unu emdi ve bu da okyanusların asitlenmesine yol açtı. Atmosferdeki sera gazlarındaki artış dünyadan kaçmaya çalışan ısının atmosfer ve okyanuslarda birikmesine neden olur. Okyanuslardaki ısınma iklim sisteminde biriken bu ısı artışını denetler. Bu kapsamda, 1971-2010 döneminde okyanuslarda biriken ısının yüzde 90’dan fazlası küresel okyanus ısınmayla bağlantılı. Okyanusların üst katmanı (0-700 m) 1971-2010 döneminde kesin olarak ısındı.

Daha çok yağış
19. yüzyılın ortasından beri gözlenen deniz seviyesinin yükselme hızı, önceki 2 bin yıllık dönemdeki ortalama yükselme hızından daha büyük. Küresel ortalama deniz seviyesi son 110 yılda 19 cm yükseldi ve küresel ortalama deniz seviyesi yükselmesini muhtemelen sürdürecektir.

Birçok aşırı hava ve iklim olayında 1950’den beri değişiklikler olduğu gözleniyor. Küresel ölçekte soğuk gün ve gecelerin sayıları azaldı, sıcak gün ve gecelerin sayısı arttı. Dünyanın bazı bölgelerindeki sıcak hava dalgalarının sıklığında artış gözleniyor. Kuvvetli yağış olaylarının sayısının arttığı kara alanları, bu olayların azaldığı karalardan muhtemelen daha geniş.

Dört senaryo
IPCC’nin iklimin geleceğine dair senaryoları dört ana grupta toplanabilir. Bu senaryolar bugün sera gazı salımımızı neredeyse sıfıra indirmekten (en iyimser) şu anda aldığımız önlemler benzeri önlemleri almaya devam etmeye (en kötümser) uzanır. Küresel yüzey sıcaklığı değişikliği, 21. yüzyılın sonuna kadar, en iyimser senaryo hariç tüm IPCC senaryolarına dayanarak sanayi öncesi döneme göre 1.5°C’yi ve kötümser ve en kötümser senaryoya göreyse 2°C’yi aşacaktır. En kötümser senaryoya göre bu ortalama sıcaklık artışı 4.8°C’yi bulabilecektir. Bu senaryoların ilk üretildiği sene ile bugün arasındaki gelişmelere baktığımızda gittiğimiz yönün en kötü senaryodan bile daha kötümser olduğunu da eklemekte fayda var.

1986-2005 dönemine göre 2016-2035 dönemindeki küresel ortalama yüzey sıcaklığı artışı, muhtemelen 0.3°C ile 0.7°C aralığında olacaktır. 

Raporun bulgularının yanı sıra unutulmaması gereken temel bir nokta var: Bu rapor başta ABD ve OPEC olmak üzere çeşitli çıkar grupları ile iklim biliminin el sıkışması ile oluşturulmuş bir rapor. Yani bilimin esas bulguları bunlardan çok çok daha kötü, ancak uluslararası bir ortamda büyük güçler bilimin sesini en çok bu kadar çıkartabilmesine izin veriyorlar.

4 Ekim 2013 Cuma

Sera gazı salımlarının takibi

Orijinal yayın: 04.10.2013 Yeşil Gazete

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın 25 Nisan 2012 tarihinde yayımladığı yönetmelikle sera gazı salımlarının izlenmesine, doğrulanmasına ve raporlanmasına dair usul ve esaslar belirlenmektedir. Bu yönetmelik sadece çok büyük veya çok fazla sera gazı salan işletmelerin sera gazı salımlarını raporlama gereği üzerine kurgulanmıştır. Gerek Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi, gerekse de Kyoto Protokolü çerçevesinde her sene ülkemizde ne kadar sera gazı salındığını raporlamamız gerekmektedir. Bu yönetmelik de sera gazı salımlarının daha doğru raporlanabilmesi için öncelikle fazla salım yapan işletmelerin daha doğru bildirimde bulunmaları için çıkartılmıştır.
Bu yönetmeliğe göre raporlama sorumluluğu olan işletmeler Haziran 2014′e kadar Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na veri toplama ve veri işleme faaliyetlerinin ve bunların doğruluk kontrol sistemi de dahil olmak üzere izleme metodolojisinin detaylı, eksiksiz ve şeffaf olarak belgelenmesine dair bir izleme planı sunmak zorundalar. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ise bu izleme planlarını 2014 Aralık ayına kadar inceleyerek geri bildirecek, kesinleşen bu plan çerçevesinde işletmeler 1 Ocak 2015′ten itibaren sera gazı salımlarını raporlamaya başlayacaklardır. işletmelerin 2015 salım raporları Mart 2016′da bağımsız doğrulayıcı kuruluş tarafından onaylandıktan sonra Bakanlığa teslim edilecektir.
Ayrıca, resmi raporlama dönemi başlamadan önce pilot işletmelerde raporlama çalışması yapılacak ve bu raporlama çalışmasının çıktıları değerlendirilerek sistemde ayarlamalar yapılacaktır.
Ancak, ilk izleme planının sunulmasına sekiz ay kalmış olmasına karşın öncelikle pilot işletmelerden doldurmaları istenecek izleme planı formları daha hazırlanmamıştır. Bu formlar bugün hazır olacak olsalar doldurulmaları birkaç ay alacağından planlanan pilot çalışmasının gerçekleşme ihtimali bulunmamaktadır. Dolayısıyla da izleme planı formları büyük ihtimalle Mart 2014′de kullanılmaya başlanacaktır. Bu da izleme planının hazırlanması için işletmelere çok kısa süre vermektedir. Bunun anlamı ya pilot çalışma yapılmadan acilen gerçek raporlamaya geçilecek olması, ya da pilot çalışma yapılarak ilk raporlama döneminin 2015 yerine 2016 yılında başlamasıdır.
Bu yönetmelik Avrupa Birliği’nin sera gazı salım hakları ticaretini düzenleyen yönetmeliği ile büyük benzerlik taşımaktadır. Özellikle bizim yönetmeliğimiz sadece fazla sera gazı salan işletmelere dair olma noktasında AB yönetmeliğinden farklılaşıyor.
AB raporlama sistemi ile bizim raporlama sistemimiz arasındaki temel fark, AB sisteminin bir ödül-ceza planına dayanması, bizim sistemde ise sadece ceza bulunmasıdır. Yani, AB ülkelerinden şirketlere sene başında az bir sera gazı salma hakkı tanınmaktadır. Sene sonundaki raporlamayla eğer bu miktardan fazla saldılarsa fazla saldıkları miktar kadar ceza ödemek zorunda kalacaklar, tam tersi bu miktardan az saldılarsa az saldıkları miktar kadar ödül alabileceklerdir. Bu işletmelerin doğru beyanda bulunmaları için önemli bir güç sağlamaktadır. İşletmeler gerçekten az beyan edecek olurlarsa hem rakip işletmelerin hem de devletlerin sıkı takibi altında kalacaklardır. Tersine fazla beyan edecek olurlarsa da ceza ödeyecekleri için ciddi anlamda doğru bir beyanda bulunmaya gayret edeceklerdir.
Bizim sistemimiz ise sadece bir cezaya dayandığı için bu ceza mantıksal olarak işletmelerin salımlarını az bildirdikleri zaman uygulanabilir bir cezadır. Dolayısıyla da tam ve doğru hesaplama yapma zorluğuyla uğraşmak istemeyen veya hesap hatalarından dolayı ceza görmek istemeyen işletmeler sera gazı salımlarını olduğundan daha yüksek gösterme eğilimine girebilirler. Her ne kadar bizim sistemimiz hatalı bildirime ceza öngörüyor olsa da fazla bildirime ceza AB müktesebatında bulunmadığı için bizim hukuk sistemimiz içerisinde de uygulanması zor olabilir.

3 Ekim 2013 Perşembe

IPCC İklim Değişikliği Raporu

Geçen haftaki yazımızda sözünü etmiş olduğumuz Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) Birinci Çalışma Grubu (WG1) raporu 27 Eylül'de Stockholm'de açıklandı. 

Bu raporun ana bulgularını şu şekilde anlatabiliriz:

1. İklim değişikliği vardır, gerçektir ve her geçen gün etkisini daha da fazla göstermektedir.
2. İklim değişikliğinin sebebi bizim atmosfere yaydığımız karbondioksit ve diğer sera gazları ve yok ettiğimiz ormanlardır.
3. Biz atmosfere sera gazlarını serbestçe salmaya devam ettiğimiz müddetçe dünyanın iklimi de insanların yaşamasını zorlaştıracak biçimde değişecektir.

IPCC'nin 2007 yılında yayınladığı 4. Değerlendirme Raporu, iklim değişikliğinin “% 90 ihtimalle” insan faaliyetlerinden kaynaklandığını belirtmişti. Geçen hafta açıklanan 5. Değerlendirme Raporu ise, bir önceki değerlendirmelerdeki kesinlik düzeyini artırarak 1951 - 2010 dönemindeki küresel ortalama yüzey sıcaklıklarındaki artışın, en az %95 ihtimalle insan etkinliklerinden kaynaklandığını söyledi. IPCC'nin 1992'den bu yana yayınladığı beş raporun her birinde kesinlik düzeyini daha da arttırması yaşadığımız iklim değişikliğinin insan kaynaklı olduğunun en önemli delillerinden biridir.

Bunun dışında IPCC'nin 5. Değerlendirme Raporu’nda öne çıkan noktalar şu şekildedir:

  • Küresel ortalama yüzey sıcaklığı verileri, 1901-2012 döneminde yaklaşık 0.9°C’lik bir artış göstermiştir. Bu dönem boyunca yerkürenin hemen hemen tüm yüzeyi ısınmıştır. Hafif bir soğuma gösteren tek yer Atlantik Okyanusu'nda İzlanda'nın güneyine denk gelen küçük bir bölgedir.
  • Geçen 30 yıl, küresel ölçekte 1850’den beri kaydedilen en sıcak ardışık üç 10 yıl, 21’nci yüzyılın ilk 10 yılıysa kaydedilen en sıcak 10 yıldır. “1850'den beri” sözünden anlamamız gereken “1841-1850 arası daha sıcaktı” değildir. Dünyanın ortalama sıcaklığı 1850 yılından beri düzenli olarak ölçülebilmektedir. Dolayısıyla da geçirdiğimiz son 10 yıl sıcaklık ölçebildiğimiz tarihteki en sıcak 10 yıldır. 
  • Direkt sıcaklık ölçümlerinden değil de ağaç halkaları gibi dolaylı yöntemlerle elde ettiğimiz verileri de analiz edecek olursak, Kuzey Yarım Küre’de 1983-2012 döneminin büyük olasılıkla son 800 yılın en sıcak 30 yıllık dönemi olduğunu ve muhtemelen son 1400 yılın en sıcak 30 yıllık dönemi olduğunu göstermektedir.
  • Karbondioksit ve metan gibi sera gazlarının atmosferdeki konsantrasyonları günümüzde en azından son 800,000 yıllık dönemde hiç olmadığı kadar yüksek bir düzeye yükselmiştir. 
  • Atmosferdeki CO2 konsantrasyonu, birincil olarak fosil yakıtların yakılması ve ikincil olarak da orman alanlarının azalmasından dolayı 250 yıl öncesine göre % 40 oranında artmıştır. 
  • Grönland ve Antarktik buzulları son 20 yıllık dönemde azalmakta, kara buzulları ise neredeyse tüm dünyada küçülmeyi sürdürmekte ve Kuzey Kutup deniz buzu ve Kuzey Yarım Küre ilkbahar kar örtüsü alansal olarak küçülmelerini sürdürmektedir. Kuzey Kutup deniz buzu 2012 Eylül ayında tarihte ölçülen en düşük alana inmiştir.
  • Okyanuslar atmosfere son 250 senede salınan insan kaynaklı karbonun yaklaşık %30’unu emmiş ve bu da okyanusların asitlenmesine yol açmıştır.
  • Atmosferdeki sera gazlarındaki artış dünyadan kaçmaya çalışan ısının atmosfer ve okyanuslarda birikmesine neden olur. Okyanuslardaki ısınma iklim sisteminde biriken bu ısı artışını denetlemektedir. Bu kapsamda, 1971-2010 döneminde okyanuslarda biriken ısının % 90’dan fazlası küresel okyanus ısınmayla bağlantılıdır. Okyanusların üst katmanı (0-700 m) 1971-2010 döneminde kesin olarak ısınmıştır.
  • 19. yüzyılın ortasından beri gözlenen deniz seviyesinin yükselme hızı, önceki iki bin yıllık dönemdeki ortalama yükselme hızından daha büyüktür. Küresel ortalama deniz seviyesi son 110 yılda 19 cm yükselmiştir ve küresel ortalama deniz seviyesi yükselmesini muhtemelen sürdürecektir.
  • Birçok aşırı hava ve iklim olayında 1950’den beri değişiklikler olduğu gözlenmiştir. Küresel ölçekte soğuk gün ve gecelerin sayıları azalmış, sıcak gün ve gecelerin sayısı artmıştır.  Dünyanın bazı bölgelerindeki sıcak hava dalgalarının sıklığında artış gözlenmiştir.  Kuvvetli yağış olaylarının sayısının arttığı kara alanları bu olayların azaldığı karalardan muhtemelen daha geniştir.
  • IPCC'nin iklimin geleceğine dair senaryoları dört ana grupta toplanabilir. Bu senaryolar bugün sera gazı salımımızı neredeyse sıfıra indirmekten (en iyimser) şu anda aldığımız önlemler benzeri önlemleri almaya devam etmeye (en kötümser) uzanır. Küresel yüzey sıcaklığı değişikliği, 21. yüzyılın sonuna kadar, en iyimser senaryo hariç tüm IPCC senaryolarına dayanarak sanayi öncesi döneme göre 1.5°C’yi ve kötümser ve en kötümser senaryoya göreyse 2°C’yi aşacaktır. En kötümser senaryoya göre bu ortalama sıcaklık artışı 4.8°C’yi bulabilecektir. Bu senaryoların ilk üretildiği sene ile bugün arasındaki gelişmelere baktığımızda gittiğimiz yönün en kötü senaryodan bile daha kötümser olduğunu da eklemekte fayda var.
  • 1986-2005 dönemine göre 2016-2035 dönemindeki küresel ortalama yüzey sıcaklığı artışı, muhtemelen 0.3°C ile 0.7°C aralığında olacaktır. 


Raporun bulgularının yanı sıra unutulmaması gereken temel bir nokta var: Bu rapor başta ABD ve OPEC olmak üzere çeşitli çıkar grupları ile iklim biliminin el sıkışması ile oluşturulmuş bir rapor. Yani bilimin esas bulguları bunlardan çok çok daha kötü, ancak uluslararası bir ortamda büyük güçler bilimin sesini en çok bu kadar çıkartabilmesine izin veriyorlar.

29 Eylül 2013 Pazar

'Çok çok mümkün' olmasın

Orijinal yayın: 29.09.2013 Radikal 2
Küresel iklim değişikliği her ne kadar pek çoğumuz için günlük yaşamın bir parçası olmasa da, gelecek günlerin büyük felaketler getirmemesi için ciddi anlamda adımların atılması gerekiyor. Ancak, bu konuda politik ve ekonomik sorumluluğa sahip kişiler aynı zamanda tüm bilimsel verileri de inceleyerek doğru sonuçlara varabilme imkanına sahip olmadıklarından karar verme mekanizmalarına, doğru ve gerekli bilimsel verileri sağlamak üzere 1988 yılında Birleşmiş Milletler ’in iki alt kuruluşu olan Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO) ve Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) birlikte Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’ni (IPCC) kurdular. IPCC’nin temel görevi, iklim değişikliği alanında var olan tüm güncel bilimsel çalışmaları incelemek, bu çalışmaları koordine etmek için fikir üretmek ve sonunda da çıktıları toplayarak güvenilir ve anlaşılır bir biçimde insanlığın hizmetine sunmak olarak belirlendi.
Cuma açıklama başlıyor
IPCC kuruluşundan bu yana yaklaşık 6-7 senelik aralıklarla bilimsel alanda yayınlanan tüm rapor ve makaleleri inceleyerek iklim değişikliğinin geldiği durumu ve gelecekte beklenen değişiklikleri açıklayan raporlar hazırlayarak yayınladı. Bu raporlardan ilki (FAR) 1990, ikincisi (SAR) 1996, üçüncüsü (TAR) 2001 ve dördüncüsü de (AR4) 2007’de yayınlandı. Beşinci raporun (AR5) yayınlanmasına da 27 Eylül’de başlanıyor.

IPCC’nin ana raporu iklim değişikliğinin nedenlerini ve sonuçlarını her yönüyle inceliyor ve bunun için oluşturulmuş üç ayrı çalışma grubu bulunuyor. Birinci çalışma grubu (WG1) iklim değişikliğinin bilimsel temellerini ve gelecekle ilgili modelleri inceleyerek bunu raporuna yansıtıyor. İkinci çalışma grubu (WG2) sosyo-ekonomik ve doğal sistemlerin iklim değişikliğinden nasıl etkileneceklerini, bunun sonuçlarını ve bu sonuçların kötü etkilerinin giderilmesi için neler yapılması gerektiğini tartışıyor. Üçüncü çalışma grubu (WG3) ise sera gazı salımlarının azaltılması için mümkün olan yolları ve diğer yöntemleri görüşerek raporlar üretiyor.

Tüm raporların en önemlisi
Birinci çalışma grubu 24-26 Eylül arasında Stockholm’de planlı bir toplantı yapıyor. Yapılan bu toplantının sonunda 27 Eylül tarihinde açıklanacak rapor ilk çalışma grubunun iklim değişikliğinin sebepleri ve gelecekte bizi nelerin beklediğine dair bir rapor. İkinci çalışma grubu raporu 2014 Mart ayı ortasında, üçüncü çalışma grubu raporu da 2014 Nisan ayı başında yayınlanacak. Tüm bu raporların bir sentezi de IPCC’nin ana raporu olarak 2014 Ekim ayında açıklanacak. Bu raporların tümü büyük önem taşısa da birinci çalışma grubunun raporu, iklim değişikliğinin nedenleri ve gelecekte bizi bekleyen değişiklikler üzerine en son bilimsel bulgulara dayanarak değerlendirmelerde bulunduğundan tüm raporların en önemlisi sayılıyor. Bu öneminden dolayı da raporlar içinde en fazla tartışma yaratanı da bu rapor. Bu rapordan çıkan sonuç iklim biliminin çıkarımlarını yansıttığından, bu bilim kabul görecek olursa, olası kötü sonuçları engelleyebilmek için harekete geçmek ahlaki bir sorumluluk halini alıyor.
Taşıdıkları anlamlar
Bu ve takip eden diğer raporlar gelecek aylarda gündemimizi önemli ölçüde işgal edeceği için raporun kullandığı terminolojiyi biraz açıklamakta fayda var. Bilim insanlarının kendi aralarında kullandıkları dille bulgularını basına açıkladıkları dil arasında ciddi anlamda farklılık olması doğaldır. IPCC raporunun ana işlevi de bu farkları gidererek bilim insanlarının kullandıkları terminolojinin karar verme mekanizmalarının da anlayacağı bir sisteme çevrilebilmesidir. Bu amaçla rapor vardığı sonuçların kesinliğini özel kelimeler kullanarak belirler ve bu özel kelimeleri de ayrıca tanımlar. Mesela, raporda “Neredeyse kesin” en az yüzde 99 ihtimalle doğru, “Çok çok mümkün” en az yüzde 95 ihtimalle doğru, “Çok mümkün” en az yüzde 90 ihtimalle doğru, “Muhtemel” en az yüzde 66 ihtimalle doğru, “Yanlıştansa doğrudur” en az yüzde 50 ihtimalle doğru anlamına gelir.

Ayrıca, bu raporların tümü IPCC’yi oluşturan hükümet yetkilileri ve bilim insanlarının mutabakatıyla yayınlanır. Bu da bizim açımızdan şu anlama gelir: Bu raporda herhangi bir olgu için “çok mümkün” tanımı kullanılmışsa, bu IPCC’yi oluşturanların yüzde 90’ı bu görüşte demek değildir. Bu, herkesin, o tanıma en inanmayan kişinin bile “çok mümkün” tanımlamasını kabul ettiği, ama aslında büyük çoğunluğun “çok çok mümkün” veya “neredeyse kesin” demeyi tercih edecekleri anlamına gelir. Bu bağlamda da IPCC’nin iklim değişikliği ile ilgili raporları aslında çok iyimser raporlardır.

Suçlusu insan
Bu tanımlar çerçevesinde IPCC iklim değişikliğinin insan kaynaklı olduğuna, yani bizim yaktığımız kömür, petrol ve doğal gazın atmosferin ısınmasına sebep olduğuna 1996 raporunda “Yanlıştansa doğrudur”, 2001 raporunda “Muhtemel”, 2007 raporunda “Çok mümkün” derken 27 Eylül’de yayınlanacak rapor bu konudaki yargıyı “Çok çok mümkün” şeklinde ilerletiyor. Bunun anlamı da şu, 1996 yılındaki iklim bilimi, iklim değişikliğinin varlığı ve ilerlemekte olduğu konusunda hemfikir olsa da bu değişikliğin insan kaynaklı mı yoksa doğal kaynaklardan mı geldiği konusunda kararsız kalmışken; bugün bilim, iklim değişikliğinin neredeyse sadece insan kaynaklı olduğu görüşünde birleşiyor. Ülkemizde de hâlâ inanmayanlar bulunabilir, onun için açıkça, tekrar yazmakta fayda görüyorum: Geçtiğimiz her yıl dünyanın iklimi biraz daha değişiyor ve dünya biraz daha ısınıyor. Bu ısınma zaten uzun süredir bilimin tartıştığı bir konu olmaktan çıktı. Ancak unutmamamız gereken, bu ısınmanın ileride yaşamımızı ciddi anlamda zorlaştıracak boyuta geleceğidir. Daha da önemlisi, tüm bunların sebebi bizim yaktığımız kömür, petrol ve doğalgazdır.

25 Eylül 2013 Çarşamba

İklim değişikliği sebepleri üzerine

Orijinal yayın: 25.09.2013 Milliyet - Düşünenlerin Düşüncesi

1980’lerin sonunda bilimin dünyamızın ortalama sıcaklığının arttığını kanıtlamasıyla uluslararası alanda iklim değişikliğinin varlığı kabul görmeye başladı. Ancak bu konuda neler yapılmasına karar verme sorumluluğuna sahip kişiler aynı zamanda tüm bilimsel verileri de incelemeimkanına sahip olmadıklarından karar verme mekanizmalarına, doğru ve gerekli bilimsel verileri sağlamak üzere 1988 yılında Birleşmiş Milletler’in iki alt kuruluşu olan Dünya Meteoroloji Örgütü(WMO) ve Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) birlikte Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’ni (IPCC) kurdular.

IPCC’nin temel görevi, iklim değişikliği alanında var olan tüm bilimsel çalışmaları incelemek, bu çalışmaları koordine etmek için fikir üretmek ve sonunda da çıktıları toplayarak güvenilir ve anlaşılır bir biçimde insanlığın hizmetine sunmak olarak belirlendi.

IPCC kuruluşundan bu yana yaklaşık 6-7 senelik aralıklarla bilimsel alanda yayınlanan tümrapor ve makaleleri inceleyerek iklim değişikliğinin geldiği durumu ve gelecekte beklenen değişiklikleri açıklayan raporlar hazırlayarak yayınladı. Bu raporlardan ilki 1990 (FAR), ikincisi 1996 (SAR), üçüncüsü 2001 (TAR) ve dördüncüsü de 2007 (AR4) yılında yayınlandı. Beşinci raporun (AR5) yayınlanmasına da 27 Eylül’de başlanacak.

RAPORLARIN SENTEZİ

Başlanacak dememizin de temel bir sebebi var. IPCC’nin ana raporu iklim değişikliğinin nedenlerini ve sonuçlarını her yönüyle inceliyor olsa da IPCC’nin içinde üç ayrı çalışma grubu bulunuyor. Birinci çalışma grubu (WG1) iklim değişikliğinin bilimsel temellerini ve gelecekle ilgili modelleri inceleyerek bunu raporuna yansıtıyor. İkinci çalışma grubu (WG2) sosyo-ekonomik ve doğal sistemlerin iklim değişikliğinden nasıl etkileneceklerini, bunun sonuçlarını ve bu sonuçların kötü etkilerinin giderilmesi için neler yapılması gerektiğini tartışıyor. Üçüncü çalışma grubu (WG3) ise sera gazı salımlarının azaltılması için mümkün olan yolları ve diğer yöntemleri görüşerek raporlar yazıyor.

Birinci çalışma grubu 24-26 Eylül arasında Stockholm’de planlı bir toplantı yapıyor. Yapılan bu toplantının sonunda 27 Eylül tarihinde açıklanacak rapor ilk çalışma grubunun iklim değişikliğinin sebepleri ve gelecekte bizi nelerin beklediğine dair raporu olacak. İkinci çalışma grubu raporunun 2014 Mart ayı ortasında, üçüncü çalışma grubu raporu da 2014 Nisan ayı başında yayınlanacak. Tüm bu raporların bir sentezi de IPCC’nin ana raporu olarak 2014 Ekim ayında açıklanacak.

Bu raporların tümü büyük önem taşısa da birinci çalışma grubunun raporu, iklim değişikliğinin nedenleri ve gelecekte bizi bekleyen değişiklikler üzerine en son bilimsel bulgulara dayanarak değerlendirmelerde bulunduğundan tüm raporların en önemlisi sayılıyor. Bu öneminden dolayı da raporlar içinde en fazla tartışma yaratanı da bu rapor. Çünkü bu rapordan çıkan sonuç diğer iki grubun raporuna kıyasla daha çok bilimi yansıttığından, eğer bu bilim kabul görecek olursa olası kötü sonuçları engelleyebilmek için harekete geçmek gerekiyor.

SIZDIRILAN RAPORLAR
Bu raporların hazırlanma aşamaları halen IPCC içerisinde bile bir tartışma konusu. Bilimcilerin tartıştığı ana problem iklim bilimi ve küresel iklim değişikliğinin varlığı veya sonuçları değil. Tartışma başlıklarının birini iki rapor arasındaki uzun süre oluşturuyor. Önemli bir grup iklim değişikliği gibi hızla gelişen bir konuda bu raporların daha kısa aralıklarla açıklanması gerektiğini düşünüyor.
Bu rapor taslaklarının tümüne hazırlık aşamasındayken dünyadaki tüm iklim bilimcilerin her an ulaşmaları mümkün. Bunun temel sebebi bu raporun iklim alanında bilimsel çalışma yapanların tümünün katkılarıyla oluşturulması; bu nedenle de gizli bir rapor değil. Ancak; raporun tamamı son halini alıp tüm IPCC WG1 üyeleri tarafından kabul edilmeden yayınlanması istenmiyor. Bazı bilimciler de bu raporların tüm gelişme aşamasının herkese açık olması yönünde görüşbildiriyorlar.
Bu raporların tamamen herkese açık olmasını düşünenler birinci çalışma grubu raporunu 12 Aralık 2012’de stopgreensuicide.com web sitesine sızdırdılar. Çok da gizli olmayan bu raporu elde edebilmek için IPCC web sitesine raporu yorumlayacaklardan biri olarak kaydolup raporu yayınlamamaya söz vermek yeterli.
Mesela, bizim iklim değişikliği ile ilgili bir çalışmamız da bu raporun yazımında kullanılan makalelerden biri olduğu için raporun bizimle ilgili olan kısmına uzun süredir erişimimiz vardı. Ancak; raporu basına sızdıran Alec Rawls, yayınlandığı siteden de anlaşılabileceği gibi, iklim değişikliği var olmadığını ve iklimi ya da çevreyi koruma yönünde bir önlem almanın intihar olduğunu düşünen bir yapıda olduğundan raporun sızdırılmasının arkasındaki sebeplerin sadece toplumu bilgilendirmek olmadığı da kolayca anlaşılabilir.
Bu rapor gelecek aylarda gündemimizi önemli ölçüde işgal edeceği için raporun kullandığı terminoloji konusunda küçük bir bilgi vermekte fayda var. Bilim insanlarının kendi aralarında kullandıkları dille bulgularını basına açıkladıkları dil arasında ciddi anlamda farklar olmak zorundadır.
IPCC raporunun ana işlevi de bu farkları gidererek bilim insanlarının kullandıkları terminolojinin karar verme mekanizmalarının da anlayacağı bir sisteme çevrilebilmesidir. Bu amaçla rapor vardığı sonuçların kesinliğini özel kelimeler kullanarak belirler ve bu özel kelimeleri de ayrıca tanımlar. Mesela raporda
Neredeyse kesin: En az yüzde 99 ihtimalle doğru
Çok çok mümkün: En az yüzde 95 ihtimalle doğru
Çok mümkün: En az yüzde 90 ihtimalle doğru
Muhtemel: En az yüzde 66 ihtimalle doğru
Yanlıştansa doğrudur: En az yüzde 50 ihtimalle doğru anlamına gelir.

TANIMLARI İRDELEMEK
Ayrıca, bu raporların tümü IPCC’yi oluşturan hükümet yetkilileri ve bilim insanlarının mutabakatıyla yayınlandığı için tanımları dikkatli irdelemekte fayda vardır. Yani bu raporda herhangi bir olgu için “çok mümkün” tanımı kullanılmışsa, bu IPCC’yi oluşturanların yüzde 90’ı bu görüşte demek değildir. Bu, herkesin, o tanıma en inanmayan kişinin bile “çok mümkün” tanımlamasını kabul ettiği, aslında büyük çoğunluğun “çok çok mümkün” veya “neredeyse kesin” demeyi tercih edecekleri anlamına gelir.
Bu tanımlar çerçevesinde IPCC iklim değişikliğinin insan kaynaklı olduğuna, yani bizim yaktığımız kömürpetrol ve doğal gazın atmosferin ısınmasına sebep olduğuna 1996 raporunda “Yanlıştansa doğrudur”, 2001 raporunda “Muhtemel”, 2007 raporunda “Çok mümkün” derken 27 Eylül’de yayınlanacak rapor bu konudaki yargıyı “Çok çok mümkün” şeklinde ilerletiyor.
Bunun anlamı da şu, 1996 yılındaki iklim bilimi, iklim değişikliğinin varlığı ve ilerlemekte olduğu konusunda hemfikir olsa da bu değişikliğin insan kaynaklı mı yoksa doğal kaynaklardan mı geldiği konusunda kararsız kalmışken; bugün bilim, iklim değişikliğinin neredeyse sadece insan kaynaklı olduğu görüşünde birleşiyor.
Ülkemizde de hâlâ inanmayanlar bulunabilir, onun için açıkça, tekrar yazmakta fayda görüyorum: Geçtiğimiz her yıl dünyanın iklimi biraz daha değişiyor ve dünya biraz daha ısınıyor. Bu ısınma ileride yaşamımızı ciddi anlamda zorlaştıracak boyuta gelecektir ve tüm bunların sebebi bizim yaktığımız kömür, petrol ve doğal gazdır.