13 Mart 2014 Perşembe

Kuraklık Politikası Nasıl Olmalı?

Ülkemiz, 2012 yılının Ekim ayından bu yana şiddetini gittikçe arttıran bir kuraklıkla yaşamak zorunda kaldı. Bu kuraklığın temelinde yatan ana unsur, küresel iklim değişikliği sebebiyle her geçen gün biraz daha az yağış alıyor olmasıdır. Dolayısıyla içinde yaşadığımız kuraklık geçici bir olgu değil kalıcı bir gerçekliktir. Mutlaka bazı seneler bundan daha yağışlı geçecektir ama unutmamamız gereken önemli unsur, uzun seneler içerisinde iklimin bu davranışının bizi daha kurak bir geleceğe doğru sürüklediğidir.
İklimin kuraklaştığı dönemlerde tartışılan önemli konulardan biri kuraklıkla başa çıkmayı sağlayacak bir su yönetimi ve kuraklık politikasıdır. Başta ve uzatmadan söyleyecek olursak devletimizin kuraklıkla mücadele politikası bulunmamaktadır. Ama böyle bir politikanın gerekliliği konusunda devlet de biz de hemfikir olduğumuza göre söz konusu politikanın ana hatlarını da belirlememiz gerekir.
Özelde kuraklık genelde ise su yönetimi politikasının en vazgeçilmez unsuru ülkemizin su kaynakları hakkında bilgi sahibi olmaktır. Daha da açık anlatmak gerekirse öncelikle ne kadar kullanılabilecek suyumuzun olduğunu bilmemiz gerekir. Bunun kolay olduğunu düşünüyor olabilirsiniz ama bu birkaç açıdan zor bir problemdir. Mesela, İstanbul'daki barajların ne kadar suyla dolu olduğunu öğrenmek isterseniz İSKİ size %29, DSİ de %25 cevabını verir. Aradaki fark yaklaşık 45 milyon metreküptür ki bu da İstanbul'un 18 günlük su ihtiyacıdır. Bu aradaki fark değişik devlet kuruluşlarının aynı baraj için farklı yaklaşımlar kullanmalarından kaynaklanır, dolayısıyla, doğru su miktarına ulaşmak göründüğü kadar kolay değildir. Su miktarı konusunda bir diğer problem de yer altı sularının miktarını tahmin edebilmektir. Hepimizin kolayca kabul edebileceği gibi, yer üstü sularının aksine, yeraltı sularının miktarını tahmin edebilmek çok daha karışık bir problemdir ve yer üstü sularının miktarında mutabık olmayan ölçüm yöntemlerinin yer altı sularında anlaşmaları çok daha zordur.
Su yönetimi konusunda üstesinden gelmemiz gereken ikinci önemli problem, kimin ne kadar suya ihtiyacı olduğunu ve aslında ne kadar su kullandığını belirleme problemidir. Bunun da kolay olduğunu düşünebilirsiniz, ne de olsa evlerimize gelen su kapımızdaki sayaç tarafından ölçülüyor. Ama unutmayalım ki ülkemizdeki tatlı su kaynaklarının yaklaşık %70'i tarımsal sulamada kullanılmaktadır. Burada kullanılan suyu göz kararı ile belirlemek belki mümkün olabilir ama kimin ne kadar su kullandığını makul bir kesinlikle belirlemek çok zordur. Devletin bu konudaki çabalarına toprak sahiplerinin çoğu ileride harcayacakları suyun kısıtlanabileceği endişesiyle şu anda kullandıkları suyun ölçülmesine karşı çıkmaktadır.
Ayrıca, gene bildiğimiz gibi, tarımsal faaliyetlerde sulama tekniklerini geliştirerek daha az suyla daha fazla ürün elde etmek mümkündür.
Buradan anlayabileceğimiz gibi, ilk bakışta kolay gibi görünse de devletimiz ne, ne kadar suya sahip olduğumuzu, ne de ne kadar su harcadığımızı kesin olarak belirleyebilmektedir. Bu da bir su politikası oluşturulurken karşı karşıya kalınabilecek önemli problemlerden biridir).
Ancak bu bilgi eksikliği su ve kuraklık politikasının zayıf karnı değildir. Daha önemli unsur bu konudaki politik irade sorunsalıdır. Ülkemizdeki suyun yönetim görevi Orman ve Su İşleri Bakanlığına bağlı Su Yönetimi Genel Müdürlüğüne verilmiştir. Ama adında her ne kadar su yönetimi tamlaması geçse de bu genel müdürlüğün ana işlevi daha ziyade su yönetimini koordine etmek, yani suya taraf olan devlet bileşenlerini bir masa etrafında toplayıp karşılıklı diyalog içerisinde olmalarını sağlamaktır. Bunun ise devlet sistemimizin çalışma prensipleri açısından verimli bir sonuç getirmesi son derece zordur. Bu toplantılarda görev alan çeşitli devlet kuruluşlarının bürokratları su yönetimi konusunda yetkiye sahip olmadıklarından ortak kararlara varılması son derece zordur.
Bu durumda yapılması gereken ekonomi veya milli savunmaya benzer bir şekilde su konusunda  karar verme yetkisine sahip kişileri bir kurul içerisinde bir araya getirerek kararlar alınmasının sağlanması ve bu kararların alt kademedeki bürokratlar tarafından uygulanmasıdır. Daha basitçe söylersek, ne kadar suyumuz olduğunu ve kimin ne kadar suya ihtiyacı olduğunu belirledikten sonra başbakanla birlikte ilgili bakanlardan oluşan bir kurulun bu suyun dağıtım esaslarını belirlemesi ve bir kuraklık anında bunların öncelik sıralamasını da planlaması gerekmektedir. Ülkemizde bu çalışma başbakan ve ilgili bakanları meşgul edemeyecek kadar önemsiz göründüğünden daha alt basamaklardaki yetkililer tarafından yapılmaktadır. Bunun da doğal sonucu plan çıktılarının birbirleriyle çakışmalarından dolayı değişik devlet kuruluşları tarafından uygulanamamasıdır. Ayrıca bu sistem paydaşların görüşlerini içermediğinden tabanda da destek bulmakta zorlanmaktadır.
Ülkemiz su fakiri olma yolunda hızla ilerlemektedir. Bugün yakın çevremizdeki ülkeler arasında henüz su savaşları başlamamış olsa da gelecekte bizleri bu konuda önemli sorunlar beklemektedir. Bu nedenle fazla geç olmadan önce uygulanabilir bir su politikası üretmemize, sonra da bunu suyun iklim değişikliği nedeniyle kıtlaşacağı zamanları da düşünerek bir kuraklık eylem planına dönüştürmemiz gerekmektedir.

1 Mart 2014 Cumartesi

Yerel Yönetimlerin İklim Politikasındaki Önemi

Ülkemizde ve dünyada aktivizm açısından bakıldığında iklim değişikliği karşıtlığı, iklim değişikliğine sebep olan sera gazı salımlarına karşı yapılan bir savaş olarak algılanıyor. Gelişmiş ülkelerde bu durum bir noktaya kadar anlaşılabilir çünkü iklim değişikliğine sebep olan sera gazlarını hem bugün hem de geçmişte en fazla atmosfere salmış olanlar bu gelişmiş ülkeler. Dolayısıyla da iklim aktivizminin de bu salımların azaltılması konusuna yoğunlaşması da beklenebilir.

Ancak burada unutulmaması gereken iki ana nokta var. Birincisi, ülkemizdeki aktivizm hareketi genelde kendisine örnek olarak gelişmiş ülkelerdeki çevre hareketlerini alıyor. Bunun anlamı; uluslar arası toplantılarda, basında ve sosyal medyada görülen küresel iklim aktivizmi sera gazı salımlarının azaltılmasına yoğunlaşınca ülkemizdeki çevre örgütleri de o konuyla ilgilenmeye başlıyor. Oysa gelişmiş ülkelerin özelde sera gazı azaltımı konusuna ağırlık vermesinin sebebi ikinci ana noktada gizli. Bu ülkelerin büyük çoğunluğu ya kısa vadede iklim değişikliğinin getireceği problemlerden etkilenmiyor veya iyi şekilde etkileniyor ya da maddi kaynakları nedeniyle olası problemlerin üstesinden gelebilmeleri az gelişmiş ülkelere oranla çok daha kolay oluyor. Bu sebepten de ülkemizde iklim değişikliğine karşı savaşılması gerektiği konuşulduğunda ilk olarak akla sera gazı salımlarının azaltılması geliyor.

Oysa ülkemiz çoğu gelişmiş ülkenin aksine iklim değişikliğinden en fazla zarar görecek bölgelerden birinde bulunduğu için uzun vadede çabamızı sera gazı salımlarımızı azaltmak yanında iklim değişikliğinin etkilerine uyum sağlanmak yolunda da sarf etmemiz daha doğru olur. Bunu “istediğimiz kadar sera gazı salabiliriz, yeter ki kendimizi iklim değişikliğinden koruyalım” şeklinde anlamamamız gerekiyor. Uzun vadede sera gazı salımlarını azaltacak düşünce yapıları zaten ekonomik anlamda da bizleri güçlü kılar. Bu sebepten özellikle enerji üretiminde yenilenebilir enerjinin payını arttırmak durum ne olursa olsun en akılcı çözümdür. Ama gene de unutulmaması gereken en önemli konu: insanlık, bugün, tüm sera gazı salımlarını azaltmayı kafasına koysa dahi bunu gerçekleştirebilmenin zaman alacağı ve bu zaman süresince de iklim değişikliğinin kötü sonuçlarının her geçen gün artacağıdır.

Bunlar göz önüne alındığında devletimize düşen önemli görevlerden biri de iklim değişikliğinin etkilerine uyum sağlanması için gerekli önlemlerin alınmasının koordinasyonu olacaktır. Ama hepimizin bildiği gibi coğrafi koşullardan dolayı iklim değişikliğinin etkileri ülkemizin her bölgesinde benzer şekilde ortaya çıkmayacaktır. Bu sebeple de ortaya çıkacak etkilere karşı alınacak önlemler de her bölge için farklı olacaktır. Bu farklılık iklim değişikliğine uyum konusunda en önemli sorumluluklardan birini yerel yönetimlere vermektedir.
İklim değişikliğinin şehirler için getireceği risklerin başında içme suyu sorunu gelmektedir. Her ne kadar günümüzde su sorunu dediğimizde aklımıza İstanbul ve Ankara gibi büyük şehirlerin su sorunu gelse de bu sorun tüm şehirler için geçerlidir. Büyük şehirlerin su sorununun giderilmesi ilk bakışta yerel yönetimlerin çabasını aşar bir boyutta görünse de  su sorununun temelinde şehrin su havzaları üzerindeki yapılaşma gelmektedir. Şehirlerin genişlemesi sırasında yapılacak yerel imar planlarında şehirlerin gelecekteki su ihtiyacını da dikkate alacak şekilde bir genişleme planı yapılması gerekmektedir.

Ayrıca suyun önemli bir kısmı da biriktirme noktasından evlere gelene kadarki kaçaklarla kaybolmaktadır. Altyapı sistemlerinin geliştirilerek kaçakların önlenmesi ve suyun daha verimli kullanılması da yerel yönetimlerin bu konudaki becerisine bağlıdır.

İklim değişikliği deniz seviyesinde de yükselmeye neden olacaktır. Bu özellikle kıyı kentlerimiz için büyük bir risk faktörü oluşturmaktadır. Örnek vermek gerekirse, İstanbul Kadıköy'deki metronun girişi deniz seviyesinden sadece bir metre yüksektedir. Yakın gelecekte kuvvetli bir lodos fırtınasına eşlik eden deniz seviyesindeki yükselme tüm metro sisteminin suyla dolmasına neden olabilir. New York şehri hala Sandy Kasırgası'ndan sonra metro sistemine dolan suyun tahliyesi ile uğraşmaktadır. 

İklimin değişmesinin getireceği bir başka sorun uzun kuraklıkların ardından gelecek şiddetli yağışlar olacaktır. Ayamama Deresi'ndeki kayıpların ardından Sayın Topbaş yaşananları iklim değişikliğine bağlayarak bu konuda alınacak önlemler konusunda güçsüz olduklarını anlatmaya çalışmış olsa da yerel yönetimlerin bu konudaki hazırlık çalışmalarını arttırmaları gerekmektedir.

Özellikle sıcak yaz aylarında ısı adası halini alacak olan şehirlerde soğutma gereklerine bağlı olarak elektrik ihtiyacı da artacaktır. Her ne kadar elektrik sağlama görevi yerel yönetimlerin olmasa da ulusal ağda olabilecek aksaklıkların yerel ölçekte giderilmesi amacıyla yerel yenilenebilir kaynaklara destek sağlanması da yakın gelecekte yerel yönetimlerden beklenecektir.

Son olarak her ne kadar hoşumuza gitmese de aşırı iklim olaylarının fazla uzak olmayan bir gelecekte sıklıklarını arttırması beklenmektedir. Sıklığı artan bu olayların başında sıcak hava dalgaları gelmektedir. 2003 yılında Paris'teki sıcak hava dalgasında 18,000 kişi hayatını kaybetmiştir. Benzer durumların ülkemizde de görülme riski kuvvetli olduğundan yerel yönetimlerin bu konuya önem vermeleri gerekmektedir. Hastaneler Sağlık Bakanlığı'nın sorumluluğunda olsa da karşılaşmak istemediğimiz ölüm vakalarında gerekli hizmetlerin verilmesinin sorumluluğu yerel yönetimlere düşmektedir.

Gördüğümüz gibi su havzalarının korunmasından cenaze hizmetlerinin verilmesine kadar pek çok çalışma yerel yönetimlerin yetki alanına girmektedir. Yeni kanunla birlikte sorumluluk bölgeleri iyice artan yerel yönetimler, iklim değişikliği ile birlikte daha da büyük zorluklar yaşamaya hazır olmalıdır. Bu zorluklar üstesinden gelinemeyecek problemler değildir, yalnız bunların kuvvetli birer ihtimal olduğunun bilincine varılarak hazırlık yapması gerekmektedir. 

Yazının yayınlanmış halini EKOIQ Mart 2014 sayısında bulabilirsiniz.