25 Aralık 2010 Cumartesi

Daha ne kadar kirletmeye iznimiz var?


Orijinal yayın: 25.12.2010 T24 İnternet gazetesi

Aslında bu soruya verilecek cevap gayet basit: Zaten yeteri kadar kirletmedik mi?? Daha kirletme iznimizin kaldığını sanmıyorum. Gerek doğayı gerekse de atmosferi kirletme açısından baktığımızda, insanoğlu daha yirminci yüzyılın başlarında kirletme hakkını fazlasıyla kullanmıştı. Ancak burada soruya biraz farklı yaklaşmamız gerekiyor. 

Biliyoruz ki bugünkü gidişimizi hiç değiştirmeyecek olursak yakın bir gelecekte küresel iklim değişikliğinin getireceği ağır faturayı ödemek zorunda kalacağız. Ama gene biliyoruz ki bugünkü ekonomik sistem içerisinde iklim değişikliğinin getireceği bedeli ödememek adına yapacağımız değişiklikler bize bugün için ağır bir fatura çıkartacak. Yani, bir yanda eğer bugün ödediğimiz önemli bir fatura, diğer yanda da o faturayı ödemediğimiz takdirde ileride önümüze gelecek çok ağır bir bedel. Bu noktada insan doğası gelecekteki ağır bedeli görmezden gelip bugünkü faturayı ödememe yönünde kafasını kuma sokmayı tercih ediyor. Dolayısıyla da belki sormamız gereken soru, bir yandan bugün ödenmesi gereken faturayı minimize ederken, diğer yandan da gelecekteki iklim değişikliğini ne derecede tolere edebiliriz? 

Gerek bilimciler gerekse de bu kişilere kulak veren devlet adamları iki yönden bu soruya cevap verdiler. Bilimcilerin üzerinde anlaştıkları konu, atmosferdeki karbondioksit miktarının milyonda 350 parçacık seviyesinin altında olması. Çünkü hepimiz biliyoruz ki şu anda dünyada iklim değişikliğinin sonuçları görülmeye başlandı ve atmosferdeki karbondioksit seviyesi milyonda 350 parçacığın çok üzerinde ve yükseliyor, dolayısıyla da en kötü ihtimalle 350 parçacık seviyesine inmek bu ağır faturanın ödenmemesi için bir çözüm yolu. Diğer yandan politikacıların geçtiğimiz sene Kopenhag'da üzerinde anlaşma sağladıkları belge, iklim değişikliğinin insanlığa ve dünyaya vereceği zararın azaltılması için küresel sıcaklıklardaki artışın en fazla 2 derece ile sınırlandırılmasını öngörüyor. Bu sebeple üzerinde anlaşılması gereken temel nokta artık iklim değişikliğinin varlığı ya da insan kaynaklı olup olmadığı değildir. Artık ana sorumuz, ekonomik sistemimize yapacağımız ne gibi değişiklikler bizi 2 derecelik ortalama sıcaklık artışından korur, veya atmosferdeki karbondioksit miktarının milyonda 350 parçacık seviyesinin altında kalmasına yardımcı olur şeklinde olmak zorundadır. 

Burada temel dikkat edilmesi gereken nokta karbondioksit salımlarımızı kontrol altına almaktır. Bu salımlar üç ana kaynaktan gelmektedir: Petrol, doğal gaz ve kömür. Petrole en fazla ihtiyaç duyduğumuz kullanım alanı ulaşımdır. Ulaşımda her aracın saldığı karbondioksiti engelleyecek filtreleri araçlara takabilmek iklim değişikliği açısından çok faydalı olsa da maddi açıdan ulaşılabilir bir hedef değildir. Doğal gazı da dünyanın büyük bir kısmı ısınmak için kullandığından, benzer şekilde salım noktalarından bu salımların engellenmesi olası değildir. Bu sebeple, iklim değişikliğine sebep olan salımları azaltmak için petrol ve doğal gaza değil kömüre yönelmeliyiz, ancak burada da temel bir noktayı gözönüne almalıyız. Dünyada bugün için geleneksel petrol ve doğal gaz yatakları ve bunların çıkartılma şekilleri bellidir. Bu kaynakların tamamını çıkartıp kullanmak bile gerekli önlemler alındığı takdirde bizi geri dönülemez bir noktaya taşımayabilir. Ancak, bu  Kuzey Kutbunun altındaki petrol yataklarına ya da Kanada'nın kuzeyindeki kumla karışık petrol (şeyl) rezervleri gibi geleneksel olmayan rezervlere dokunmadığımız müddetçe doğrudur. Bu kaynaklar bugün için yüksek üretim maliyetine sebep olduklarından dolayı fazla kullanılmamaktadır. Yakın gelecekte artacak olan ham petrol fiyatları bu rezervlerin de maddi anlamda kullanılabilir olmasını sağladığında bu rezervleri kullanmaktan kaçınmamız gerekiyor. 

Fakat daha önemli unsur enerji üretiminde kullanılan kömürdür. Her ne kadar petrol ve doğal gaz en iyimser tahminlerle bile bu yüzyılın sonunda bitecek olsalar da kömür rezervleri bizi gelecek yüzyılın sonuna kadar taşıyabilecek miktardadır. Kömürün temel kullanım alanı enerji üretimi olduğundan, salımın kaynağı da kömürden enerji üreten termik santrallerdir. Termik santrallerde ise kömürden enerji üretimi sırasında ortaya çıkan karbondioksit gazını atmosfere yayılmadan tutmak ve çeşitli şekillerde depolamak mümkün, ancak bunu yapmamaya oranla daha pahalı bir yöntemdir. Bu şekilde üretilen elektrik enerjisi yaklaşık olarak %30 daha pahalıdır. 

O zaman ekonomik anlamda önümüzde üç seçenek var: 

1. Hiçbir şeyi değiştirmeden yola devam etmek, ama biliyoruz ki bunun sonu insanlık ve dünya için felaket olacaktır. 
2. Yeni ve geleneksel olmayan petrol ve doğal gaz rezervlerine el atmadan geleneksel rezervleri tüketmek, ama bunun yanı sıra tüm termik santrallerin doğaya karbondioksit salmayan teknolojiler kullanmasında ısrarcı olmak. 
3. Gene yeni petrol ve doğal gaz rezervlerine el atmadan termik santralleri toptan ortadan kaldırmak, onların yerine güneş ve rüzgar gibi yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmek. 

Bilimin doğrusu bizim hemen tüm karbondioksit salımımızı durdurmamız yönünde, ancak ekonomik gerekleri de gözönüne alacak olursak benim aklım üçüncü maddeden yana, ama ikinci maddeyi de kabul edebilirim. Fakat hepimizin üzerinde kesinlikle anlaşması gereken bir husus var: Birinci maddede olduğu, yani bugün yaşadığımız gibi yaşamaya devam edecek olursak yakın bir geçmişte ödemeye başlayacağımız fatura hayal bile edemeyeceğimiz büyüklükte olacaktır.

15 Aralık 2010 Çarşamba

Bilim İklim Değişikliği Konusunda Ne Kadar Hemfikir?

Orijinal yayın: 15.12.2010 T24 İnternet Gazetesi

Bu hafta sonunda havalar biraz serinledi de kışa girdiğimizi fark ettik. Kabataş'da deniz kıyısında oturanların sayısında ciddi azalma var, bu da benim bu havaların tüm kış sürmesi ve bol bol kar görmemize dair umudumu arttırıyor. 

Bu hafta bir öğrencimin bulduğu iki makaleyi okudum ve benzer zamanlarda yayınlanmış olan bu iki makalenin nasıl olup da böylesi ters bilgiler içerebileceğine şaştım, bunları da sizinle paylaşmak istedim. 

İlki Yrd. Doç. Dr. Osman Peker ve Yrd. Doç. Dr. Mustafa Demirci'nin “İklim değişikliğinin bilim ve ekonomi perspektifinden analizi”. Peker ve Demirci temelde “... iklim değişikliği sorununun formülasyonundaki doğal değişkenlik, su buharı, güneş etkisi, aerosoller, bulut oluşumu, okyanus sirkülasyonları, ve iklim geribildirimleri gibi belli başlı belirsizlikler hakkında yeterli veri toplanmadan ve fiziksel süreçler anlaşılmadan politika  analizinin temeli olacak güvenilir modeller oluşturmak olanaklı değildir. Nitekim, geleceği tahminde kullanılan hiçbir model bilimsel olarak ispat edilemez ve hiçbiri geçmiş sıcaklıklarda belli düzeltme ve tahminler yapmaksızın tekrarlanması olanaklı görünmektedir...” demektedirler. Yani iklim sistemi içeriğinden dolayı kaotiktir ve bu sebeple de doğru biçimde modellenmesi olanaksızdır ve bu modeller baz alınarak politika oluşturulamaz. 

Diğer makale ise Yrd. Doç. Dr. Mehmet Özel ve Yrd. Doç. Dr. Selim Kılıç'ın “Avrupa Birliği iklim politikaları ve karar almada oyun teorisi yaklaşımı”. Özel ve Kılıç da “... her ne kadar iklimdeki değişimin hızı ve büyüklüğü konusunda uzlaşma sağlanamamışsa da, bir değişimin olduğu kabul edilmektedir.  IPCC raporlarının da belirttiği gibi, küresel iklim değişikliğinde insanın önemli bir rolü  bulunmaktadır” diyerek ilk makalede verilen temele tamamen zıt bir yaklaşım sunmaktalar. 
Daha sonra bu iki makale de değişik açılardan iklim değişikliğinin ekonomi üzerine etkilerini irdeliyorlar. Önce ilk makaleyi okurken aklıma takılan basit bir sorudan başlamak istiyorum: Madem iklim değişikliğinin varlığından böylesine emin değiliz, o zaman neden bu olması şüpheli olan değişikliklerin ekonomi üzerine etkilerinden ve bu etkilerin giderilmesi üzerine kurgulanan Kyoto Protokolü'nün mekanizmaları üzerine kafa yoruyoruz? 

Ama daha önemlisi, iki farklı üniversiteden benzer alanda çalışan dört akademisyen arkadaş nasıl oluyor da aynı konu üzerinde böylesi zıt iki görüşe sahip olabiliyorlar? Hep üzerinde durduğumuz temel bir gerçeklik var, 1896'da Arrhenius bir tüpün içine doldurduğu karbondioksit gazından kızılötesi ışımanın geçmeyeceğini gördüğünde aslında iklim değişikliği konusunda temel tüm itirazları da sonlandırmış oldu. Bilimde bazı konular tartışılabilir ama tartışılmayacak bir gerçeklik, atmosferin sıcaklığındaki artışın atmosferdeki karbondioksit miktarına bağlı olduğudur. Karbondioksit miktarı artarsa sıcaklık da artar, bunun tartışılacak bir tarafı yok. Ama “ne kadarlık bir karbondioksit artışı ne kadarlık bir sıcaklık artışına sebep olur?” diye soracak olursanız, çeşitli bilim adamlarından çeşitli cevaplar alabilirsiniz. Bu bilim alanında iklim değişikliği ve bunun karbondioksitle bağlantısı konusunda şüpheler olduğundan değil bu bağlantının sonuçlarının ne kadar ağır olabileceği konusundadır. 

Peki nasıl oluyor da üniversite hocaları bile bu alanda böylesi yanılgılara düşebiliyorlar? Aslında bu soruya Peker ve Demirci'nin makalesinde ilginç bir yaklaşım buluyoruz: “... kimi görüşler, iklim biliminin siyasi gücün etkisi altında kaldığını ve dolayısıyla, elde edilen bulguların güvensiz olduğunu dile getirmektedir. Bu açıdan bakıldığında, iklim bilimi son derece karmaşık ve kuramsal temelleri zayıf görünmektedir.” Yani iklim bilimciler siyasetçilerin baskısıyla veya maddi zorlamasıyla onların öngördüğü şekilde bilim yapıyorlar. İşte bu nokta gerçekte olanların tam tersini ortaya koyuyor. Tüm dünyada iklim bilimciler siyasetçiler sayesinde değil siyasetçilere rağmen bilim yapmaya uğraşırlar. Bunun tam tersi olarak iklim değişikliği karşıtlarının maddi kaynakları siyasetçileri etkilemek için daha kolay mobilize edilebildiği için paranın satın alabildiği iklim değişikliği karşıtı bilimciler yaratmak da mümkün olabilmektedir. Bu sebepten de bugün çevrenizde iki tür iklim bilimciye rastlayabilirsiniz, bir grup kısıtlı kaynaklar içinde bilim üretmeye çalışan gerçek bilimciler bir diğer grup da çalışmalarını sürdürmek için lobilerden güçlü destek sağlayan ve temelde bu lobilerin yayın organlarında hakemsiz yayınlar yapan bilimcilerden oluşmaktadır. Bu sebeple, iklim değişikliği hakkında gerçek bilgilere sahip olmak istiyorsanız, Nature ya da Science gibi tüm dünya çapında saygı duyulan bilimsel dergilerde yayınlananları takip etmeye çalışın, kendi gözlerinizle görün hangi tarafın gerçek bilim yaptığını ve uydurulan safsatalara kanmayın. 

1. O. Peker ve M. Demirci, Süleyman Demirel Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi 
 Y. 2008, C. 13, S. 1 ss. 239-251.

2. M. Özer ve S. Kılıç, Niğde Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Aralık 2008, Cilt: 1, Sayı: 2, ss. 49-69. 

8 Aralık 2010 Çarşamba

Tüm Avrupa Donarken Neden Hala Gömlekleyiz?

Orijinal yayın: 08.12.2010 T24 İnternet Gazetesi

Biliyorum, bugün (07.12.2010) gömlekli değiliz, ama gene de parlak güneşli, çok da serin olmayan bir hava var dışarıda. Batı Avrupa'nın kar altında olduğunu, Polonya'da soğuktan onlarca kişinin öldüğünü duyuyoruz, ama gene de bize şimdilik bulaşmadı bu soğuk hava. İnsan “neden?” diye düşünmeden edemiyor. Hani bu kış son bin yılın en soğuk kışı olacaktı, hani o olmasa son yüz yılın en soğuk kışı olacaktı?? 

Öncelikle unutmayalım, yaşamakta olduğumuz olgu küresel ısınma değil, küresel iklim değişikliği, yani dünyanın bazı bölgeleri ısınırken bazı bölgeleri de soğuyacak. Bu bilimsel verilerden beklediğimiz bir sonuç. Ayrıca atmosfer ısındıkça atmosferdeki su buharı miktarı da artacağı için yağışların artması da aynı şekilde bilimsel bir sonuç. Ancak tüm bu bilimsel veriler Alp Dağlarının kuzeyi ile güneyi arasında ciddi farklılıklar ortaya koyuyor. Buna göre dünyada Akdeniz Bölgesi, küresel iklim değişikliğinden en fazla etkilenecek alanların başında geliyor. Bunun sebebini ise yaşadığımız yerden çok uzaklarda aramamız gerekiyor.

Dünyadaki iklim olaylarının pek çoğuna etki eden unsurların en önemlilerinden biri Güney Amerika'nın batı kıyısı açıklarında suyun nasıl hareket ettiği. Pek çoğumuza garip de gelse bugün Avrupa'nın yaşadığı soğukların temel sebebi bu. Güney Amerika kıyılarında eğer deniz dibinden yukarıya doğru olan akış zayıflarsa buna El Nino diyoruz. Tam tersi akışın artmasına da La Nina. El Nino ve La Nina genelde Pasifik Okyanusu'nu etkileyen olgular olsalar da dünyanın pek çok yerinde bunların etkileri görülebiliyor. Kuzey Avrupa da bu olaylardan zayıfça da olsa etkilenebilen bölgelerden. Fakat bu etki Pasifik ile eşzamanlı olarak görülmüyor. Yani, Pasifik Okyanusu'nda Haziran ayına kadar görülen El Nino koşullarının Kuzey ve Orta Avrupa'ya yansıması Temmuz ayında görülen aşırı yüksek sıcaklıklar şeklindeydi. Ancak Haziran ayından sonra La Nina'ya dönen koşullar sonbaharın sonunda Avrupa'nın doğusunda sıcaklıkların çok düşmesine neden oldu. 

Ancak Avrupa'yı etkileyen temel atmosfer olayı El Nino – La Nina ikilisinden çok Atlantik Okyanusu'nun yüzey sıcaklığıdır. Bu sıcaklığın temel göstergesi olarak Atlantik Okyanusu'nun kuzeyi ile güneyi arasındaki basınç farkını alırız. Hava basıncındaki bu farka Kuzey Atlantik Salınımı (NAO) İndisi diyoruz. Bu indisi kullanarak Avrupa'daki hava olaylarını daha rahat anlatmamız mümkündür. Bu indis pozitif olduğunda, Batı ve Orta Avrupa'da ortalamanın üzerinde Güney Avrupa ve Ortadoğu'da ortalamanın altında sıcaklıklar görülür. Benzer şekilde indisin pozitif olduğu zamanlar Batı ve Orta Avrupa'da yağış azalır, Güney Avrupa ve Ortadoğu daha fazla yağış alır. İndisin negatif olduğu durumlarda da bunun tersi olduğu söylenebilir.  

NAO indisi Ağustos ayının başında negatif değerler almaya başladı ve arada kısa pozitif dönemleri olsa da bugüne kadar negatifte gitmeye devam etti. Bunun anlamı şu, Ağustos ayının başından bu yana Avrupa'nın kuzeyi normallerden daha serin ve daha çok yağışlı ve güneyi ise normallerden daha sıcak ve daha az yağışlı. Dolayısıyla burada unutmamamız gereken temel faktör, Avrupa'da olan bitenle ülkemizdeki hava durumunu birbirinden ayırmak. Eğer bir yeri temel almak istiyorsak bunun İspanya, İtalya ve Yunanistan olması gerekiyor, İngiltere veya Polonya değil.  

Son olarak indisin önümüzdeki günlerde de negatif seyrini sürdüreceğine, yani ülkemizdeki sıcaklıkların benzer seviyede seyretmesi ihtimalinin yüksek olduğuna dikkatinizi çekmek isterim. Ama tabi meteorologlar günden güne hava durumunun nasıl değişeceğini bizlerden çok daha iyi bildikleri için sizler sabahları hava tahminini seyretmeden evden çıkmayın derim ben gene de. 

3 Aralık 2010 Cuma

Herhalde iklim ve çevre ile ilgili konulardan sorumlu politikacı olmak çok zor!

Orijinal yayın: 03.11.2010 T24 İnternet gazetesi


Bugün gene Kabataş vapur iskelesi ve gene dışarıda gömlekle oturanlar ve siz “ne zaman kış gelecek” diye soruyorsanız, beklentilerinizin yüksek olmamasını öneririm. Neredeyse Aralık ayındayız, daha havalar Eylül gibi gidiyor.

Dün Türkiye Bilimler Akademisi'nin davetiyle bir konuşma veren UNEP'in eski başkanı Klaus Töpfer'i dinlemeye gittim, hem konuşmaları hem de düşüncelerini sizlerle paylaşmak isterim. Önce UNEP'in ne olduğunu anlatmakla işe başlamak gerekiyor sanırım. UNEP – United Nations Environment Program (Birleşmiş Milletler Çevre Programı), Birleşmiş Milletler'in çevre konularıyla ilgili olarak 1972'de kurduğu bir örgüt. Merkezi diğer BM kuruluşlarının aksine Nairobi, Kenya'da. Kuruluş amacı “global çevreyi” dikkatle izleyerek bir çevre politikası mutabakatı oluşturmak ve oluşan sorunları harekete geçilmesi için devletlerin ve uluslararası toplumun dikkatine sunmak. UNEP Dünya Meteoroloji Örgütü ile birlikte 1988'de Devletlerarası İklim Değişikliği Paneli'ni (IPCC) oluşturan iki kuruluştan bir tanesi. Bu görevleri açısından da dünyada çevre dediğimizde aklımıza ilk gelmesi gereken kuruluş UNEP. 

Klaus Töpfer de UNEP'in başında 1998-2006 yılları arasında görev yapmış. Konuşmaya giderken Töpfer’in -benim kadar kötümser olmasa da- dünyada işlerin iyiye gitmediğini ve bu konuda radikal değişiklikler yapılması gerektiğini söyleyeceğini düşünüyordum. Öncelikle bu kadar önemli bir kişi konuştuğunda yüzlerce kişi akın eder diye İTÜ'nün büyük salonlarından biri ayrılmıştı, ama biraz daha dolsun diye beklenmesine rağmen salonun ancak beşte birinden azı doluydu, bu da çevre konusuna ülkemizde gösterilen önemin başta gelen göstergelerinden biri olsa gerek. 

Töpfer konuşmasına şu andaki görevinin Almanya'da karbondioksitin nasıl bir kaynak haline dönüştürüleceğini araştıran bir enstitünün başında olduğunu anlatarak başladı. Benim açımdan sanırım konu o noktada kayboldu çünkü bana göre esas amaç atmosfere karbondioksit salımını engellemektir, ama sanırım Töpfer bunun engellenemeyeceğinin artık farkında olarak “bari bu karbondioksiti düzgün bir amaç için kullanalım” yoluna girmişti. Konuşmasının devamını da sürdürülebilir kalkınmaya ve bu kalkınma içinde tedarik zincirinin kapanmasına ayırdı. Bundan da kasıt şu: Eğer üretilen malların kullanım ömürleri sona erdiğinde üreticiye dönmesini ve üreticinin yeni ürünleri bu kullanılmış malların geri dönüşümü ile üretmesini sağlarsak doğadan cok daha fazla hammadde kullanmadan sürdürülebilir kalkınma sağlayabileceğiz. Şimdi pekçoğunuzun “eee, doğru, ne var bunda kızılacak” dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız, bugünkü paradigma içerisinde bunun hiçbir sakıncası yok, ekonomik büyüme = refah artışı şeklinde pompalanan bir toplum içerisinde yaşıyoruz. Bir çeyrekte büyüme olmasa herşeyin kötü olduğu sanısına kapılıyoruz. Ama benim beklentim, böylesi büyük bir organizasyonun tepesinde yer almış kişilerin biraz da bu paradigmanın artık değişmesi gerektiğini dürüstçe ortaya koyabilmeleriydi.

Belki de artık büyümemiz gerekmiyor, belki de büyüdükçe daha mutlu olmuyoruz, hatta belki de sorunlarımızın temel kaynağı yüzyıllardır sürdürdüğümüz bu sınırsız büyüme. Mesela  hepimiz bir çift ayakkabı, iki pantolon ve iki gömlek ile yaşayamaz mıyız? Şart mıdır sırf ucuzluk var diye alışveriş etmek? Hayatımızı reklamlarda gördüklerimizi satın almak yönlendirmese daha mutlu olmaz mıyız? UNEP'in eski başkanı sanırım o şekilde yaşayamayacağımızı ve sonsuza kadar üretim yapmamız gerektiğini düşünüyor. Bu üretimi yapmaya mecbur olduğumuza göre de bari geri dönüşümlü kaynaklara yönelelim diyor. Bu standart paradigmayı görünce dün gece bir dosta “bu beni Yeşiller'e daha yaklaştırdı” dedim, “neden uzaktın ki” dedi. Düşündüm tüm gece “neden uzaktım?” diye. Sanırım ben düne kadar içten içe bizde olmasa da dünyada vizyonu geniş ve bizleri güzel yarınlara götürecek politikacıların var olduğuna inanıyordum. “Herhalde UNEP'in, BM'in, IPCC'nin başındakiler artık bu paradigma ile insanlığın bu dünya üzerinde yaşamalarının mümkün olmadığını görüyor ve çalışmalarını radikal değişiklikler üretme yolunda yapıyorlar” diye düşünüyordum. 

Bu sebeple de her seçimde gidip oyumu aynı paradigma içinde çalışan partilerden birine veriyordum. Dün gördüm ki, ne kadar radikal olursanız olun, günümüz dünyasında sağ kalan bir politikacı olacaksanız sistemin içerisinde çalışmak zorundasınız. Benimse sorunların bu paradigma içerisinde çözülebileceğine inancım her geçen gün azalıyor. Yeni bir yol, yeni bir duruş gerekiyor bizlere eğer çocuklarımızın torunlarını görmelerini istiyorsak...

17 Kasım 2010 Çarşamba

Fazla ısındık diyorsanız haklısınız


Orijinal yayın: 17.11.2010 T24 İnternet Gazetesi

Bugün gene Kabataş vapur iskelesinde baktım epey kişi gömlekle oturuyor, o zaman dedim ki “sırf ben değilim havaların fazla sıcak gittiğini düşünen”. Basit bir analiz yapayım dediğimde, karşıma hepimizin algıladığı gerçeklik çıktı (Verileri sağlayan Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü'ne teşekkürlerimle): 1936-2010 yılları arasında her senenin 8-14 Kasım arasındaki bir haftalık süreye baktığımızda, yaşadığımız bir hafta son 75 senenin en sıcak bir haftası olarak ortaya çıkıyor. Bu haftanın en yüksek sıcaklık ortalaması 21,7 oC en düşük sıcaklık ortalaması ise 14,3 oC. Hem en düşük hem de en yüksek sıcaklıklar bakımından rekorları yaşıyoruz. Hani biliyorsunuz, bu bir de son 1000 senenin en soğuk kışı.
 
Sadece bu sene ile kalmayıp yüksek sıcaklık ortalaması açısından en tepedeki on seneye bakacak olursak bunlardan beş tanesi son on senede yaşanmış, benzer şekilde düşük sıcaklıkların da dört tanesi son on senede görülmüş. Yani her ne kadar pastırma yazı muhabbetleri yapıyor olsak da, bu pastırma yazı seviyesini geçeli çok oldu. Son 75 yılın yüksek sıcaklık ortalaması 15,8 oC, yani bu hafta ortalamadan 6 oC daha sıcak bir hafta yaşadık. Çarşamba günü ölçülen en düşük sıcaklık olan 18 oC, son 75 senede o hafta için ölçülen düşük sıcaklıkların en yükseği. Pazar günü ölçülen en yüksek sıcaklık olan 23,2 oC, son 75 senede o hafta için ölçülen yüksek sıcaklıkların 2009 ve 2004'den sonra üçüncü en yükseği. Yani kısacası, çok sıcak bir hafta yaşadık ve gelecek günlerde de dünyamızın soğuyacağını beklemek saflık olur. 

Ancak sık sık tekrarladığımız gibi, bizleri öldüren şey ortalamaların artması değil uç değerlerin çoğalmasıdır. Küresel İklim Değişikliği'nin bizi getirdiği temel nokta da budur. Bunu anlatmak için basit bir örnek vereyim. Son on senenin Ağustos ayı en yüksek sıcaklık ortalaması 29,6 oC, standart sapması da 2,2 oC. Bu şu demek bizim için, Ağustos ayı boyunca en yüksek sıcaklıklar %95 ihtimalle 25,2 oC ile 34,0 oC arasında olacak ve %2,5 ihtimalle de sıcaklık 34 derecenin üzerine çıkabilecek. İklim değişikliği sadece ortalama sıcaklık artışı değil, aynı zamanda standart sapmanın da artmasını getirir beraberinde. Yani 2040-2049 yılları arasında ortalama sıcaklık iki derece artışla 31,6 oC olacak desem fazla korkutmam sizleri. Ancak aynı zaman içerisinde standart sapma da 2 derece artacak dersem ürkmeye başlamanız gerekir, şu şekilde: Ortalama 31,6 oC olduğunda en yüksek sıcaklıkların %95'i 23,2 oC ile 40,0 oC arasında olacak demektir. 

Bunun anlamı da İstanbul'un her Ağustos ayında bir gün en az 40oC'yi görmesi demektir. Uzun yıllar boyunca Ağustos ayındaki en yüksek sıcaklık ölçümü 38,8 oC olan İstanbul her sene 40 derece üzeri sıcaklıklar görmeye başlayacak olursa bunun halk sağlığı açısından getireceği sonuçlara ben girmek istemem, ama sizler tahmin edebilirsiniz. Örnek olması açısından 2003 yazında bir hafta süreyle ortalamının 8oC üzerine çıkan sıcaklıklardan dolayı çoğu Fransa'nın başkenti Paris'de olmak üzere 18.000 kişi öldü. Bu bir üçüncü dünya ülkesi değil, klima kullanmayı akıl edemeyen veya buna maddi gücü yetmeyen insanların yaşadığı bir yer değil, buna rağmen bir haftalık yüksek sıcaklıklardan dolayı ölen 18.000 kişi bize gelecek için önemli bir uyarı olmalı. Bu yaz ise Rusya'daki sıcak dalgasında  ölenlerin sayısının 180.000 civarında olduğu söyleniyor. 

Bir de tabi eklememiz gereken temel bir nokta var, 2040-2049 yılları arası için sadece 2oC'lik bir sıcaklık artışı son derece iyimser bir bakış açısı içinde yaşadığımız bölge için. 3 veya 4 derecelik bir sıcaklık artışının İstanbul gibi büyük şehirlere neler yapabileceğini umarım hiçbirimiz görmeyiz.

11 Kasım 2010 Perşembe

İklim Değişikliğinin Sebepleri Neler Değildir 2

Orijinal yayın: 11.10.2010 T24 İnternet Gazetesi

Amerikan Başkanı Truman, günümüzü anlatan güzel bir söz söylemiş: “Eğer ikna edemiyorsan kafalarını karıştır!” İklim değişikliğinin olmadığını savunanların da temel araçları bu, birbiri ile alakasız bilgiler ortaya atarak kafaları karıştırmak. 
“İklim değişikliği yeni bir konu değil, tarihte hep vardı, sonuç olarak eskiden dünyanın bundan daha sıcak veya daha soğuk olduğu dönemler oldu, o zamanlar insanoğlu daha dünyada bile yoktu” argümanını çoğunuz duymuşsunuzdur. Uzun uzun bunun nedenleri anlatmadan önce aşağıdaki grafiğe bakmanızı öneririm: 


Bu grafik, denildiği gibi son 400.000 senede dünyada görülen sıcaklık değişimlerini ve bu sırada atmosferdeki karbondioksit miktarındaki değişiklikleri gösteriyor. Tabi ki buradaki değişikliklerin sebebi insanoğlu değil, ama bu değişikliklerin paralel olduğunu görmek için bilim insanı olmak gerekmiyor. Karbondioksit miktarı 180 ppm civarına düştüğünde ortalama sıcaklık bugünkünün 10 derece altına düşüyor, 280 ppm civarına çıkınca da bugünkü sıcaklık ortalamasına erişiliyor. Bu durumda şu andaki karbondioksit miktarı olan 393 ppm ne kadar bir sıcaklık artışını beraberinde getirir sizce?? Basitçe söylemek gerekirse, orman yangınları kıvılcımlardan çıkar ve insanlardan önce orman yangınları gene de vardı demek insanlar ormanı yakacak kıvılcımları çıkartamaz demek değildir. 
Tarih boyunca bilinen tüm iklim değişiklikleri insandan bağımsız olarak ortaya çıkmıştır, ancak tüm bu değişikliklerin temelinde aynı olgu yatar. Dünyaya güneşten gelen enerji miktarı dünyanın uzaya yaydığı enerji miktarına eşit olmalıdır. Eğer dünya daha fazla enerji alırsa ısınır, daha fazla enerji saçarsa soğur. Güneşin enerji çıktısındaki bir azalma veya yanardağ patlamalarının yaydığı tozlar dünyanın soğumasına, güneşin enerji çıktısının artması veya dünya atmosferindeki karbondioksit miktarındaki bir artış da dünyanın ısınmasına yol açar. Şimdiye kadar bunların tümü doğal kaynaklıydı, ama artık insanoğlu atmosferin yapısını değiştirecek teknik imkanlara sahip ve bunun sonuçlarını da her gün çevremizde gözlemliyoruz. 
Bunun dışında bir de iklim değişikliğine karşı olanların ortaya koyduğu “ama iklim zaten 1470 senelik bir periyotla ısınır ve soğur, bu gayet iyi bilinen bir olgudur” argümanı var. Bu olgu, Dansgaard-Oeschger olayı diye bilinir ve muhtemelen güneşten bize gelen enerji miktarındaki değişimlerin dünyanın ortalama sıcaklığına bir yansımasıdır. Ancak bu olayın günümüzde gözlemlenen iklim değişikliğini açıklama konusunda yetersiz kalacağı açıktır, çünkü küresel iklimde son gözlemlenen sıcak dönem Vikinglerin Grönland'da buğday yetiştirdikleri M.S. 900-1000 yıllarıdır, yani bundan 1470 değil 1000-1100 sene önce. Benzer şekilde de en serin zaman M.S. 1650-1700 yılları arasıdır ki bu Dansgaard-Oeschger olayları ile uyumludur, fakat aynı mantıkta devam edecek olursak bir sonraki ısınmanın M.S. 2400 yılları civarında olması beklenebilir, yani bugün değil. 
Sonuç olarak sizi iklim değişikliğinin olmadığına ikna edemeyenler değişik argümanlarla kafa karıştırmaya uğraşıyorlar. Yaşamakta olduğumuz değişikliklerin doğal herhangi bir tarafı yok, atmosferdeki karbondioksit miktarı son 600.000 senede hiç 280 ppm seviyesinin üzerine çıkmamışken bugün 393 ppm seviyesine ulaştı, bunun doğal bir tarafı yok. Benim size bilimsel bir güvenle tek söyleyemeyeceğim şey dünyanın sonunun geldiğini sizin görüp göremeyeceğiniz, belki görebilirsiniz, belki de bizden sonraki nesil bu şanssız sonuca ulaşacak, ya da bir sonraki. Ama emin olun, dünyanın bugünkü savurgan gidişiyle son artık çok uzakta değil.

3 Kasım 2010 Çarşamba

İklim Değişikliğinin Sebepleri Neler Değildir 1: Güneş


Orijinal yayın: 03.11.2010 T24 İnternet Gazetesi

Bu hafta yeni bir yazı dizisine başlıyoruz. Araya başka konular girse de iklim değişikliğini sulandırmaya çalışıp suçu bizlerden başka kaynaklara atmaya çalışanların argümanlarını ele almaya çalışacağız her hafta. Bu hafta en önemli argümanla başlayacağız: İklim değişikliğinin sebebi güneşteki değişikliklerdir. 

Bu konuya cevap verirken size öncelikle basit bir grafik göstereceğiz. Bu grafikte son 160 sene içerisinde dünyanın ortalama sıcaklığındaki değişimi (kırmızı), karbondioksit miktarındaki artışı (mavi) ve güneşten dünyaya ulaşan enerji miktarındaki değişimi (sarı) görebiliriz. Son kırk yıl için karbondioksit miktarındaki artışın sıcaklıktaki artışa ne derece paralel olduğunu şu an için görmemezlikten gelip sadece güneşten gelen enerji miktarındaki değişimle dünyanın sıcaklığındaki değişime bakacak olursak, 1900-1950 yılları arasında dünyada görülen ısınmanın sebebinin güneş mi yoksa karbondioksit artışı mı olduğu tartışılabilir. Bu zaman süresince gerek dünyaya ulaşan enerji gerekse de dünyanın sıcaklığı artmıştır. Ancak 1960 yılından sonra güneşin verdiği enerjideki artış durmuş hatta son 30 yıl içerisinde hafifçe azalmıştır. Buna karşılık dünyanın ortalama sıcaklığı artmaya devam etmektedir. Başka hiçbir kanıta bakmasak bile bu grafik dünyada son 30 senede görülen ısınmanın güneşle alakası olmadığını görmemiz için yeterlidir. 

Güneşten dünyaya ulaşan enerji miktarı 1978 yılından bu yana uydular aracılığıyla ölçülüyor. Aynı uydular dünyanın yaydığı enerjiyi de ölçme kapasitesine sahipler. Bu ölçümlerin bize gösterdiği, bu ölçümlerin yapılmaya başlandığı günden bu yana güneşten gelen enerjinin neredeyse sabit kaldığı ya da hafifçe azaldığı ama buna kıyasla dünyadan gelen enerjinin çok daha fazla azaldığı yönünde. Dünyanın sıcaklığının sabit kalabilmesi için dünyaya güneşten gelen enerji ile dünyanın uzaya yaydığı enerjinin aynı olması gerekiyor. Eğer dünyaya gelen enerji sabit kalır dünyanın yaydığı enerji azalacak olursa bu aradaki enerji farkının dünyayı ısıtacağı anlamına gelmektedir ki son yarım yüzyılda dünyanın ortalama sıcaklığında görülen 0,4 derecelik artış da bunun bir göstergesidir. 

Küresel iklim değişikliğinin olmadığını ya da sebebinin insanlık olmadığını iddia edenler bu noktada kaçak oynamaya başlıyorlar: “Ama güneşten sadece görünen ışık gelmiyor ki, aynı zamanda morötesi ve manyetik alan da geliyor, bunlardaki değişiklikler de dünyanın ısınmasına yol açar” diyorlar. Yukarıda dikkat ederseniz görünen ışık ya da morötesi diye bir ayırım yapmadan enerji demeye çalıştık, bunun temel sebebi ölçümü yapan aletlerin sadece görünen ışık değil morötesi de dahil olmak üzere tüm enerjiyi hesaba katıyor olmasıdır.  
Güneşin manyetik alanındaki değişiklikler de dünyaya gelen kozmik ışınların miktarında fark yaratabilir. Dünyada alt seviyelerdeki bulut oluşumunda etkisi olan kozmik ışınlar da dünyanın ısınmasına sebep olabilir. Alt seviyelerdeki bulutlar kalın ve beyaz olduğu için güneş ışınlarını yansıtır ve dünyayı serinletir, bu bulut miktarındaki azalma da paralel şekilde dünyayı ısıtacaktır. Bunun için dört şeyin aynı anda gözlemlenmesi gerekiyor: 

1. Güneşin manyetik alanında uzun vadeli artış
2. Dünyaya ulaşan kozmik ışınlarda uzun vadeli azalma
3. Kozmik ışınların alt seviyelerdeki bulutlara etkisi
4. Alt seviyedeki bulut miktarında uzun vadeli azalma 

Yapılan ölçümler bu dört noktanın tamamında dünyanın ısınmasına sebep olacak bir farklılık göstermemektedir. 

Sonuç olarak direkt olarak ölçtüğümüz ya da dolaylı olarak etkilerini gözlemlediğimiz olayların hiçbiri dünyanın sıcaklığında son elli senede gördüğümüz artışı açıklamakta yeterli olmamaktadır.  

Sona tek bir nokta kalıyor, onun da değerlendirmesini size bırakıyoruz: Üstteki grafiğe baktığınızda iklim değişikliğinin sebebinin karbondioksit miktarındaki artış mı yoksa daha bilmediğimiz ya da anlamadığımız ve hatta ölçemediğimiz bir şekilde güneşte olan değişiklikler mi olduğunu düşünürsünüz?

27 Ekim 2010 Çarşamba

Son 1000 yılın en soğuk kışı geyiği üzerine


Orijinal yayın: 27.10.2010 T24 İnternet Gazetesi

Bu sabah televizyon kanallarının birinde “eğer bu kış son 1000 yılın en soğuk kışı olacaksa...” diye başlayan bir reklam görünce “tamam” dedim, “artık bu konuda birşeyler yazmanın vakti geldi, sabırla bu deli saçmasına inanmaz kimse diye beklemenin alemi yok”. 
Hangi tarafını dinlemek istersiniz hikayenin, tarihi olan açısını mı yoksa bilimsel açısını mı? Hangi taraftan bakarsanız bakın, varacağımız sonuç aynı; olmaz böyle şey. 

Önce tarihsel taraftan bakalım, çünkü hepimizin kolaylıkla bildiği şeyler var. Mesela Osmanlı arşivleri 8 Şubat 1621 yılında İstanbul Boğazı'nın donduğunu ve insanların birkaç gün de olsa yürüyerek karşıdan karşıya geçtiğini söylüyor. 1954 yılında ise Boğazı tıkayan buzlardan dolayı insanların Boğaz'ın üzerinde çektirdikleri fotoğrafları çoğumuz gördük. Ancak bu soğuk kışlar birden bire başlamıyor. Mesela Viyana kapılarına ikinci kez gittiğimizde hava koşullarının elverişssiz olduğu ve neredeyse kar yağışının başlayacağı görüldüğü için kuşatmadan vazgeçip geri geldiğimiz söylenir (Sobieski olayından fazla bahsedilmez). Tarih: 12 Eylül 1683, yani daha Eylül ayının başında kar yağmaya başlamış. Bir de bugüne bakın, ben bunları yazarken Kabataş Vapur İskelesi'nde deniz kenarında kazakla oturuyorum ve tarih 26 Ekim. Yani tarihsel olarak baksak, şimdiye İstanbul'da karların kendini göstermeye başlamış olması gerekirdi. Bu durumda en azından “madem son 1000 yılın en soğuk kışı, ne zaman başlayacak bu kış” diye sormamız gerekmez miydi? Ayrıca 1600'lerdeki soğukların güneş sebebiyle oluştuğunu ve şu anda güneşte bunun tekrarlanacağını gösteren hiçbir belirti yok. 

Gelelim konunun bilimsel yanına: Bildiğiniz gibi dünyanın Ekvator bölgesi kutuplara oranla güneşten çok daha fazla enerji alır. Bu enerjinin bir kısmı atmosfer bir kısmı da okyanuslar yoluyla kutuplara doğru taşınır. Atmosferde taşınan miktarla okyanuslar tarafından taşınan miktar neredeyse birbirine eşittir. Eğer bir şekilde Ekvator'dan kutuplara taşınan bu enerji miktarında bir azalma olursa kuzey ve güneydeki bölgelerin sıcaklığı düşer, Ekvator civarının sıcaklığı da artar. 

Hava akımlarını durdurmak neredeyse imkansız olduğuna göre bunu ancak okyanus akıntılarını durdurarak başarabiliriz. Buna benzer bir olay bundan yaklaşık 13000 yıl önce gerçekleşmiş ve dünya 1000 yıl süren küçük bir buzul çağına girmiş. Bu olayın sebebi Kuzey Amerika üzerindeki dev buz gölünün bir yolunu bularak Atlantik Okyanusu'na akması ve buradaki akıntıyı durdurmasıdır. 

Peki deniz suyuna tatlı su karışırsa neden akıntı dursun? Okyanus akıntılarının sebebi deniz suyundaki sıcaklık ve tuzluluk farklarıdır. Ekvator civarındaki su sıcak ve tuzludur, bu su kuzeye doğru hareket edip Grönland civarında soğuyup dibe çöker, dipten uzun bir süre dolaştıktan sonra ısınarak Büyük Okyanus'un ortasında yüzeye çıkar. Dolayısıyla tüm dünya üzerinde dolaşan bir akıntı oluşturur. Bu akıntıyı bozmanın temel yolu normalde suyun sıcak ve tuzlu olması gereken bir noktada okyanusa inanılmaz miktarda tuzsuz ve soğuk suyu karıştırmaktır. 13000 sene önceki olayın da sağladığı budur. 

Son 1000 yılın en soğuk kışı asparagasına gelecek olursak: Denilene göre Polonyalı bilimciler Atlantik Okyanusu'nun kuzeyindeki bu akıntının neredeyse %50 azaldığını ve bu azalmanın Avrupa'nın bu kışı inanılmaz soğuk geçireceğini söylüyorlarmış. Öncelikle eğer bu akıntı (Gulf Stream) %50 azalacak olursa bunu çoğu kimsenin pek duymadığı bir Rus haber ajansının web sitesinde değil, önce dünyanın en önemli bilimsel dergilerinin kapaklarında ve önde gelen gazetelerin ön sayfalarında bulursunuz. Böyle bir bilimsel bilgiye sahip değiliz değil, son senelerdeki ölçümler bunun tam tersini gösteriyor, yani Gulf Stream'de herhangi bir azalma yok. 

Bu haberi herhangi bir yere dayandırmak istiyorsak, konunun aslı Aralık 2005'de Nature dergisinde yayınlanan ve 1957-2003 yılları arasında Kuzey Atlantik'deki akıntının %30 azaldığını söyleyen çalışma (Bryden ve arkadaşları). Aradan geçen süre içerisinde bu çalışma pekçok grup tarafından tekrarlandı ancak aynı sonuçlara ulaşılamadığı için bilim dünyasında kabul görmedi. Dolayısıyla bu çalışma dışında bilimsel dergilerde yayınlanmış ve Kuzey Atlantik akıntısının azaldığını gösteren herhangi bir çalışma yok.  

Aslında emin olun, ben de bu asparagasın doğru olmasını isterdim, keşke dünya ısınacak yerde soğuyor olsaydı, ancak gerçekler bu yönde değil. Bir de unutmadan aynı “bilimsel” grubun geçtiğimiz yazın Rusya'da serin geçeceği yönündeki tahminlerine göz atın isterseniz....

21 Ekim 2010 Perşembe

İklim değişikliğinin varlığından emin olmasak bile!


Orijinal yayın: 21.10.2010 T24 İnternet gazetesi

Ben yoruldum artık tüm cehaletleri içinde hala “iklim değişikliği olduğuna dair bir bilimsel kanıt yok” diye ortalığı bulandırmaya çalışanlarla mücadele etmekten, bu sebeple tek tek cevap vermekle uğraşmak istemiyorum, hepimizin hayatta yapacak çok daha faydalı işlerimiz var. Ancak arada kalanlar için temel birkaç konuyu anlatmaya çalışacağım. 

Öncelikle, 1896'da İsveçli bir bilim adamı olan Svante Arrhenius basit bir deney yapmış: Bir silindirin içine karbondioksit gazı doldurup kızılötesi ışımanın bu gazın içinden geçip geçmediğini görmek istemiş. Sonuç basit, karbondioksit kızılötesi ışımanın geçmesini engellemiş. Bu neredeyse bilimle uğraşan herkesin çok rahatlıkla tekrar edebileceği bir deney, eğer Arrhenius'a güvenmek istemezseniz, ben böylesi basit bir konuda güvenmeyi tercih ederek devam ediyorum. 

İkinci konumuz dünya atmosferindeki karbondioksit miktarı. 1958 yılından bu yana Scripps Enstitüsü'nden bilim adamları Hawai'nin en yüksek tepelerinden birinde atmosferdeki karbondioksit miktarını ölçüyorlar. Bu miktar 1958 yılında milyonda 310 parçacık seviyesindeyken bugün 393 parçacık seviyesine çıktı. Yani dünya atmosferindeki karbondioksit oranı ciddi miktarda artıyor. 

Üçüncü konumuz dünya atmosferindeki karbondioksit miktarı ile dünya sıcaklığı arasındaki ilişki. Bilim adamları yıllardır çeşitli metotlar kullanarak buzul çağları sırasında atmosferdeki karbondioksit miktarı ile atmosferin sıcaklığı arasındaki ilişkiyi ortaya koyuyorlar. Bu ilişki de basit, karbondioksit miktarının yüksek olduğu devirlerde dünyanın sıcaklığı da yüksek, tersine karbondioksit miktarının düşük olduğu zamanlarda dünyanın sıcaklığı da düşük oluyor (burada bir sebep sonuç ilişkisi çıkartmıyorum, sadece biri olduğunda diğeri de oluyor). 

Dördüncü konumuz temel fizik; nesneler sıcaklıklarına bağlı olarak ışıma yaparlar. Sıcak cisimler görünür dalga boylarında, daha az sıcak cisimler ise kızılötesi dalga boylarında ışıma yaparlar. Mesela güneşin sıcaklığı 5800 derece civarındadır ve güneş sarı-beyaz bir ışık verir, dünyanın ortalama sıcaklığı da 15 derece civarındadır, dünya da kızılötesi dalga boylarında ışıma yapar. 

Bu temel bilgileri herhangi bir lise öğrencisine verip bir sonuç çıkartmasını istersek çok zorlanacağını sanmıyorum. Dünyanın atmosferindeki karbondioksit miktarı artıyor, bu artış dünyanın yaydığı kızılötesi ışımanın atmosferden çıkışını güçleştirerek dünyayı ısıtır. Tüm bunları kavramak yukarıdaki birkaç satırda anlatılandan fazla bilim gerektirmez, ama kafaları karıştırmak için gayet derin bilimsel çabalara başvurulabilir, zengin petrol şirketleri paraları ile kişileri satın alıp istedikleri yönde konuşturabilir, ancak temel gerçeği değiştiremez çünkü bu lise seviyesinde bilim öğrenmiş herkesin kolayca kavrayabileceği bir konudur. 

Şimdi gelelim başlıktaki konumuza, velev ki emin değiliz atmosferdeki karbondioksit miktarındaki artışın a) insan kaynaklı olduğuna, b) bize zarar verip vermeyeceğine. Diyelim dünyadaki tüm bilimcilerin bir ağızdan “her geçen gün biraz daha fazla fosil yakıtı tüketiyoruz, bu da doğal olarak atmosferdeki karbondioksit miktarını arttırıyor” demelerine inanmıyorsunuz ve hala atmosferdeki karbondioksit miktarının durduk yerde kendi kendisine artabileceğini düşünüyorsunuz. Diyelim ki gerçekten körsünüz ve kendi yaşam alanlarınızda iklimin nasıl değiştiğini ve her geçen senenin bir önceki seneye göre nasıl daha sıcak olduğunu fark etmiyorsunuz. O zaman şunu dinleyin: İklim değişikliğ hakkında elimizdeki bunca bilginin daha çok azına sahipken 172 ülkenin liderleri Rio'da biraraya geldiler ve ortak bir karar aldılar, dünyadaki 192 ülkenin tamamı da bunun altına imza attı, kabul etti, meclislerinden geçirdi. 

“Geri dönülemez ve çok ciddi sonuçlara yol açabilecek iklimsel değişikliklerin varlığı konusundaki kanıtlar kesin konuşmaya imkan vermese bile böylesi kanıtların varlığı harekete geçmek için yeterlidir ve daha fazla kanıta sahip olma noktası beklenmemelidir (Madde 3).” 

Sonuçları bu kadar vahim olabilecek bir konuda elimizdeki bilgiler herhangi bir insanın rahatça anlayıp karar verebileceği kadar açık ve basitse bu konuyu bulandırmaya çalışmak en azından sorumsuzluktur, akıl sahibi her kişinin de temel görevi doğaya en az zarar verecek şekilde yaşayarak bu sorumsuzluklara kulak asmamaktır. 

16 Ekim 2010 Cumartesi

Emin misiniz iklimin (bizim yüzümüzden) değiştiğine?


Orijinal yayın: 16.10.2010 T24 İnternet Gazetesi

Evet, iç içe geçmiş olan her iki soruya da... Evet iklim değişiyor ve evet iklim bizim yüzümüzden değişiyor. 

Nasıl bu kadar emin olabiliyoruz? Temelde ilkinin cevabı basit. 1896'da İsveçli bilimci Svante Arhenius bir tübün içine karbondioksit doldurup bu gazın kızılötesi ışınları geçirip geçirmediğine bakmış ve geçirmediğini gözlemlemiş. Her geçen gün atmosfere daha fazla karbondioksit saldığımıza göre bunun dünya atmosferini ısıtması kaçınılmazdır diye bir sonuca varmış. 

Başlangıçta sadece karbon dioksitin dünyayı ısıtacağı anafikri üzerinde yoğunlaşan çalışmalar 1958'de Charles Keeling'in Hawai'de toplamaya başladığı atmosferik karbondioksit verileriyle teorik fizik alanından uygulama alanına geçmiş oldu. 1958'den günümüze kadar aralıksız olarak toplanan bu veriler atmosferdeki karbondioksit miktarının dur durak bilmeden arttığını bize tartışmasız bir biçimde gösteriyor. 1958'de 310 ppm seviyesinde olan karbondioksit miktarı bugün 390 ppm'in üzerine çıkmış durumda. Bu noktada da bilimsel olarak tartışılan konu dünyanın ısınıp ısınmadığı değil bu değişikliklere karşılık olarak ne kadar ısındığıdır. 

Bu sıcaklık artışını ve etkilerini endişeyle izleyen Birleşmiş Milletler'e bağlı iki kuruluş, Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO) ve Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) 1988'de ortaklaşa olarak İklim Değişikliği Hükümetlerarası Paneli'ni (IPCC) kurdular. Bu panelin temel amacı iklim değişikliği konusundaki tüm bilimsel verileri inceleyerek insanlığı durum hakkında bilgilendirmek ve hükümetlere bu konuda öneriler sunmaktır. IPCC temelde dünyada iklim değişikliği konusunda çalışan tüm bilim insanlarını ve hükümet temsilcilerini kapsadığı için vardığı yargılar dünyanın bu konudaki genel fikrini hem bilim hem de toplum açısından yansıtmaktadır. Alınan kararların tümü görüş birliği ile alındığı için neredeyse tüm yargılar en muhafazakar biçimde algılanmalıdır. Bu kararların başında IPCC'nin 2007 raporunda yer alan ana cümle gelmektedir: Günümüzde yaşanmakta olan küresel iklim değişikliğinin sebebi  %90 ihtimalle insanların çeşitli işlemler sonucu çevreye yaydıkları sera gazlarıdır. Burada önemli olan %90 sayısıdır. Bu %90 bir ortalama değildir, bu sayı herkesin üzerinde uzlaştığı sayıdır, yani iklim değişikliğinin insan kaynaklı olmayabileceğini savunan bilim adamları bile kendi savlarının en iyi ihtimalle %10 doğru olabileceğini kabul etmişlerdir. 

Bu noktada iklim değişikliğinin insan kaynaklı olduğu hususunda bilim açısından bir şüphe kalmamıştır. Ancak temelde yukarıda açıkladığım %90 sayısı gene de iklim değişikliğine inanmayanların elinde bir argüman olarak kullanılmaktadır. “Yani” diyorlar, “kesinlikle emin değilsiniz ve kesinlikle emin olmadığınız böyle bir konuda da devletlerin ve şirketlerin trilyon dolar mertebesine varan faturaları sırtlanmalarını bekliyorsunuz”. Aslında bu soruda haklılar, ama sorunun cevabı onların beklediği yönde gelmiyor. Evet, sadece %90 eminiz ki özellikle gelişmiş ülkelerin son yüzelli yılda atmosfere saldıkları sera gazları hızla iklimi değiştiriyor ve başta bu ülkeler olmak üzere tüm insanlık yakın zamanda bir şey yapmadığı takdirde bu problem tüm insanlığın geleceğini tehdit eden en önemli problem haline gelecektir. Dolayısıyla bir yanda tüm insanlığın yok olması ihtimali söz konusu ise diğer yanda bunu engellemek için harcanacak trilyon doların sözü olmaması gerekir diye düşünüyorum, ya da en azından bu konuda harekete geçmek için daha da emin olmayı beklememeliyiz. Daha da emin olmak için harcadığımız her dakika bizi çözüm yolunda biraz daha geriye düşürüyor ve ödememiz gereken bedeli her an daha ağırlaştırıyor. Biz beklerken atmosfere eklenen her ppm karbondioksiti temizlemek için daha da fazla para harcanması gerekiyor. Doktor size “%90 ihtimalle kansersiniz ve hemen tedavi olmazsanız çok az ömrünüz kaldı ve tedavi epey pahalı” dese tedavi parasını vermek için doktorun emin olmasını bekler miydiniz? İşte dünya da aynı şekilde hastalanmış durumda, emin olmayı bekleme riskini almak ister misiniz? 

9 Ekim 2010 Cumartesi

Devletlerin Çevre Politikaları ve Bize Düşenler


Orijinal yayın: 09.10.2010 T24 İnternet Gazetesi

Bir yandan yaşamayı zevksiz hale getiren bir serinliğe bürünmüş gecede soğukla boğuşmak diğer yandan da sizleri iklim değişikliğinin gerçek olduğuna ikna edecek bir yazı kaleme almaya çalışmak inanın kolay değil. Böylesi bir gecede sade vatandaşın kafasında küresel ısınma değil küresel soğuma olsa sanırım pek çoğumuz onu suçlayamayız. Hele bir de bu sabah haberleri dinlerken düşündüklerimi anlatacak olsam, sanırım iklim değişikliği konusunda gerçekten herhangi bir şey yapılamayacağına inanması çok daha kolay olur.

Bildiğiniz gibi bu hafta sene sonunda Cancun, Meksika'da düzenlenecek olan iklim konferansından önceki son ana hazırlık toplantısı Tianjin, Çin'de yapılıyor. Sene sonunda yapılacak Cancun konferansının temel amacı 2012 yılında sona erecek olan Kyoto Protokolü'nün yerini alacak yeni anlaşmayı imzalamak. Bu hafta Tianjin'de düzenlenen konferansta da tarafların tartışmaları sona erdirip neredeyse anlaşma seviyesine varan görüşmeler yapması ve bu görüşmeler sonucunda oluşturulacak bir belge taslağının Cancun'da devlet başkanları seviyesinde görüşülerek imzalanması gerekiyor. Bu tabi ki dünya devletleri dünyanın geleceğini belirleme yolunda olumlu bir adım atmak istiyorlarsa geçerli. Bu tür toplantılarda da genel yapı evsahibi ülkenin devlet büyüklerinin bu anlaşmanın sağlanması üzerine çaba sarf etmesi üzerine kuruludur. Ama sanırım ben bu görüşte olan azınlıktanım çünkü bu sabah haberleri seyrederken öğrendim ki Çin Halk Cumhuriyeti Başbakanı Ven Ciabao resmi bir ziyarette bulunmak için Ankara'ya gelmiş, sonra gece milli maçın başına bakarken başbakanımızın da Almanya'da maç seyretmekte olduğunu fark ettim. Bizim başbakanımızın maç için Almanya'da olması bir sorun teşkil etmez ama dünya açısından böylesi önemli görüşmelere evsahipliği yapan Çin'in başbakanının ülkesini bırakıp bizi ziyarete gelmiş olması çözümsüzlüğün süreceğine olan inancımı pekiştirdi. 

Bu çözümsüzlüğün temelinde yatan olgu atmosferi ve çevreyi kirleterek para kazanan kişilerin bu tatlı kazançlarından vazgeçmek istememeleri ve bu uğurda tüm dünyanın geleceğini de  çekinmeden geri dönülemez bir yola sürmeleridir. Bildiğiniz gibi dünyada Kyoto anlaşmasını meclisinden geçiremeyen tek büyük ülke Amerika Birleşik Devletleri'dir. Kyoto anlaşması Amerikan Senatosu'na ilk geldiğinde 95-0 oyla reddedildi. Bu neredeyse Amerikan tarihinde Senato'nun her iki kanadının da oybirliği ile reddettiği tek konudur. Yani petrol ve otomotif lobileri biraraya geldiklerinde senatörlerin tamamına dediklerini yaptıracak kadar kuvvetlidir. Senatonun hayır demesi kesin olan bir konuda da Amerikan Hükümeti'nin ileri adımlar atması beklenemez. Burada Amerikan görüşü temelde alabilecekleri en az sorumluluğu alarak dünya üzerindeki egemenliklerini sürdürmeye devam etmek yönündedir. Çin'in bu konudaki görüşü de Amerika'nın şu anda sahip olduğu üstünlüğe uzun yıllar boyunca dünyayı kirleterek sahip olduğu, dolayısıyla da eğer bir kısıntıya gidilecekse bu kısıntının Amerika'dan başlaması yönündedir. Bu iki görüş birbiri ile bu derecede çelişince Cancun'da bir anlaşmaya varılması, hatta gelecek sene sonunda bir sonraki iklim konferansının düzenleneceği Güney Afrika'da bir anlaşma olasılığı imkansız görünmektedir. Amerika artı Çin'in karbondioksit salımları dünya salımının %40'ını oluşturduğundan bu iki ülkeyi içine almayan bir anlaşmanın getirisi fazla  olmayacaktır. Nitekim bu açmazı gören Japonya başta olmak üzere pek çok sanayileşmiş ülke de Amerika ve Çin'i içine almayan bir iklim anlaşmasını imzalamayacaklarını söylemişlerdir.  

Bu noktada bizlere düşen sesimiz olabildiğince çok duyurabilmek için biraraya gelmektir. Bu amaçla 10/10/2010 Pazar günü tüm dünyada küresel ısınmaya dikkat çekmek üzere toplantılar düzenlenecektir. İstanbul'daki toplantı saat 15:00'de Galatasaray'da başlayacak ve Taksim’e kadar müzikli, eğlenceli bir yürüyüş yapılacaktır. Ardından Taksim Gezi parkında bir şenlik, sergiler ve Naom Chomsky ve Richard A. Falk gibi aktivistlerin konuşmaları olacak. İklim değişikliği konusunda sadece oturduğu yerden konuşmayıp sesini de duyurmak isteyen herkesi bu eğlenceli toplantıya bekliyoruz. Pazar saat 15:00'de Galatasaray'da görüşmek üzere... 

28 Eylül 2010 Salı

Devrilme Noktası - Tipping Point


Orijinal yayın: 28.09.2010 T24 İnternet Gazetesi

Sosyal bilimlerde devrilme noktası, normal şartlarda çok seyrek olarak görülen bir şeyin şartlar değiştiği için çok sık görülmeye başlamasıdır. Fen bilimlerinde ise bu bir faz geçişidir. Basit bir örnekle anlatılmak istenirse, her ne kadar bizim toplumumuzdan uzak da olsa, Amerikan hayatının bir gerçeği olarak beyazlar siyahların yaşadıkları mahallelerde yaşamak istemezler. Mahalle temelde beyazların oturduğu ve siyahların azınlıkta olduğu bir mahalle olduğu müddetçe beyazlar yaşamaya devam ederler. Ancak o mahallede yaşamaya başlayan siyahların sayısı hafifçe artarsa beyazlar mahalleden taşınmaya başlarlar. Siyahların oranı da belirli bir seviyenin üzerine çıkarsa beyazların büyük çoğunluğu kısa sürede mahelleden taşınırlar. Bu siyahların oranının belirli bir seviyenin üzerine çıkmasına devrilme noktasının geçilmesi diyoruz. 

Bu nokta geçildikten sonra beyazları o mahallede tutmak artık mümkün değildir (white flight - beyaz kaçış).  Burada dikkat edilmesi gereken şudur: Normal denge ile bu konuyu karıştırmamak gerekiyor. Mesela bir dolabı devirmeye çalışırken dolabı bir denge noktasına kadar iteriz, o denge noktası aşıldıktan sonra da dolap kendiliğinden devrilir. Ancak devrilmeye henüz başlamış bir dolaba onu devirmek için sağladığımız kuvveti ters yönden verecek olursak dolap tekrar dengeye döner. Fakat beyazlar artık ciddi ciddi mahalleyi terk etmeye başlamışlarsa mahalleye birkaç beyaz ailenin geri gelmesini sağlamak problemi geri çevirmeye yeterli olmaz. Dolayısıyla temel konu sistemin geri beslemesidir. Bu bağlamda, sistem denge noktasından ayrıldıkça sisteme yapılan geri besleme bu sistemi denge noktasına geri getirecekse bu geri beslemeye negatif geri besleme, denge noktasından uzaklaştıracaksa pozitif geri besleme diyoruz. 

İklim de benzer davranan bir sistemdir. Sistemin içerisinde hem pozitif hem de negatif geri beslemeler mevcuttur. Mesela atmosferdeki karbondioksit miktarının artması bu gazın kızılötesi ışınımı geçirmeyip geri yansıtmasından dolayı pozitif bir geri besleme yaratır. Yani sıcaklık arttıkça atmosfer yayılan ışınımın daha fazlasını yeryüzüne geri yansıtır, bu da sıcaklığı daha da arttırır. Buna karşılık aynı gaza bitkiler açısından baktığımızda negatif geri besleme görürüz. Atmosferdeki karbondiyoksit miktarı arttıkça bitkiler daha fazla fotosentez yaparlar, fotosentez sırasında daha fazla karbondioksit harcarlar, bu da karbondioksit miktarını azaltır. Sisteme etki eden negatif geri beslemelerin miktarı pozitif geri beslemelerin miktarından fazla olduğu zaman sistem denge noktasına geri döner (burada geri besleme kavramlarını sistem teorisinden farklı biçimde ekoloji bağlamında kullanıyorum). 

Bu mantık çerçevesinde bilimadamları dünyanın iklim sistemi için dokuz tane devrilme noktası belirlediler. Bu devrilme noktalarının herbirinin geçilmesi kendi içerisinde geri dönülmez sonuçlar doğurabilecek nitelikte. Ancak bu noktaların tamamı geçildiğinde artık bizim bildiğimiz anlamda bir yaşama devam etmek mümkün olmayacak. Bu dokuz nokta şu şekilde sıralanıyor: 

1. Hindistan yaz mansununun çökmesi - birkaç yıl içerisinde  
2. Sahara/Sahel alanının yeşillenmesi ve Batı Afrika mansununun bozulması - on yıl içerisinde  
3. Arktik deniz buzunun erimesi  - on yıl içerisinde  
4. Amazon ormanlarının yok olması  - elli yıl içerisinde  
5. Kuzey ormanlarının yok olması  - elli yıl içerisinde  
6. El Nino Güney Salınımının artması  - yüz yıl içerisinde  
7. Atlantik termohaline dolaşımının çökmesi - yüz yıl içerisinde  
8. Grönland buzlarının erimesi  - üçyüz yıl içerisinde  
9. Batı Antartika buzulunun erimesi  - üçyüz yıl içerisinde  

Çalışmayı yapan grubun başkanı East Anglia Universitesi'nden Tim Lenton bunların içerisinde en tehlikelilerinin Arktik deniz buzunun erimesi ve Grönland buzları olduğunu belirterek listedeki en az beş tehlikenin beklenenden daha kısa sürede de gerçekleşebileceğini belirtiyor.  

Bu noktada çok dikkatli olmamız gerekiyor. Yukarıdaki bu adımlar ne yaparsak yapalım geri alamayacağımız adımlar ve bunların her biri iklim değişikliğini geri dönülemez bir noktaya getiriyor. Benim kişisel görüşüm East Anglia ekibinin çok iyimser bir yaklaşım ortaya koyduğu yönünde ve umarım onların dediği gibi önümüzde yüzyıllar vardır geriye dönebilmek için.

18 Eylül 2010 Cumartesi

Petrol Tepesinin Ekonomik Sonuçları


Orijinal yayın: 18.09.2010 T24 İnternet Gazetesi

Bir önceki yazımızı dünyadaki petrol üretiminin tepeye ulaştığını veya ulaşmak üzere olduğunu söyleyerek bitirmiştik. Bunun bizler açısından iki önemli sonucu vardır, biri ekonomik, diğeri de iklim değişikliği alanında. Ekonomik açıdan petrol üretiminin tepeye ulaşması, petrol tüketimi artmaya devam ettiği sürece petrole vereceğimiz fiyatın da katlanarak artması anlamına gelir. 
Petrol üreten ülkeler örgütü OPEC 2000 yılında ham petrol fiyatını varil başına 22-28 dolar aralığında tutmak üzere karar almıştı. Bu kararın gerçekleşmesi ancak her fiyat zıplamasında Suudi Arabistan'ın üretimi arttırmasıyla mümkün oluyordu. OPEC 2007 kararında ise petrol fiyatlarını 2030 yılına kadar 50-60 dolar aralığında tutabileceğini beyan ediyordu. Ancak Kasım 2007'de ham petrolün fiyatı 98 doları bulduğunda Suudi Arabistan Kralı Abdullah bir açıklama yaparak petrol üretimini arttırmayacaklarını bildirdi. Bunun üzerine ham petrolün varil fiyatı 11 Temmuz 2008'de 147 doları buldu. Piyasaların petrolün tükenmediğine kendilerini ikna etmeleriyle petrol tekrar 70-80 dolar aralığına geriledi. Bu göstergelerin tamamı petrolün tepe noktasını bulduğuna işaret ediyor.  

Tepe noktasının zamanı ve varlığı konusunda aynı koltukta değişik zamanlarda oturan kişilerin oturdukları koltuğa bağlı yorumları da dikkat çekiyor. Suudi Arabistan'ın resmi petrol şirketinin bir önceki başkanı Sadad Al-Huseyni dünyadaki petrol rezervlerinin çoğu şişirilmiş, pekçoğunun çıkarılmasına imkan yok derken şimdiki başkan Abdullah Jumah rezervler umduğumuzdan da fazla, tepe falan olmaz diye demeçler verebiliyor.
Tepe aşılmış olsun veya olmasın, tepenin yaklaşması bile büyük güçleri tedirgin etmekte. Amerikan Enerji Bakanlığı'nın 2005'de hazırlattığı rapor yaklaşan kriz hakkında şunları söylüyor: 
o Petrol tepesi kesinlikle olacak. 
o Petrol tepesi özellikle Amerikan ekonomisine büyük zarar verecek. 
o Tepe ile gelen değişim çok hızlı ve devrimsel nitelikte olacak. 
o Ana sorun sıvı yakıt alternatifi olmadığı için taşıma alanında yaşanacak. 
o Buna alışmak ve çözümler üretmek onyıllar sürebilir. 
o Bu sebeple şimdiden hem üretim hem de tüketim çözümleri üretmek gerekir. 
o Petrol güvenliği için devletlerin araya girmesi gerekir. 
o Soruna çözümler üretilmezse kaos çıkar. 
o Özellikle petrol rezervleri konusunda çok daha fazla bilgiye ihtiyaç vardır. 
Bunlar yaklaşan tepenin bizlere müjdelediği felaketler, fakat daha da önemlisi, fosil yakıtlarını tüketmeye devam edecek olursak bizi bekleyen iklim felaketi. Amerikalıların önerdiği çözümlerden bir tanesi kömürden sıvılaştırılmış petrol gazı üretmek ve bu sıvı gazla taşımacılığa devam etmek. Bu tür çözümlerin getireceği iklim felaketi ise tamamen göz ardı ediliyor. İklim değişikliğini dünyaya ciddi zarar vermeden durdurabilmek için atmosferdeki karbondioksit miktarını 350 ppm civarına çekmemiz gerekiyor, bunun için de en geç 2015 yılına kadar dünyanın fosil yakıt kullanımını dizginleyip 2015 yılından sonra da hızla azaltmaya başlaması gerekli. Bu sayılar petrol tepesine de uygun sayılar. Eğer petrol tepesi gerçekten geldiyse veya bu yıllarda gelmekte ise bu ister istemez petrol kullanımının 2015 yılına kadar dizginlenmesini beraberinde getirecektir. 
Tepe kavramı sadece petrol için değil kömür ve doğal gaz için de kullanılabilir. Kömür ve doğal gaz için beklenen tepe noktası 2020'lerde bir zaman olarak öngörülmektedir. Bunun doğal sonucu da petrol tüketimin kendi haline bıraksak bile kömür ve doğal gaz tüketimin dizginlememiz gerçeğidir. Dünyadaki fosil yakıt rezervlerin yaklaşık %15'i petrol, %15'i doğal gaz ve %70'i kömür halindedir. Petrol ve doğal gazın tamamını kullansak bile bu bizi en fazla 450 ppm civarına götürür ki bu da dünyanın bu yüzyılın sonunda ortalama olarak 2-3 derece ısınması demektir. Ancak kömürü bu hesabın içerisine katarsak atmosferdeki karbondioksit miktarı 600 ppm civarına çıkar ki bu da felaket senaryosuna eşdeğerdir. 
Bu sebeple petrol, doğal gaz veya kömür üretimi nerede tepe yapacak olursa olsun iki ana sebepten dolayı alternatif çözümler üretmeye başlamamız gerekmektedir. Birincisi, bugün yaşamakta olan insanların pekçoğu bu tepeleri ve getirdiği problemleri görecekler. Bu tepeler dünya ekonomisine ciddi darbeler vuracağı için şimdiden yapılacak olan hazırlıklar özellikle bizim gibi üretici değil tüketici durumda olan ülkeler için büyük önem taşımaktadır, yoksa her ne kadar ekonomimizin sağlamlığıyla övünürsek övünelim, gelecek olan dalga hepimizi silip götürecektir. Ancak diğer ana konu sadece bizim gibi tüketici konumunda olan ülkeler için değil tüm dünya için önemlidir. 
Dünya şu an için enerji üretiminin %86'sını fosil yakıtlarından sağlamaktadır. Eğer atmosferdeki karbondioksit miktarının dünyayı gelecek nesil için yaşanılmaz bir yer haline getirmesini engellemek istiyorsak bu %86'yı karşılayacak alternatif kaynaklar bulmamız gerekmektedir. Bu temelde bizim için doğru olan bir şeyin gelecekteki ekonomi için de yararlı sonuçlar doğurması gibi alışılmadık bir olguyu beraberinde getirmektedir. Genelde biri için iyi olanın diğeri için kötü olması durumuna alışık olan bizler için bu şaşırtıcı bir durumdur. Fakat acilen bu şaşkınlığımızı atarak alternatif enerji kaynakları üretmeye başlamak dünyayı her iki anlamda da kurtarmak için atılması gereken en önemli adımdır ve bu adımı vakit kaybetmeden atmaya başlamalıyız.

10 Eylül 2010 Cuma

Petrol Tepesi


Orijinal yayın: 10.09.2010 T24 İnternet Gazetesi

Son yazımızı en iyi senaryolar düşünülecek olursa doğal gaz rezervleri 170, kömür rezervleri de 410 yıl yeterli olabiliceğini söyleyerek bitirmiştik. Bu rezervlerin ne kadar süre dayanacağı önemli bir tartışma konusudur. King Hubbert 1956'da petrol tepesi (peak oil) kavramını ortaya atmıştır. Bu kavrama göre petrol üretimi çan eğrisine benzer, simetrik bir dağılım gösterir. Petrol tepesi ise bu eğrinin en yüksek olduğu noktadır. Petrol konusundaki kötümser düşünce dünya petrol üretiminin bu tepe noktasına çoktan ulaşmış olduğu veya önümüzdeki birkaç yıl içinde ulaşacağı, iyimser düşünce de bu tepenin en erken 2020 ve sonrasında geleceğidir. Bunun anlamı da hangi açıdan bakarsak bakalım petrol üretiminin azalacağı buna karşın fiyatının da fazlasıyla artacağıdır, dünya vatandaşları olarak bu şoka hazır mıyız?  


Gerek petrol gerekse de diğer tüm fosil yakıtlarındaki tepenin geleceğini inceleyebilmek için bakmamız gereken iki ana faktör vardır. Öncelikle bu yakıtın ne kadar tüketildiğini bilmemiz gerekir. 2006 yılı verileriyle dünyada günde 86 milyon varil ham petrol tüketilmektedir. Bu ihtiyacın 2030 yılına kadar %37'lik bir artışla 118 milyon varile ulaşması beklenmektedir. Petrol tüketiminin yarıdan fazlası taşıma sektöründe kullanılmaktadır. Tüketimin lokomotifi ABD'dir. 2005 yılı verileriyle ABD günde 20.7 milyon varil petrol tüketmektedir. Buna karşılık gerek nüfus gerekse de üretim açısından çok daha büyük bir ülke olan Çin'in tüketimi sadece 7 milyon varildir. Ancak Amerika'nın tüketimi 1995-2005 döneminde 17.7 milyondan 20.7 milyona, yani 3 milyon varil artarken, Çin'in tüketimi 3.4 milyon varilden 7 milyon varile, yani 3.6 milyon varil yükselmiştir. Bu da gelişmekte olan ülkelerdeki petrol tüketiminin gelecekte daha da hızlanacağının önemli bir göstergesidir. Mesela Çin'de araba satışları her yıl %15-20 arasında artmaktadır. 

Çin'deki kişi başına düşen araba sayısı başlangıçta Amerika'ya oranla çok düşük olduğundan, araç sayısındaki bu korkunç yükselişin beraberinde getirdiği petrol tüketimindeki artış doğal olarak nüfus artışından daha yavaştır. Bu sebeple de kişi başına düşen senelik petrol tüketimi 1980'de 5.26 varilden 2006'da 4.73 varile düşmüştür. Her ne kadar petrol ana olarak taşımacılıkta kullanılsa da günümüzde özellikle tarım ve gübre üretimi de petrolün varlığına dayanmaktadır. Bu sebepten petrol tepesi aşılıp petrolün fiyatında ciddi artışlar olduğunda bu dünya besin piyasasında da ciddi fiyat artışlarına sebep olacaktır. 

Tepenin geleceği konusunda bakmamız gereken ikinci parametre senelik üretim ve keşif miktarıdır. Dünyadaki ek yüksek keşif miktarı 1965 yılındaki 55 milyar varillik rezervdir. Keşifler bu seneden sonra azalmış, 2002-2007 yılları ortalaması sadece senede 10 milyar varil olmuştur. Senelik tüketimin 30 milyar varil civarında olduğu düşünülecek olursa senelik 10 milyar varillik yeni keşiflerin dünyanın ihtiyacına yetişmeyeceği kesindir. 

Dünyadaki rezervleri kanıtlanmış, mümkün ve ihtimal dahilinde diye üçe ayırmak olasıdır. Kanıtlanmış en az %90-95 ihtimalle varlığı bilinen, mümkün kaya yapısına göre o bölgede petrol olması olasılığı %50, ihtimal dahilinde ise %5-10 ihtimalle petrol olabilir demektir. Dünya rezervleri bu ihtimaller dahilinde hesaplandığından ve eksper yorumları da maddi kuşkularla değişik yönlere çekilebildiğinden dünya petrol rezervlerinin miktarını tam olarak bilebilmek mümkün değildir. Ayrıca yer altındaki petrolün tamamını da bugünün teknolojisi ile çıkartamayız. Petrol kuyuların verimi yaklaşık yarı yarıyadır. Bunun temel sebebi yeraltındaki petrolün ilk kuyu açıldığında basınçla dışarı fışkırması ama sonrasında yerin altından zorla çıkarılması gereğidir, bu da petrolün çıkarılma maliyetini ciddi miktarda arttırmaktadır. 

Tüm bu faktörler düşünüldüğünde petrol üretiminin 1987-2005 yılları arasındaki senelik %2 artıştan sonra 2005-2009 yılları arasında sabit görülebilir. Bu da petrol üretiminin neredeyse bir tepe yaptığının göstergesi sayılabilir. Son olarak 2008 verilerine göre dünyanın en büyük 811 petrol alanındaki üretimde senelik %4.5'luk bir azalma gözlemlenmektedir. Bunların tümü bir tepeye vardığımızı ya da çok yaklaştığımızı göstermektedir. Gelecek yazımızda bu tepenin olası sonuçlarını ve petrol üreticisi ülkelerin bu tepenin varlığını gizlemek için yaptıklarını tartışacağız. 

6 Eylül 2010 Pazartesi

Yeraltında daha ne kadar fosil yakıtı var?


Orijinal yayın: 06.09.2010 T24 İnternet Gazetesi

Önceki yazımızda fosil yakıtlarının nasıl oluştuklarını açıklamaya çalışmıştık. Bu yakıtların nasıl oluştuklarını bilmek yeraltında bunlardan daha ne kadar kaldığı ve dolayısıyla da bunların potansiyel zararları konusunda bize bir yol gösterici olacaktır.  


Konumuza kömür ile devam edelim. Bugün için dünyadaki kömür rezervlerinin toplamı yaklaşık 900 milyar metrik tondur. Bu rezervlerin çoğu enerji verimi düşük kömürden, yani linyit ve benzeri kömür türlerinden oluşmaktadır. Kömür yataklarının çoğu da Çin, ABD, Hindistan ve Avustralya'da bulunmaktadır. Dünyada senelik 15 milyar ton kömür yakıldığına ve bu miktarın senede %2-3 arttığına bakılacak olursa kömür rezervleri dünyaya 60 sene daha yetecek miktardadır. Kömür çıkartmak için birinin yerin altına girip kömürü kazarak çıkartması gerektiğinden klasik yerler dışında kömür bulunacak olsa da bu kömürün çıkartılması çok maliyetli olacaktır. 

Denizlerdeki küçük canlıların ölmeleri ve oksijensiz ortamda basınç ve sıcaklık altında kerojene dönüştüğünü ve kerojenin ham petrolün ana maddesi olduğunu daha once irdelemiştik. İnce taneli tortul kayaların (şeyl) arasında sıkışan kerojen tabakası sıcaklık ve basınç altında bulunmazsa uzun süre olduğu gibi kalabilir. Bugün dünyada yüzeye çok yakın bölgelerde bu birikim şeyl petrolü olarak bilinmektedir. Dünyadaki kullanılabilir geleneksel ham petrolden çok daha fazla şeyl petrolü vardır. Ham petrolün varil fiyatı bugün için 70 USD cıvarındadır. Şeyl petrolünü kullanılır hale dönüştürmek varil başına 35 ila 75 USD arasında bir maliyet gerektirdiğinden bugün için rezervlerin çoğu kullanılmamaktadır, ancak ham petrolün varil fiyatı 100 USD seviyesinin üzerine çıktığında bu rezervlerin de kullanılır hale geleceği açıktır. Ülkemizde Bolu civarında zengin şeyl petrol yatakları bulunmaktadır. Bilinen rezervler 500 milyon ton, mümkün rezervler de yaklaşık 2000 milyon tondur. Bu rezervlerin önemli kısmının bulunduğu Hatıldağ'da 1 ton şeyl petrolü 58 litre ham petrol, Himmetoğlu şeyl petrolü de 1 ton için 482 litre ham petrol verecek kapasitededir. 

Eğer şeyl içindeki bu kerojen üstündeki çamurun kayalaşması sonucu yerin altında kalacak olursa basınç ve sıcaklık etkisi ile petrol ve doğal gaza dönüşür. Petrol temelde 5-15 karbondan oluşan basit bir zincirdir. Yerin altındaki sıcaklık 60oC ile 120oC arasında olursa sıvı petrol, 120oC ile 150oC arasında olursa da 1-4 karbon zincirinden oluşan doğal gaz elde edilir. Ancak bu yakıtların deliksiz kayaların altında birikmiş olması gereklidir, eğer delikli kayaların altında oluşurlarsa sızarak yüzeye çıkarlar. 

Bugün dünyada günde 90 milyon varil ham petrol ve 8 milyar metreküp doğal gaz tüketilmektedir. Ham petrol rezervleri 1200 milyar varil ve doğal gaz rezervleri de 175000 milyar metreküp olduğuna göre, şimdiki tüketim hızımızla ham petrol yaklaşık 40, doğal gaz da yaklaşık 60 sene yetecek miktardadır. Bu miktara ileride çıkartılabilecek şeyl petrolünü de katacak olursak dünya petrol rezervi 4000 milyar varile çıkar, bu miktar da dünyanın 120 yıllık ham petrol ihtiyacını giderebilir. Benzer şekillerde rezervlerin en uzun süre dayanması açısından en iyi senaryolar düşünülecek olursa doğal gaz rezervleri 170, kömür rezervleri de 410 yıl yeterli olabilir. 

Ancak, iklim değişikliği açısından da bakıldığında istenen rezervlerin beklediğimizden az olması ve dolayısıyla da en kısa sürede tükenmesidir. Eğer yukarıda belirtildiği gibi rezervler bizi en azından 22. yüzyılın ortalarına taşıyacak boyuttaysa bu atmosferdeki karbondioksit miktarının dünyada yaşamın varlığını tehdit edecek bir boyuta çıkacağını göstermektedir. Bu sebepten iklim değişikliği açısından fosil yakıt rezervlerin ne kadar süre dayanacağı önemli bir tartışma ve araştırma konusudur. Gelecek yazımızda rezervlerin varlığının neden bir tartışma konusu olduğunu inceleyeceğiz.

31 Ağustos 2010 Salı

Fosil yakıtları nedir? Nereden gelir?


Orijinal yayın: 31.08.2010 T24 İnternet Gazetesi

Küresel iklim değişikliğinin temelinde insanların toprağın altında milyonlarca yıldır yatan fosil yakıtlarını korkunç bir hızla yeryüzüne çıkartıp yakmalarında yatıyor. Bu değişikliklerin geleceğini tahmin edebilmek için de bu fosil yakıtlarının nasıl oluştuğunu ve daha da önemlisi, daha ne kadarının yerin altında olduğunu anlamamız gerekiyor. Bu sebeple bir kaç yazımızı bu konuya ayırmayı düşündük. Devamını anlatabilmek için ilk yazımız biraz teknik temelli olacak. 

Yaklaşık 4,5 milyar yıl yaşındaki dünyamızın atmosferi ilk oluştuğu sırada büyük volkanik patlamalar nedeniyle bugünkünden çok daha fazla karbondioksit içermekteydi. Günümüzden 500 milyon yıl (500 Myıl) önce CO2 miktarının 7000 ppm, yani bugünkü miktarın yaklaşık 20 katı olduğu düşünülmektedir. Bitkiler büyümek için karbondioksite ihtiyaç duyduklarından CO2 miktarının böylesine yüksek olması dünyanın zengin bir bitki örtüsüne de sahip olmasına sebep oldu. Bu dönemdeki ağaçlar ilk defa kabuk yapmayı becererek dev büyüklüklere ulaştılar. Evet, bu zamanın öncesinde bitkiler kabuk yapma yetisine sahip olmadıklarından boyları fazla uzuyamıyordu. Bu kalın kabuk tabakasını hazmedecek bakteriler de daha gelişmemiş olduğundan bu ağaç türleri çok geliştiler. Ancak Karbonifer (360-300 Myıl önce) ve Permiyen (300-250 Myıl önce) dönemlerinde bu bitkiler zamanla ölerek nemli ormanların dibinde kalın bir tabaka oluşturdular. 

Bu kalın ve nemli tabaka içinde çamur da bulundurduğundan bu ağaç ve bitkilerin aerobik (hava bulunan ortamda) çürümeleri mümkün olmadı. Eğer bu bitki örtüsü aerobik ortamda çürüyecek olsa ortaya CO2 çıkacağı için atmosferdeki CO2 miktarı da sabit kalırdı. Ancak çürümeleri hava olmayan ortamda gerçekleşmiş olduğu için bugün kömür dediğimiz maddenin temelini oluşturdular. Bildiğiniz gibi bitkiler atmosferdeki CO2 ve suyu kullanarak, güneşten gelen enerji yardımıyla şeker molekülleri oluştururlar. Biz bu işleme fotosentez diyoruz. Şeker molekülleri beş veya altı karbon atomundan oluşan halkalardır ve doğanın mükemmel bir enerji saklama metodudur, çünkü bitkiler aynı zamanda bu halkalardan uzun zincirler de yapabilirler. Bitkilerin lifleri temelde bu uzun zincirlerden oluşur. Bitkiler bu ilksel bataklıklarda öldüğünde çamur ve üstlerindeki diğer bitkilerin ağırlığı su ve benzeri maddeleri dışarı atarak turba dediğimiz oluşuma neden olurlar. Turba temelde çamurla karışık nemli bitki atığıdır. Başka bir enerji kaynağı olmadığı zaman turbanın da yakılması mümkündür, ancak turbadan alınacak enerji verimi çok düşüktür. 

Turba gömüldüğü derinliğe ve bu derinlikteki sıcaklık ve basınca bağlı olarak uzun zaman içerisinde kömüre dönüşür. Bu dönüşümdeki ilk basamak kahverengi kömür de denen linyittir. 

Linyit enerji verimi en düşük ve en kirli kömürdür. Linyit daha uzun sure daha yüksek sıcaklık ve basınç altında kalacak olursa maden kömürüne, daha da yüksek sıcaklık ve basınçta da antrasite yani parlak taş kömürüne dönüşür. Genelde Karbonifer ve Permiyen dönemlerinin üzerinden çok zaman geçmiş olduğu için bu dönemde oluşan kömürler taşkömürü ve antrasittir. Daha sonra kömür oluşturma dönemi olan Kretase ve Tersiyer arasındaki dönem ise nispeten daha yeni olduğu için dünyadaki linyit kömürünün neredeyse tamamı bu dönemde oluşmuştur. 

Milyonlarca yıl önce ormanlar gelişirken benzer bir gelişim o zamanlarda dünyayı saran sığ denizler ve göllerde de gözlendi. Buralarda yaşayan silisli ve mavi-yeşil algler gibi planktonik bitkiler ve foraminiferida gibi planktonik hayvanlar fazlasıyla ürediklerinden, öldükleri zaman da bu sığ suların dibinde çamurla karışık bir anaerobik tabaka yarattılar. Bu tabakanın kömürü oluşturan tabakadan temel farkı, ana maddesinin kömürde olduğu gibi uzun şeker zincirleri değil çok daha kısa karbon zincirleri olmasıydı. Ancak benzer şekilde basınç ve sıcaklık altında ince taneli tortul kayaların (şeyl) arasında sıkışan bu tabaka zaman içerisinde kerojene dönüştü. Kerojen ham petrolü yaratan ana maddedir.  

İklim değişikliği açısından bu maddelerin tümü sürüklendiğimiz felaketi yaratan parçalardır. Bu maddelerden daha ne kadarının toprak altında olduğunu bilmek ve aslında bunları çıkartmak yerine alternatiflerini kullanmanın daha ucuz olduğunu anlatabilmek için uzun bir başlangıç yapmak zorunda kaldım. Bir dahaki yazımızda bu bilgilerin ışığında kalan fosil yakıt rezervlerinin iklim değişikliğine olan etkilerinden bahsedeceğiz.