24 Kasım 2019 Pazar

Derdimiz iklim krizi ise diğer her türlü konu teferruattır

Derdimiz iklim krizi ise diğer her türlü konu teferruattır. Bunu gerçekten içimize iyice sindirebiliyor muyuz? Önümüze çıkan her soruna bu çerçeveden bakabiliyor muyuz? Eğer cevabımız “hayır” ise o zaman çok noktada çatışabiliriz, ama eğer cevap “evet” ise, o zaman çoğu sorunun cevabı çok daha basitleşebiliyor.

Öncelikle sanırım şunda hemfikir olabiliriz: İdeal olan bir su kaynağının hemen yanında yaşayıp suyu doğrudan kaynaktan içmemiz, ağaçlardan meyvemizi koparıp yememiz, kendi tarlamızda kendi tohumumuzla buğday yetiştirip ekmek yapmamız, gene kendi tarlamızda yetiştirdiğimiz pamuktan ürettiğimiz yiyecekleri giymemizdir. Bu sistemin içerisinde bile doğadan çıkan toksinler olabilir, ama ideale daha da yaklaşabilmemiz çok zordur.

Ne yazık ki epey bir süre önce insanlık bu cenneti terk etti. Terk ettiğinden bu yana da giderek artan biçimde doğada ya olmayan, ya da doğada bu yoğunlukta olmayan nesnelerle birlikte yaşamak zorundayız. Bu noktada da birlikte yaşadığımız bu nesneler arasında seçim yapmamız gerekiyor. Bu seçimi yaparken kullanacağımız kriter ne olmalı peki? Sizin kriterlerinize laf etmek bana düşmez, ben sadece kendi kriterimi söylüyorum: İklim krizini merkeze koymak zorundayız. İklim krizini merkeze koyarak diğer sorunları tarttığımız zaman ilginç cevaplar ortaya çıkabiliyor.

Örneğimiz plastik sorunu. Gene başta şunu ortaya koyayım: İdeal olan gereksiz olanı üretmemektir. Son BM raporuna göre petrol, kömür ve doğal gaz üreten ülkelerin üretim planlamalarına göre 2030 yılında bu üretilen yakıtlardan dolayı salınan karbondioksit bizi 2 derecede tutabilecek miktarın en az iki katı olacak. Yani ideal petrolü yer altında bırakmak, ama birilerinin derdi petrolü ne pahasına olursa olsun çıkartıp satmak. İdeale ulaşabilmek için çabalamamız gerekiyor, ama ideale ulaşamadığımız anda (bence) yapmamız gereken bu petrolün iklim krizini daha da ileriye götürmesine izin vermeden tekrar yerin altına tepmektir. Bunu iki yolla yapabiliriz. İlki Karbon Tutma ve Saklama (CCS), ama bunun da teknik olarak bile neredeyse imkansız olduğunu biliyoruz. İkincisi de petrolü yakmak yerine petrolden bir şeyler yapıp, bunu kullanıp işimiz bittiğinde de yerin altına gömmektir.

Derdimiz iklim krizi ise, petrolü yakıp atmosfere karbondioksit salan her türlü çözüm kötü, petrolü yakmayan ve biriktiren her türlü çözüm de iyidir. Büyük hesabın, ya da yaşam döngüsü analizi dediğimiz olgunun sonunda ortaya koyduğumuz faktörler içerisinde en kötüsü karbondioksit (ve metan ile diazot monoksit) olduğuna göre tüm üretim, kullanım ve bertaraf sürecinde en az karbondioksit salan bizim için en az zararlı olandır. Bir kez daha, ideali petrolü yer altında bırakmaktır. Üretimde de ideal ihtiyacımız olmayanı üretmemektir, yalnız bugünün dünyasında o iki savaşı da kaybediyoruz. O nedenle üçüncü seçime yönelmek zorunda kalıyoruz.

Plastik petrolden üretiliyor. İklim krizi açısından baktığımızda üretilen her ton plastik araçlarda yakılarak atmosfere saçılmayan yaklaşık 2.5 ton karbondioksit anlamına gelir. Plastik üretiminde elektrik kullanılır. Gerçekçi olarak bu elektriğin kömür ve doğal gazdan üretildiğini düşünürsek net kazanç 2.5 tonun altındadır, ama gene de pozitiftir.

16 Kasım 2019 Cumartesi

Su Problemimiz

15 Kasım itibarıyla, İstanbul barajlarında doluluk oranı %39. Geçtiğimiz yıl bugün barajların doluluk oranı %47 idi. Bu azalışın biri doğal, diğeri de bizden kaynaklanan iki sebebi var. İlki bildiğiniz gibi; özelde Marmara Bölgesi, genelde de ülkemizin bu yaz geçen yaza oranla çok daha az yağış alması ve azalan bu yağışın barajların dolmasına yetmemesi. Ama aynı zamanda bu yıl Melen ve Yeşilçay'dan İstanbul'a taşınan su miktarındaki azalma da barajların doluluk oranındaki düşüşte önemli bir rol oynadı.

İstanbul'un artan nüfusu ile artık kendi su ihtiyacını kendi su kaynaklarından karşılayamadığını unutmamalıyız. Bir sene boyunca ne kadar yağmur yağarsa yağsın, Istrancalar'dan ve Melen'den gelen su olmayacak olsa, İstanbul susuz kalabilir. Bu nedenle de bizlere düşen en önemli görev suyumuzu dikkatli kullanmaktır. Şu anda Akdeniz ikliminin yağışlı dönemine girmekte olduğumuzdan fazla endişelenmemize gerek yok ama gelecek her sene gittikçe artan kuraklıklarla karşılaşmamız olasıdır.

İstanbul'a su bugün için uzaklardan geliyor. Bu çözüm bugün için günü kurtarmaya yeterli olabilir, ancak unutmamamız gereken iki konudan ilki suyun geldiği o bölgelerin de kuraklıktan dolayı sorun yaşayabileceğidir. Bildiğiniz gibi, iklim değişikliği küresel bir sorundur. İstanbul'un yağış almadığı bir yılda Edirne veya Bolu'da yağışın azalmayacağını düşünmek doğru bir mantık olamaz. Geçtiğimiz bir ay içinde tüm Türkiye’nin büyük çoğunluğu ciddi bir kuraklık yaşadı. İstanbul’un su kaynaklarının dayandığı Melen ve Yeşilçay havzaları da bu kuraklıktan nasibini alan bölgeler arasında olduğundan buralardan İstanbul’a verilen su miktarı bir önceki seneye oranla %25 azaldı. Bu azalma da İstanbul’daki barajların seviyesindeki düşüşün önemli sebeplerinden biridir.
 
Diğer bir sorun ise suyun sahibinin kim olduğuyla ilgilidir. İstanbul'a içme suyu sağlamak için suyu Melen'den getiriyoruz, ancak o suya Melen bölgesinde de ihtiyaç olduğunda suyu oradan alıp İstanbul'a taşımanın hak ve hukukla ne derece bağdaştığını da su hakkı bağlamında tartışmamız da gerekmektedir. Bugün bile İstanbul'a su aktarımında sorunlar yaşanmayıp suyun bize geldiği bölgelerde su kesintilerine rastlanması en hafif tanımıyla o bölgelerde yaşayan kişilerin memnuniyetsizliğine yol açmaktadır.

Dünyadaki ülkeleri toplam yenilenebilir su kaynakları açısından sıralayacak olursak ülkemiz yıllık 213.6 km3 su ile 40. sırada bulunuyor. Listede 173 ülke olduğunu düşünecek olursak bizim altımızdaki 132 ülke aslında durumumuzun fena olmadığını gösterebilir. Ancak listeyi biraz daha dikkatli incelediğimizde 4. sırada, Kaliforniya gibi bazı eyaletlerinde artık susuzluktan yazın hortumla araba yıkamanın yasaklandığı ve orman yangınlarıyla kavrulan bir ülke olan ABD'yi görüyoruz. Bunun da bize verdiği en önemli ders, su zengini ya da yoksulu, tüm devletlerin suyu doğru yönetmeleri gerektiğidir. Ayrıca bir ülkenin su zengini ya da yoksulu olmasını belirleyen unsur su miktarı kadar bu ülke nüfusunun ihtiyacıdır. Ülkemizin nüfusu gerek ülkemize gelen mülteciler, gerekse de kendi yapımız nedeniyle sürekli artmaktadır. Su miktarımız ise iklim değişikliğinden dolayı az da olsa azalma eğilimindedir. Bu yüzden susuzluk bugün önemli bir sorun yaratmasa da yakın gelecekte hepimiz için önemli bir problem oluşturma riski taşımaktadır.

Su problemimizi azaltmanın en kolay yolu sahip olduğumuz suyu dikkatli kullanmaktan geçiyor. Barajlar dolu bile olsa biz gene de suyumuzu her sene kuraklık olacakmış gibi dikkatli kullanırsak ve bunu bir alışkanlık haline dönüştürebilirsek ilerde karşılaşacağımız kuraklıklara da hazırlıklı oluruz. Ülkemizin bulunduğu coğrafyada iklim değişikliği ile birlikte su, petrol kadar kıymetlenebilir; bunun bilincine vararak yaşamaya başlamak zorundayız. Sorunun çözümü ise sadece diş fırçalarken musluğu kapatmakla bitmiyor ne yazık ki. Modern şehirlerimiz kurulduğundan bu yana su azlığı ciddi bir problem olmadığından tüm sistemlerimizi suyun hep olacağı üzerine kurmuşuz. Bu nedenle de bir gün suyun azalacak olması karşısında alınabilecek basit önlemler dedelerimize doğal gelseler de bizim neslimiz için karmaşık sistemler gibi algılanabiliyorlar.

Ayrıca suyun üçte ikisinin tarımda kullanılmakta olduğunu unutmamalıyız. Tarımda kullanılan vahşi sulama yöntemlerine uzun vadede devam etmemiz mümkün değildir. Yer altından su çekerek yapılan tarım da ülkemizin çoğu yerinde yer altı suları yenilenebilir olmadığından sürdürülebilir değildir. Ancak tarımdaki su kullanımı çok geniş bir konu olduğundan biz evimize dönecek olursak, mutfağımıza giren her besinin bir su ayak izi olduğunu unutmamalıyız. Bundan dolayı herhangi bir besinin bozularak çöpe atılması aynı zamanda bu besinin üretiminde kullanılmış olan suyun da boşa harcanması anlamına gelir. Sonuçta akşamları diş fırçalarken suyu kapatmaya devam edin, ama arka planda unutmayın ki, tabağınıza fazladan alarak yemeyip çöpe döktüğünüz makarna kapatarak tasarruf ettiğinizi düşündüğünüz sudan çok daha fazla su kullanılarak üretilmişti.

9 Kasım 2019 Cumartesi

İklim değişikliği değil iklim krizi!

Biz “tebdil-i mekânda ferahlık vardır” diyen kişileriz, yani yer değiştirmenin insanları ferahlattığını düşünüyoruz. Bu, kültürümüzün temeline işlemiş bir kavram. “Değişiklik iyidir” diye düşünüyoruz. Başka toplumlar için ise değişiklik bizim için olduğu kadar arzulanan bir kavram olmayabilir. Mesela Çinliler birine beddua etmek istediklerinde “ilginç (değişik) zamanlarda yaşayasın” diyorlar. Değişikliğin olmaması yerleşik toplumlar için gerekli olabiliyor.

İnsanlık bundan 60 bin yıl önce son buzul çağının ortasında hayatta kalmak için çabalarken patlayan bir yanardağ çok kötü sonuçlara neden olmuştu. Aniden soğuyan havadan dolayı insanların büyük çoğunluğu ölmüş ve sağ kalan insan sayısı bin kişinin altına düşmüştü. 18 bin sene önce son buzul çağı sona erdiğinde dünyada binlerce insan yaşıyordu. Yalnız o tarihten 20. yüzyılın başına dek dünyadaki ortalama sıcaklıklar bir dereceden fazla değişmedi. Sıcaklıkların bu derece sabit kalması ondan önceki yüz bin sene boyunca görülmüş bir olay değildi. Sıcaklıkların bu kadar sabit kalması ise insanların sayısının binlerden milyarlara çıkmasının en başta gelen nedenlerinden biri oldu.

Hava ve sudan sonra insanın en önemli ihtiyacı besindir. Besin kaynaklarının sürdürülebilir olması için de iklim değişkenliğinin fazla olmaması gerekir. Yani, tarlayı mart ayında sürüp nisan ayında tohumu ve mayıs ayında gübreyi atarak haziran ayındaki az yağışın ardından ağustos ayında hasat yaparak bir sonraki senenin besinini alacağımızı bildiğimiz müddetçe üremeye ve gelişmeye devam ederiz. Ayrıca elde etmeyi umduğumuz besin, ihtiyacımızdan fazla olmalı ki sadece karnımızı doyurmak değil diğer ihtiyaçlarımızı gidermek için de üretim fazlamız olsun. İnsanlığın gelişmesindeki ana unsur bu tahmin yeteneğimizi 18 bin senedir değişmeyen iklim şartlarında kullanıyor olmamızdır.

Peki iklim koşullarının kısa sürelerde fazla değişmemesini sağlayan nedir? Güneş’ten Dünya’ya gelen enerji miktarı ile Dünya’dan uzaya yayılan enerji miktarı eşit olursa Dünya’nın iklimi değişmeden kalabilir. Bu enerji miktarları farklı olursa iklim de sürekli değişir ve biz tahmin yeteneğimizi kaybetmeye başlarız. Bugün Güneş’ten gelen enerji ile Dünya’dan çıkan enerji arasında ciddi sayılabilecek bir fark vardır ve bu fark iklimin değişmesine neden olmaktadır. Yalnız bu fark her geçen gün artmakta olduğundan iklim değişikliği de bununla birlikte artmaktadır. İnsanlık ve doğa açısından önemli olan bu değişiklik ve bu değişikliğin meydana gelme hızıdır. Gezegenimizin geçmişinde karbondioksidin ve sıcaklıkların bundan çok daha fazla olduğu dönemler vardı ve bu dönemlerde canlılar mutlu bir biçimde yaşamlarını sürdürdüler. Hatta yaşamın o dönemlerde bugünkünden daha fazla organik madde üretme yetisine sahip olduğunu söyleyebiliriz. Ama ne zaman iklim hızla değişmeye başlarsa yaşam da bundan kötü biçimde etkilenir. Dinozorları öldüren gök taşı çarptığında canlıların tümü oluşan çarpma etkisinden ölmediler. Sonrasında oluşan ani sıcaklık değişimi canlıların yaşam şartlarını hızla değiştirdiğinden bu değişikliğe ayak uyduramayan türler yok oldular. Bugün de yaşamakta olduğumuz sorun budur. İklim sadece değişmiyor, çok yüksek bir hızla değişiyor. Bundan dolayı da canlılar bu değişime ayak uydurmakta zorlanıyorlar.

Buradan görebileceğimiz gibi uzun vadede önemli olan karbondioksidin atmosferdeki oranı değil bu oranın ne derece hızlı değiştiğidir. “Uzun vadede” tanımıyla anlatılmak istenen ise yüzlerce yıllık bir süredir. Sanayi Devrimi öncesi 280 ppm olan karbondioksit oranı 450 ppm’e çıkıp orada sabit kalacak olsa mutlaka ciddi sorunlarımız olur, ama doğa atmosferdeki karbondioksit oranına alışarak kendisine yeni bir denge noktası bulur. Bu denge noktasındaki yaşam bugünkünden kesinlikle çok farklı olur, ama yaşam o denge noktasında da varlığını sürdürür. Yalnız insanlığın problemi artık hataya imkan bırakmayacak kadar dar sınırlar içerisinde yaşamasıdır. 

İstanbul gibi büyük şehirlerde yaşayanlarımızın sıkça duyduğu bir laf vardır: “Bir yağmur yağdı, trafik gene alt üst oldu.” Bunun nedeni İstanbul’un fazla kalabalık olmasından dolayı trafiğin her şey mükemmel olduğunda ancak akabilmesidir. En ufak bir değişiklik ya da artış bu trafiği çoğu yerde durdurmaya yetebilir. Doğadaki problemimiz de budur. Eskiden tarlalarımızı nadasa bırakırdık, ancak artan nüfusu doyurmak için artık bırakın nadasa bırakmayı, senede birkaç defa ürün almanın peşinde koşmak zorunda kalıyoruz. Bundan dolayı da karbondioksit oranı 280 ppm seviyesinde olduğunda senede iki defa ürün alınabilen bir tarla bu oran 450 ppm seviyesine çıktığında senede sadece bir defa ürün alınabilir bir duruma gelebilir. Bu değişiklik bizim ancak yarı sayıda insanı besleyebileceğimiz anlamına da gelebilir. Mesela bu yeni denge noktasında dünya nüfusu 8 milyar değil de ancak 4 milyar olabilir. Ancak artış sadece 450 ppm’ye ulaşıp orada duracak olsa, büyük değişiklikler yaşasak da uzun vadede bu değişikliklere ayak uydurmayı başarabiliriz. O hayatta bugün alışık olduğumuz çoğu canlı türü var olmaz. O denge noktasına ulaşana kadar çok insan acı çeker ve çok kişiyi kaybederiz ama eninde sonunda bir dengeye varırız. Bu denge noktasına da türlü acılarla geleceğimiz için umarım o noktanın kıymetini bilir ve bir daha dengeyi bozmayız.

Yukarıda 450 ppm ile ilgili hayali bir senaryo ürettim. Gerçek bundan çok daha kötü de olabilir ama daha iyi olacağını sanmıyorum. Bugün için doğa kendisini binlerce, hatta milyon yıldır 180 ppm ile 280 ppm arasında yaşamaya ayarlamıştır. Bu sınırların az dışına taşıldığında da fazla sorun yaşanmaması muhtemeldir. Ancak bilim insanları 350 ppm gibi bir sınırın kalıcı şekilde aşılması durumunda yaşamın bildiğimiz ve alıştığımız şekilde devam edemeyeceğini söylüyorlar. Yani, 450 ppm kabul edebileceğimiz bir denge noktası değil. Bugün 415 ppm seviyesini geçmiş durumdayız ve oran her sene 2-3 ppm artıyor. Bu da karşımızdaki esas sorunu yaratıyor.

180 ppm olsun 280 ppm olsun denge noktaları iyidir. Denge noktalarında yaşam kendisini şartlara uydurabilir. Yaşam için tehlikeli olan ani değişikliklerdir. Atmosferdeki karbondioksit oranı her sene 2-3 ppm değiştiğinde sadece insanlar değil bu gezegendeki yaşamın tümü kendisini bu değişime uyduramaz. Dinozorların soyunu tüketen gök taşı çarptığında canlıların bir anda ölmediğini söylemiştim. Çarpışma sona erdikten sonra çevrede oluşan değişimin hızı neredeyse bugün içinde yaşamakta olduğumuz değişimin hızına eşitti. O değişimin sonucunu biliyoruz ve aşağıda da konuşmaya devam edeceğiz, ama önemli olan bugün içinde yaşamakta olduğumuz değişim de o dönemde yaşanan değişimden daha az zararlı değildir. Bu zararı yaratan da değişimin büyüklüğü kadar hızıdır. Eğer biz son 18 bin senedir toprağın altındaki kömür, petrol ve doğal gazı çıkartıp yavaş yavaş yaksaydık belki bugün atmosferdeki karbondioksit oranı daha da yüksek olurdu ama bu noktaya hızlı varılmamış olduğundan doğanın sistemlerinin uyum sağlama şansı olurdu. Bugün başımızdaki belanın artık kriz halini almış olmasının ardındaki en önemli sebep de budur. Bugün bir iklim krizi içerisinde yaşıyoruz ve bu krizin nedeni bizim doymak bilmeyen tüketim iştahımız.

Peki bu duruma ne diyeceğiz? Küresel Isınma mı? Küresel İklim Değişikliği mi? İklim Krizi mi? Varoluşsal Kriz mi? Aslında durumun ne derece ciddi olduğunu anladığınız ve anlatabildiğiniz sürece hangi kelimeleri kullandığınızın fazla bir önemi yok. Sonuç olarak bizim yaktığımız ve yakmaya da devam ettiğimiz kömür, petrol ve doğal gazdan dolayı dünyanın atmosferi ısınıyor. Bu ısınma iklimin değişmesine yol açıyor. Bu değişim öylesine hızlı gerçekleşiyor ki artık bu problem bir kriz halini aldı. Eğer bu konuda adım atmayacak ve problemi tersine çevirmeyecek olursak bu sadece kutup ayılarının değil gezegendeki tüm canlı türlerinin yok olmasına neden olabilir. Sonunda gezegende kendi başımıza kalamayacağımıza göre bu insanlık için de varoluşsal bir kriz halini alıyor. Ne yaparsak yapalım, diğer tüm problemlerin yanında kömür, petrol ve doğal gaz yakmayı acilen bırakıp doğanın ve atmosferin kendisini tedavi etmesine yardımcı olmak zorundayız, yoksa bu kriz her geçen gün büyüyecek ve bir gün, çok uzakta olmayan bir gün, kontrolden çıkacak. Bugün hala geç değil, hala yapılabilecek çok şey, atılabilecek çok adım var, ama zamanımız her geçen gün azalıyor. Gelecekte bir gün adım atmaya karar verirsek de almamız gereken önlemler çok daha can acıtıcı olacak. O nedenle bu krizi durdurmak için acilen harekete geçmek zorundayız.