16 Haziran 2012 Cumartesi

Rio'dan yirmi yıl sonra

Orijinal yayın: 16.06.2012 T24 İnternet gazetesi
1980'lerde gelişmiş ülkeler belirli bir refah seviyesine ulaştıklarından artık çevre sorunlarına da ilgi gösteren güç odaklarını da politik yelpazelerinde barındırmaya başladılar. Ayrıca 1970'lerde ortaya çıkmaya başlayan insanlığın dünyanın iklimini değiştirmekte olduğu gerçeği Birleşmiş Milletler'i 1992 yılının Haziran ayında Rio de Janeiro'da bir konferans düzenlemeye yöneltti. Ana teması Kalkınma ve Çevre olan bu konferansa 108'i devlet ya da hükümet başkanı olmak üzere 172 ülkenin temsilcileri katıldı. Konular devletler arasında bu derece üst düzeyde ilk defa ele alındığından tüm taraflar arasında inanılmaz bir iyimserlik hakim oldu (günümüzle kıyaslandığında). Bu konferans sonunda iki önemli belge imzaya açıldı:
İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması (Framework Convention on Climate Change – UNFCCC): Bu anlaşmanın temel amacı insan kaynaklı sera gazlarının dünyanın iklimini değiştirmesine engel olmaktır. Konuyu ortaya bu şekilde koyduğumuz anda buna hayır diyecek kimseyi bulmak kolay değildir. Endüstri Devrimi'nden sonra sanayileşmenin ve nüfus artışının çevremizi her geçen gün biraz daha kirlettiğini biliyoruz. Devletlerin de bunu azaltma yolunda çaba göstermek üzere bir karar almaları gayet doğaldır. Bu anlaşmayı da Birleşmiş Milletler'e yeni üye olan Güney Sudan hariç 195 ülke kabul etmiş durumdadır. Ülkemiz de 2004 yılında bu anlaşmayı meclisten geçirerek anlaşmaya taraf olmuştur. Anlaşmanın temelinde iki ana madde yatar: 
1.    İklim değişikliği öylesine büyük ve tehlikeli bir problemdir ki dünya ülkeleri bu problemin bilimsel anlamda kesinlikle kanıtlanmasını beklemeden harekete geçmek zorundadırlar. Çünkü gerekli adımların atılması için bilimsel kesinliğe ulaşılması beklenecek olursa artık harekete geçmek için çok geç kalınabilir.
2.    Atmosferdeki sera gazı miktarının insanlar için gerekli besin miktarının üretimini engellemeyecek ve sürdürülebilir kalkınmaya imkan verecek seviyede tutulması gereklidir. 
Bu iki maddeyi de dünyadaki (neredeyse) tüm ülkeler kabul etmiştir. Kabul edilmeyecek gibi de değil bu maddeler. Kim bunlara “hayır” diyebilir ki. Ama iş bu maddelerin nasıl gerçekleştirileceğine gelince anlaşmazlıklar da başlıyor. Gelişmiş ülkeler gelişmişliklerini endüstrileşmelerine, endüstriyi de bu sera gazlarının salımına bağlı olarak sağladıklarından, sera gazlarının miktarındaki bir azaltma doğal olarak bu ülkelerin refah seviyelerinde de bir azalma olarak algılanıyor. Bu sebeple de sera gazı salımlarının çoğunluğundan sorumlu olan gelişmiş ülkeler bu konuda ciddi kısıntıya gitmek istemiyorlar. Öte yandan gelişmekte olan ülkeler de gelişmiş ülkeler seviyesine ulaşmak istediklerinden bir azaltma yapmayı doğru bulmuyorlar. Sonuç olarak da özellikle son üç yıldır hemen hemen herkes ana fikirler konusunda hemfikir olsa da atılacak adımlar konusunda ciddi bir tıkanıklık yaşanıyor. 
Biyolojik Çeşitlilik Anlaşması (Convention on Biological Diversity – CBD): Bu anlaşmanın da üç temel amacı vardır: 
1.    Biyolojik çeşitliliğin korunması
2.    Biyolojik çeşitliliğin sürdürülebilmesi
3.    Genetik kaynakların tüm insanlığın mirası olarak eşit şekilde paylaşılması 
İklim değişikliği ve biyolojik çeşitlilik deyince aklımıza nedense kutup ayıları geliyor hep. Unutun artık kutup ayılarını lütfen. Biyolojik çeşitlilik denince aklınıza “mis gibi kokan domatesler kalmadı artık” veya “eskiden Boğaz'dan uskumru çıkardı” gelsin. Nasıl olup da kağıt üzerinde ülkemiz de dahil olmak üzere 168 dünya ülkesinin biyolojik çeşitliliği koruyacaklarına söz verdiklerini ve korumak için neredeyse hiçbir şey yapmadıklarını unutmayalım. 
İşte bu şartlar altında dünya ülkeleri gelecek hafta bir kez daha Rio'da toplanarak 20 sene önce ne de güzel kararlar almış olduklarını konuşacaklar. Sonuçları hepimiz çok merakla bekliyoruz değil mi?? Bir de unutmadan, bu seneki toplantının adında bile artık çevre, iklim ya da biyolojik çeşitlilik yok, Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Konferansı hepimize hayırlı olsun.