18 Temmuz 2023 Salı

Ama Sistem Böyle, Ne Yapalım?

Ruh sağlığı alanında “kişi bir problem olduğunu görüyor ve bu problemi gidermek istiyorsa, o kişiye yardımcı olunup çözüm bulunabilir” denilir. İklim krizini ne derece ruh sağlığı alanına benzetmek doğru olur bilmiyorum ama kabullenme konusunda benzer bir sorunumuz var. Problem tüm haşmetiyle henüz karşımızda olmadığı için çoğumuz bir sorunumuz yokmuş gibi yaşıyoruz. Sorunun büyüklüğünü kabul etmediğimiz zaman da çözüm bulabilmek imkansızlaşıyor.

İklim ve çevre sorunları bağlamında iki temel sorunumuz var. İlki, sorunların ne denli büyük olduğunu bilemiyoruz, ikincisi de sorunların büyüklüğünü bilsek bile düşünsel yapımız bunu kabullenip eyleme geçmek istemiyor.

Önce ilkine bakalım, çünkü bilgisizlik nispeten kolay bir sorun. Bilgisizliğin de iki ana nedeni var. Öncelikle, bilim insanları bizleri fazla korkutmak istemiyorlar. Bunun ardında da basit ve istatistiki bir neden var. Gelecekle ilgili öngörülerde bulunuyoruz ve bu gelecek öyle birkaç gün sonrasını değil belki bir yüzyıl sonrayı kapsıyor. Dolayısıyla bilim insanları yaptıkları tahminlerin ortalamalarını bize sunuyorlar. Yani, büyük ihtimalle sıcaklık 3℃ artacak veya büyük ihtimalle deniz seviyesi 1 metre yükselecek gibi öngörüler elde ediyoruz. Ama ortalamalar bize fazla zarar vermez, ikinci sorunumuz da burada, küçük ihtimalli büyük felaketleri beynimiz algılayamıyor. Her zaman zararlı olan aşırı olaylar ve küçük ihtimallerdir. Mesela “2050 yılında %1 ihtimalle İstanbul 50℃ sıcaklığı yaşayacak” diyecek olursam çoğunuz umursamazsınız. Yalnız unutmayın: THY günde 1000’in üzerinde uçuş yapıyor. %1 kaza ihtimali, bu uçuşlardan günde 10 tanesi düşecek anlamına gelir. Dolayısıyla ihtimalleri küçük de olsa uç olayların varlığı bizi korkutmak zorundadır. Günde 10 THY uçağı ya da herhangi bir havayolunun uçağı düşecek olsa bir daha uçağa biner miydiniz?

Sonuç olarak hepimiz bilerek ya da farkında olmadan iklim ve çevre sorunlarını küçümsüyoruz. Sorunun büyüklüğünü kabul etmediğimiz için de çözüm bulmaktansa buluyormuş gibi yapıyoruz. Size çok basit bir hesap vereyim. Bugün atmosferdeki karbondioksit oranı milyonda 425, yani 425 ppm. Bilim bize diyor ki: Eğer bu oran 280 - 350 ppm arasındaysa iklim felaketleriyle karşılaşabiliriz ama bu doğaldır, yani çok uzun sürede bir karşımıza çıkar. 350 - 450 ppm arasındaysak iklim felaketleri yüzlerce yılda birden onlarca yılda bire doğru gelir. Ama 450 ppm’in üzerine çıkıyorsak artık her sene önemli bir iklim felaketi ile karşılaşmamız sürpriz değildir. Bugün 425 ppm seviyesindeyiz ve bu seviye her sene 2-3 ppm artıyor. Yani felaketlerin normal kabul edileceği seviyeye yaklaşık 10 sene var. Peki biz ne yapıyoruz? Bu felaketler bize henüz çok zarar vermediği için zarar vermelerini bekliyoruz ve ancak zarar vermeleri durumunda harekete geçeceğiz.

Bunu kime söylüyorum? Okuyan herkese. Tüm bireylere, tüm şirketlere ve tüm devletlere. Bu problem kimsenin kendi başına çözeceği bir sorun değil ama kimsenin de “benim sorunum değil” dememesi gerekiyor.

Şimdi gelelim durumumuza: İlk dikkat etmemiz gereken konu şu: Hani 350 ppm seviyesini geçersek felaketler sıradanlaşmaya başlar diyorduk ya, ne zaman geçtik 350 ppm seviyesini? Mayıs 1986. Yani bizim Mayıs 1986’dan sonra yana yakıla bu soruna çözüm aramaya başlamamız gerekiyordu. Çözümü 1990’da bulmuş olmalıydık. 2000’de karbondioksit seviyesi tavan yapmış ve bugün 350 ppm seviyesine azalmış olmalıydı. Birlikte ne yaptık? Bir sorun olduğunu kabul edermiş gibi görünerek çözüm ararmış gibi yaptık.

Hepimizin sıkça konuştuğu Paris Anlaşması bu çözüm ararmış gibi yapmanın en önemli örneğidir. Paris Anlaşması az çok 450 ppm karbondioksit seviyesini kendisine hedef olarak belirliyor. 1,5℃ ısınma dediğimiz bu aslında. Tüm ülkeler verdikleri tüm sözleri tutacak olsalar karbondioksit seviyesi 650 ppm ve üzeri olacak. Hani 450 ppm üzerinde felaketler artık günlük olaylar olacak diyorduk ya, Paris Anlaşmasına herkes uyacak olsa seviye 450 ppm değil 650 ppm olacak. Nasıl bir felakete doğru dolu dizgin gitmekte olduğumuzu ve bunu da gerek aramızda yaptığımız sözleşmeler, gerekse de uluslararası anlaşmalarla yaptığımızı görüyorsunuz değil mi?

Şimdi gelelim bize, yani siz, biz ve günlük hayatta karşılaştığımız insanlar. Biz büyük salonlarda toplanıyoruz, birbirimize iklim ve çevre konusunda neler yaptığımızı anlatıyoruz, sürdürülebilirlik hedeflerimizden söz ediyoruz. Hatta kendi kendimize aramızda daha iyi olduklarını düşündüklerimize ödüller veriyoruz ve aynı tas aynı hamam hayata bir yıl daha devam etmek üzere vedalaşıp ayrılıyoruz. Biz yanlış yapıyoruz. Biz bu tür toplantıları 1980’de yapmalıydık. “İnovasyon”, “ESG”, “Sürdürülebilirlik”, “Karbon Ayak İzi” ve “Yaşam Döngü Analizi” bundan 40 sene önce konuşup anlaşıp çözdüğümüz konular olmalıydı. Bugün kendimize “2030 yılına kadar karbon salımlarımı %50 azaltacağım, 2040 yılında %80 azalmış olacak, 2050 yılında da net sıfır olacağım” türü hedefler koyuyorsak en başta söylediğim durumdayız demektir. Biz daha problemin büyüklüğünü anlamadık. Bizim salımları 1990’da karbon salımlarımızı %50 azaltmış, 2000’de azaltımı %80’e çıkartmış, 2010’da ise net sıfır bile değil atmosferden karbondioksit yutan sistemler kurmuş olmamız gerekiyordu. O nedenle lütfen kendi aranızda ne yaparsanız yapın ama bu yaptıklarınızı çok büyük şeylermiş gibi kutlamayın. Hayatımızı ve tüm üretim sistemlerimizi toptan değiştirmek için en az 40 sene geç kaldık. Uçuruma çok az kaldı ve şu anda frene hafifçe basmak yetmeyecek. Kapıyı açıp arabadan atlamamız gerekirken hala frenlerimizin ne derece başarılı olduğunu tartışmak pek de akıllıca gelmiyor bana.

“Ama sistem böyle, ne yapalım?” diyorsunuz, biliyorum. Bundan 20 sene sonra uçurumdan aşağıya düşerken kucağınızdaki torununuz “neden böyle oldu?” diye sorduğunda ona da “ama sistem böyle, ne yapalım?” dersiniz. Bakalım sizi affedecek mi?

Bu yazının orijinali Sürdürülebilir Üretim dergisinde yayımlanmıştır.