20 Ağustos 2013 Salı

Dışsallıkların içselleştirilmesi

Orijinal yayın: 20.08.2013 T24 İnternet Gazetesi
Böyle bir başlık koyunca işe başlığı anlatmakla başlamak gerekiyor. Dışsallıklar herhangi bir eylemimizin sonucu olarak bizi doğrudan ilgilendirmeyen çıktılardır. Mesela yaşamak için nefes alıp veririz ve bunun sonucu olarak bulunduğumuz ortama karbondioksit ve su buharı salarız. Benzer şekilde yemek yapmak için marketten çeşitli ürünler alırız, bunların kabuklarını soyar, ambalajlarını çıkartır yemek için kullanır, kabukları ve ambalajları çöp olarak atarız. Havaya saldığımız karbondioksit veya çöpe attığımız ambalajlar bizim için bir dışsallıktır. Dışarıya saldığımız bu dışsallıklardan bir kısmı konusunda önlem alırız; çöp kutularına attığımız çöp gibi, bir kısmını da herhangi bir önlem almadan doğaya salarız, arabamızdan çıkan egzoz gazları gibi.
Doğaya bıraktığımız bu atıkların bir kısmını doğa kendiliğinden temizleyebilmektedir; ancak doğanın temizleyemeyeceği kısmını da temizleme sorumluluğu o atığı oluşturan kişilere düşmektedir. Yani, aldığımız nefesten ürettiğimiz karbondioksit doğa açısından temizlenebilir bir çıktı yaratırken çöpe attığımız içecek kutuları doğanın kendiliğinden temizleyebileceği bir çıktı oluşturmaz. Bu sebeple ürettiğimiz çöpün bir temizlenme veya geri dönüştürülme maliyeti vardır. Üretilen çöpün temizlenme veya geri dönüştürülme maliyetinin çöpü üreten kişi tarafından karşılanmasını sağlamak dışsallıkların içselleştirilmesine bir örnektir.
Dışsallıkların içselleştirilmesi konusunda iki temel problemle karşı karşıyayız ve bu iki problem de kolay çözülebilecek problemler değil. Bu problemlerin ilki bir anlayış problemidir. Arabada portakal soyup kabuğunu camdan dışarı attığınız an bir dışsallık yaratıyorsunuz. Sizin arabanız temiz kalırken kabuğu attığınız yer için attığınız kabuk bir çevre sorunu oluşturmaya başlıyor. Portakalı soyduğunuzda kabuğunu saklayıp, bir çöp kutusuna atmanız bu problemi gidermek için yeterlidir. Böylesi bir eylem için özel bir çaba sarf etmeniz gereklidir; ancak sarf edeceğiniz çabanın mali bir boyutu yoktur.
Dünyada pek çok ülkede, ülkemize kıyasla sokaklara çok daha az çöp atıldığını hepimiz biliyoruz. Bunun nedenini o ülke yasalarındaki ciddi cezalarla açıklamak mümkün olsa da o ülkelerin bu problemi sadece yasalarla mı çözdüğüne biraz daha kafa yormakta fayda vardır. Yani, bir Alman içtiği suyun şişesini atacak bir çöp kutusu ararken bunu sadece yakınlardaki bir polisin kendisine ceza yazacağından korktuğu için mi yapar yoksa içinde yaşadığı kültür ve aldığı eğitim o kişinin bu dışsallığı kendiliğinden içselleştirmesine mi neden olur? Bu kişiler bu davranışlarını sadece polisin kendilerini görebileceği bir yerde gerçekleştirip polisin olmadığı bölgelerde çöpü yere atmaktan çekinmiyorlarsa bu olguyu ceza ile birleştirebiliriz. Ama biliyoruz ki durum böyle değil. Çoğu noktada, hatta ormanda kendi başına gezerken bile çöplerini toplayıp geri getirdiklerine göre konu bir eğitim ve kültür meselesidir.
Konuyu ülkemize getirecek olursak ve ülkemizde çöplerin her yere serbestçe atıldığını da düşünecek olursak sorunumuzun boyutu ortaya çıkabilir. Ancak bizdeki sorun eğitim ve kültür meselesi olmanın ötesindedir. Kişinin temelde bu eğitimi içselleştirebilmesi için verilen eğitimin doğru olduğuna inanması gerekmektedir. Yani, sokaktan geçerken çevreye atılmış izmaritler veya portakal kabukları kişiyi rahatsız etmiyor ve kişi bu görüntüyü doğal karşılıyorsa onu eğitmenin imkanı neredeyse yoktur. O halde, “ülkemizde çoğu kişi bu görüntüyü neden doğal karşılıyor?” sorusuna cevap aramamız gerekiyor en başta. En basit mantıkla bizler daha göçebe hayatından yerleşik düzene veya padişahın mülkünden şahsi mülkiyete daha yeni geçtiğimiz için yaşadığımız yerin bizim olduğunu daha içselleştirmeye başlayamadığımız söylenebilir. Başka bir deyişle, evimizin ya da arabamızın içi “bizim” ama sokaklar “bizim değil”, dolayısıyla da evimizin içini ya da kapımızın önünü temiz tutmak bizim açımızdan önemli, ancak bir adım ötesi bizim olmadığı için “devletin” sorunu haline geliyor. Burada da bizim aslında devleti içselleştiremememiz ve devleti yurttaşların bütününden farklı bir varlık olarak algılamamız yatıyor. Ne zaman devleti içselleştirebilirsek, o zaman bireylerden doğan çevre sorunlarına eğitim ve kültür ile çözümler üretmeye başlayabiliriz.
Bireylerden kaynaklanan çevre sorunları ana problemin ilk ve nispeten kolay çözülebilir ayağını oluşturuyor; esas, dünyanın karşılaştığı büyük problem dışsallıkların ciddi bir maddi sorun oluşturması noktasında ortaya çıkıyor.

1 Ağustos 2013 Perşembe

Türkiye'nin İklim Politikasının Öncelikleri

İklim politikası ya da iklim eylem planı denildiğinde çevre problemleri ile ilgilenen kişilerin hemen hemen tümünün aklına iklim değişikliğine sebep olan sera gazlarının salımının azaltılması gelmektedir. Bu doğru bir yaklaşımdır, ancak sera gazı salımını azaltmak artık iklim politikasının sadece bir kısmını oluşturmaktadır. Eğer 1950'lerde sera gazı azaltım hedefleri koyup bu yönde çalışmaya başlamış olsaydık, bugün sera gazı salımını düşük bir noktada tutarak iklim değişikliğinin kötü etkilerinden korunmayı başarabilirdik. Ancak, doymak bilmeyen bir iştahla yaktığımız kömür, petrol ve doğal gaz, bizi etkileri her an daha da artmakta olan iklim değişikliği ile karşı karşıya bıraktı. Bu sebepten de, bir yandan sera gazı azaltım hedefleri koyup bunları uygulamaya ciddiyetle eğilirken diğer yandan da iklim değişikliğinin olası etkilerinden kendimizi korumak için ciddi önlemler almamız gerekmektedir.

Düzgün bir iklim politikası belirlerken önem verilmesi gereken iki temel husus vardır. Bunların ilki, ülkenin imkanları ve gelecekteki iklim değişikliğinden ne oranda etkileneceğidir. Bu açıdan bakıldığında Türkiye ciddi anlamda yenilenebilir enerji potansiyeline sahiptir ve bu, ülkemizin eğer istenirse kömür/petrol/doğal gaz bazlı fosil yakıt ekonomisinden yenilenebilir enerji ekonomisine geçiş yapabileceğini göstermektedir. Bu geçişin başarıyla tamamlanması ise iddia edildiği gibi dış yardıma değil, politik kararlılığa dayanmaktadır. Ülkemizde devlet, gelirlerinin önemli bir kısmını fosil yakıtlar üzerinden aldığı vergilerle sağladığından bu gelirlerden vazgeçmesi kolay değil. Her ne kadar politikacılarımız ülkemizin güvenli enerji geleceği açısından devletin yapması gereken büyük yatırımlardan söz ediyor olsalar da, devlet kendi tüketimi için enerji yatırımı yapmak isteyecek vatandaşların önünü açacak olsa enerji güvenliğimiz kendiliğinden sağlanmış olur.

Ancak ülkemizi enerji güvenliğinden çok daha önemli bir sorun beklemektedir. Bu da coğrafi konum olarak dünyanın iklim değişikliğinden negatif yönde etkilenecek bölgelerinden birinde bulunmasıdır. Etkilerini görmeye başladığımız iklim değişikliği bu yüzyılın sonuna kadar ülkemizi derinden etkileyecektir. Sivil toplum kuruluşları ve devlet, iklim değişikliği politikasını sera gazı azaltımı üzerine kurgulayarak iklim değişikliğine uyum sorununu neredeyse ikinci plana atmakta. Ülkemizin içinde bulunduğu durum değerlendirildiğinde, planlarımızı azaltım kadar uyumu da göz önüne alarak yapmamız hatta uyum konusuna azaltımdan daha fazla önem vermemiz gerekmektedir.

Burada mühim olan, çoklukla yaptığımız gibi bir köşeden diğer köşeye savrulmak değil; her iki konuya da eşit ciddiyeti göstermektir. Yani, iklim değişikliğine uyum sürecine odaklanmamız bizim sera gazı azaltım politikalarını uygulamamıza engel olmamalıdır.

Bu da bizi iklim politikalarının ikinci temel unsuruna getiriyor. Akıllı politikalarla hem sera gazlarını azaltmak, hem de iklim değişikliğine uyum sağlamak mümkündür. Mesela fosil yakıtları fazla uzak olmayan bir gelecekte tükenecektir. Ancak, ülkemizin güneş enerjisi potansiyeli zamandan bağımsızdır. Yani, biz bugünden güneş enerjisi yatırımlarına önem verecek olsak bu, hem gelecekteki enerji güvenliğini ve sonucunda iklim değişikliğine uyumu sağlayacak hem de ülkemizin sera gazı salımını azaltacaktır. İklim değişikliğine engel olmak ve olası tehlikelere karşı uyum sağlamak için tüm politik araçlar elimizde var, yeter ki bizler bu değişime karar verelim.

Türkiye'nin İklim Politikasının Öncelikleri

İklim politikası ya da iklim eylem planı denildiğinde çevre problemleri ile ilgilenen kişilerin hemen hemen tümünün aklına iklim değişikliğine sebep olan sera gazlarının salımının azaltılması gelmektedir. Bu doğru bir yaklaşımdır, ancak sera gazı salımını azaltmak artık iklim politikasının sadece bir kısmını oluşturmaktadır. Eğer 1950'lerde sera gazı azaltım hedefleri koyup bu yönde çalışmaya başlamış olsaydık, bugün sera gazı salımını düşük bir noktada tutarak iklim değişikliğinin kötü etkilerinden korunmayı başarabilirdik. Ancak, doymak bilmeyen bir iştahla yaktığımız kömür, petrol ve doğal gaz, bizi etkileri her an daha da artmakta olan iklim değişikliği ile karşı karşıya bıraktı. Bu sebepten de, bir yandan sera gazı azaltım hedefleri koyup bunları uygulamaya ciddiyetle eğilirken diğer yandan da iklim değişikliğinin olası etkilerinden kendimizi korumak için ciddi önlemler almamız gerekmektedir.

Düzgün bir iklim politikası belirlerken önem verilmesi gereken iki temel husus vardır. Bunların ilki, ülkenin imkanları ve gelecekteki iklim değişikliğinden ne oranda etkileneceğidir. Bu açıdan bakıldığında Türkiye ciddi anlamda yenilenebilir enerji potansiyeline sahiptir ve bu, ülkemizin eğer istenirse kömür/petrol/doğal gaz bazlı fosil yakıt ekonomisinden yenilenebilir enerji ekonomisine geçiş yapabileceğini göstermektedir. Bu geçişin başarıyla tamamlanması ise iddia edildiği gibi dış yardıma değil, politik kararlılığa dayanmaktadır. Ülkemizde devlet, gelirlerinin önemli bir kısmını fosil yakıtlar üzerinden aldığı vergilerle sağladığından bu gelirlerden vazgeçmesi kolay değil. Her ne kadar politikacılarımız ülkemizin güvenli enerji geleceği açısından devletin yapması gereken büyük yatırımlardan söz ediyor olsalar da, devlet kendi tüketimi için enerji yatırımı yapmak isteyecek vatandaşların önünü açacak olsa enerji güvenliğimiz kendiliğinden sağlanmış olur.

Ancak ülkemizi enerji güvenliğinden çok daha önemli bir sorun beklemektedir. Bu da coğrafi konum olarak dünyanın iklim değişikliğinden negatif yönde etkilenecek bölgelerinden birinde bulunmasıdır. Etkilerini görmeye başladığımız iklim değişikliği bu yüzyılın sonuna kadar ülkemizi derinden etkileyecektir. Sivil toplum kuruluşları ve devlet, iklim değişikliği politikasını sera gazı azaltımı üzerine kurgulayarak iklim değişikliğine uyum sorununu neredeyse ikinci plana atmakta. Ülkemizin içinde bulunduğu durum değerlendirildiğinde, planlarımızı azaltım kadar uyumu da göz önüne alarak yapmamız hatta uyum konusuna azaltımdan daha fazla önem vermemiz gerekmektedir.

Burada mühim olan, çoklukla yaptığımız gibi bir köşeden diğer köşeye savrulmak değil; her iki konuya da eşit ciddiyeti göstermektir. Yani, iklim değişikliğine uyum sürecine odaklanmamız bizim sera gazı azaltım politikalarını uygulamamıza engel olmamalıdır.

Bu da bizi iklim politikalarının ikinci temel unsuruna getiriyor. Akıllı politikalarla hem sera gazlarını azaltmak, hem de iklim değişikliğine uyum sağlamak mümkündür. Mesela fosil yakıtları fazla uzak olmayan bir gelecekte tükenecektir. Ancak, ülkemizin güneş enerjisi potansiyeli zamandan bağımsızdır. Yani, biz bugünden güneş enerjisi yatırımlarına önem verecek olsak bu, hem gelecekteki enerji güvenliğini ve sonucunda iklim değişikliğine uyumu sağlayacak hem de ülkemizin sera gazı salımını azaltacaktır. İklim değişikliğine engel olmak ve olası tehlikelere karşı uyum sağlamak için tüm politik araçlar elimizde var, yeter ki bizler bu değişime karar verelim.