28 Aralık 2021 Salı

Sonunda İklim Krizine İnandık

Toplumsal açıdan baktığımızda 2021 pandemi ve ekonomik çalkantılar ile geçti ama çevresel açıdan baktığımızda 2021 artık inandığımız yıl oldu. Bu seneye kadar çoğunluğu iklim değişikliğinin varlığına inandırmaya çalışıyorduk. Ama bu sene gerçekleşen olaylar yaşamakta olduğumuz felaketlerin doğal olmadığını bizlere gösterdi. Bu felaketlerin nedenlerini ve daha kötüye gitmelerini engellemek için neler yapılması gerektiğini hala daha tam olarak kavramış değiliz. Gene de en azından “abartmayın canım, eskiden de böyleydi” laflarının geçmişte kaldığını umuyorum.

Öncelikle tüm çevresel felaketlerin tek bir nedeni olmadığını söyleyerek lafa başlayalım. Marmara’daki müsilaj, Bozkurt’taki sel, güney ve batıdaki orman yangınlarının tek bir nedeni yok. Fakat bu felaketlerin tümünü daha da şiddetlendiren bir iklim krizi var artık karşımızda.

Geçen sonbahar ve kışın başlangıcını Marmara Bölgesi oldukça kurak geçirdi. Yağışlar ancak Ocak ayının ortasında başladı ve Mart ayının sonuna kadar sürdü. Bu yoğun yağışlarla tarlalara atılan aşırı gübre Marmara Denizi’ne taşındı. Deniz yüzeyindeki fazla gübreye Nisan ayında deniz suyunun yüksek sıcaklığı eklendiğinde fotosentez yapan planktonların sayısı hızla arttı. Üstüne bir de havanın nispeten sakin ve rüzgarsız olması da yardımcı olunca bu planktonlar yer yer kalın bir katman oluşturdular. Daha önce pek de alışık olmadığımız “müsilaj” adında bir kavramla karşılaştık. Elbette Marmara Denizi’nin yapısı bu sorunda etkiliydi, elbette denize boşalan atık sular müsilajın oluşmasına katkıda bulundu ve elbette Ergene’den aktarılan pis sular bu problemi artırdı ama dediğim gibi bu problemler geçmişte de vardı ve iklim krizi bu problemlerin bir eşiği aşarak kriz haline dönüşmesine neden oldu.

Ardından Karadeniz’de okyanuslardaki dev siklonlara benzer bir fırtına oluştu. Bu tür bir fırtınayı daha önce görmemiş değildik ama bu seferki gerçekten beklentilerin çok daha üstünde yağış bıraktı. Orta Karadeniz Bölgesi yer yer 2500 senede bir görülebilecek şiddette yağışla karşı karşıya kaldı. İnsan yanlışları ve altyapı eksikliği de eklendiğinde bu yağış Bartın, Bozkurt ve Ayancık’ta bir felakete yol açtı. Geçen sene de Giresun Dereli’de görülen benzeri sel felaketi ve bu sene, daha sonra görülen Rize ve Artvin’deki seller artık bu durumun herhangi bir sene kazara ortaya çıkan bir sorun değil iklim krizinin sürekli olarak karşımıza getireceği bir problem olduğunu bizlere açık seçik gösterdi.

2020 yılının önemli bir kısmı ve 2021 yılının neredeyse tamamı ülkemizin güney yarısına ciddi bir kuraklık getirdi. Barajlardaki su miktarı azaldığından tarımsal üretimde de aksamalar yaşandı ve rekolte çoğu bölgede ve üründe düştü. Bunun yanında yazın havanın sıcak ve kurak olması özellikle güneybatı bölgelerimizde günlerce süren ve kolay söndürülemeyen orman yangınlarına yol açtı. Bu orman yangınları sadece ülkemizi değil Akdeniz Havzası'ndaki çoğu ülkeyi de etkiledi. Benzer hava koşullarının ve kuraklığın görüldüğü yörelerde yakın zamanlarda meydana gelen bu yangınların da söndürülmesi hiç de kolay olmadı.

Tüm bu felaketlerin kısa süre içerisinde üst üste gelmesi, önemli çoğunluğun gözünde iklim krizinin daha gerçek bir görüntüye bürünmesine neden oldu. Sebepleri henüz çoğunluğun kafasında tam olarak yerine oturmamış olsa da bir şeylerin değişmiş olduğu ve artık eski, güzel günlere dönmek yerine gittikçe durumun kötüleştiği de artık kabullenilmeye başlandı.

Devletimiz de benzer şekilde iklim krizini ve ülkemizin bu politikada oynaması gereken rolü bu sene içerisinde kavramaya başladı. Yeşil İklim Fonu’ndan destek almamızın mümkün olmadığı ve Paris Anlaşması’nın şartlarını zaten yerine getirmekte olduğumuz gerçeği yenilenebilir enerji yatırım maliyetlerinin düşmesiyle birleştiğinde Paris Anlaşması’nı kolayca meclisten geçirdik. Bunun üzerine bir de 2053 yılına kadar net sıfır karbon salacağımızı da duyurduk. Şimdilik bunun nasıl yerine getirileceğini planlamamış olsak da 2022 yılı Türkiye’nin iklim politikası açısından önemli kararlar vereceği bir yıl olacaktır. Umarız coğrafyamız da bizi felaketlerle fazla karşı karşıya bırakmaz ve kuraklık, sel ve yangınlar açısından nispeten daha sakin bir yıl geçiririz.


27 Aralık 2021 Pazartesi

Sürdürülebilir Üretim

Sanayileşmenin öncülüğünü yapan Batı Avrupa aynı zamanda da bu sanayileşmenin çevreye verdiği zararları da en yakından deneyimleyen bölge oldu. Bu nedenle de çevre hareketinin temelleri de burada atıldı. Bunun da ötesinde sanayileşme ile birlikte çevreye verilen zararın temizlenebilmesindeki zorluk da toplumsal hafızada kendisine önemli bir yer buldu. Bu nedenle çevreyi ön plana çıkaran partilerin de kendilerine mecliste yer bulabilmeleri daha kolay gerçekleşti. Çevre problemlerine hassas bir bakış açısı politik ana akıma yerleştikten sonra da sıra bu bakışı tüm uluslararası ilişkilerin temeline oturtmaya geldi. Bugün dünya politikasında finans odaklı bir bakışın hızla çevreye saygılı finansa evrildiği bir dönemden geçiyoruz. Bu dönemi neyin takip edeceğini söyleyebilmek kolay değil, ancak bugün gerçekleşen değişimleri ve temellerini anlayabilmek çok da zor değil.

Avrupa Birliği son otuz sene içerisinde gittikçe sanayi üretimini çevreye saygılı olmaya zorladı. Birlik içerisinde üretim yapan çoğu kuruluş da çözümü üretim koşullarının AB kadar sıkı olmadığı bölgelere doğru üretimlerini kaydırmakta buldu. AB içerisinde yapılan çalışmalar çevreye zarar veren üretimlerin kısmen yerel etkileri olsa da çoğu zararlı etkilerinin küresel çapta olduğunu ortaya koydu. Özellikle 2009’da Stockholm Resilience Center önderliğinde yapılan bir çalışma insanlığın her geçen gün gezegenin çevresel sınırlarını zorladığını ve bu sınırlara saygı duyulmadığı müddetçe sürdürülebilir bir yaşam sürmenin kısa süre içinde zorlaşacağını ortaya koydu. Bu çalışma, 2012’de hazırlığı başlayan Sürdürülebilir Kalkınma Amaçlarının da Paris İklim Anlaşması'nın da temellerini oluşturdu.

Yalnız Avrupa Birliği içinde gezegenin sınırlarına uygun biçimde yapılan üretimin iki önemli sorunu hızla ortaya çıktı. Öncelikle her alanda daha az su, daha az kimyasal, daha az enerji ve daha az arazi kullanılarak yapılan üretim sonunda doğaya daha az atık salınması üretim maliyetlerinin de önemli oranda artmasına yol açtı. Öte yandan Avrupa dışında aynı üretimler benzer kısıtlamalarla yapılmadığından AB’ye ihraç edilen ürünlerde zararlı bir içerik bulunmasa da hem daha ucuza üretildiler hem de üretildikleri bölgeleri kirlettiler. Bu ticaret şekli de Avrupa’nın hem cüzdanında hem de vicdanında yara açmaya başladı. Bu iki unsurun birleşmesi ise Avrupa Yeşil Mutabakatı adı verilen yeni üretim ve ticaret sistemini doğurdu. Artık Avrupa’da tüketilen her tür mal ve hizmete aynı üretim koşullarında üretilme zorunluluğu getirildi.

Bugüne kadar ülkemizde yapılan üretimde iki temel unsura dikkat ediliyordu: “Avrupa bu malları kabul eder mi?” ve “Bakanlık üretimde bu malzemeleri kullanmamıza izin veriyor mu?” Yani, ürünün içeriğinde yasaklı bir madde yoksa, bakanlık da üretimde kullanılan her şeye izin vermişse üreticimiz açısından bir sorun yoktu. Ancak Yeşil Mutabakat ile bu üretim biçimi hızla değişecek. Sadece ihraç edilen malın içerisinde bazı maddelerin bulunmamasının ötesinde bu maddelerin üretimin hiçbir aşamasında da kullanılmaması gerekecek. Hatta bunun ötesinde çalışanların sağlık sigortasından çocuklarının eğitimine kadar Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları altında yer alan tüm noktalara çok daha fazla özen gösterilmesi gerekecek. Kısacası, Avrupa Birliği’ne ihracat yapmayı uman üretici üretimini Türkiye’deki değil Avrupa Birliği’ndeki kurallarla yapmak zorunda kalacak.

Fakat, konu burada da bitmiyor. Dünya Ekonomik Forumu toplantılarından önce Küresel Riskler Raporu yayımlanır. Bu rapor paranın önündeki en büyük riskleri belirlemek ve eğer mümkünse bu risklere takılmayan bir yol çizme amacını güder. Son senelerde bu raporun belirlediği risklerin neredeyse tamamı (kısa dönemde oluşan pandeminin önemi hariç) çevresel sorunlardan oluşmaktadır. Yani, para artık çevresel risklerden doğabilecek hasarlardan fazlasıyla çekinmektedir. Finansal sürdürülebilirlik açısından bakıldığında da bu risklerin en aza indirilmesi ancak yukarıda sözünü ettiğim gezegenin sınırlarına saygılı üretim yapılmasıyla mümkündür. Bu raporu hazırlamış olan bilim insanları bugün Davos’un en önemli misafirleri olarak kabul edilmektedir. Dolayısıyla ülkemizde bilindiği şekliyle Yeşil Mutabakat = Sınırda Karbon Vergisi değildir. Yeşil Mutabakat, sera gazı salımlarını kontrol altına almayı da içeren çok sayıda çevre koruma tedbirini kapsayan bir çerçevedir. Bu çerçevenin en acil ele alınması gereken köşesi iklim krizi olduğundan bugün için Sınırda Karbon Vergisi gibi bir düzenlemeden söz edilmektedir. Oysa Yeşil Mutabakat çerçevesinde 2030 yılına kadar diğer çevresel problemlere eğilen kurallar da yürürlüğe girecektir. Bu nedenle de ihracat açısından bakıldığından AB’de uygulanan çevresel kuralların üretimimize yansıtılması akıllıca bir ilk adım olacaktır.

Bugün için AB Yeşil Mutabakatı’nın ticarete getireceği sınırların uygulanması Dünya Ticaret Örgütü kuralları ile çelişmektedir. Yalnız, finans artık bu sınırlara dikkat edilmemesinin yaratacağı risklerin bilincindedir. Bundan dolayı da kısa vadede Avrupa Birliği'nin koyacağı kuralların küresel ticarete yayılarak bir temel oluşturması beklenmelidir. Uluslararası üretim ve ticaretin sadece AB çerçevesinde değil, tüm taraflarca benimsenmiş çevresel koruma kuralları çerçevesinde yapılmasının en geç 2030 yılına kadar kurallaştırılması beklenmelidir. 

Ülkemizde de sürdürülebilir üretim bağlamında atılması gereken ilk adım tüm üretim basamaklarının en kısa zamanda kayıt altına alınmasıdır. Eğer biz bugünden ürettiğimiz her ürünün yaşam döngü analizi konusunda bir fikir sahibi olmazsak, başkaları karşımıza dikilerek bizden bu konuda bilgi talep edecek. Ayrıca, unutmayalım, üretimi iyileştirmenin başlangıç noktası neyi, nasıl ürettiğimizi tam olarak bilmekle başlar.


22 Aralık 2021 Çarşamba

Kıyamet Buzulu

“Uzmanlardan Kıyamet Buzulu Uyarısı” yazısını son zamanlarda bolca okumaya başladık. Aslında bu cümleyi Google’a yazıp arama yaptığınızda uzmanların epey zamandır aynı uyarıyı yapmakta olduklarını görebiliyoruz. O zaman problem ne? Uzmanlar bizi hep uyarıyorlar da biz dinlemiyor muyuz? Yoksa basın gene bizim ilgimizi çekmenin bir yolunu mu arıyor?

Cevap her ikisi de. Bilim insanları çıkıp “Yeryüzündeki kritik ve büyük buz kütlelerinden biri beklenenden çok daha hızlı eriyebilir” dese çoğunuzun gözünde bardağın içine attığınız buz küpünün erimesinin ötesinde bir resim oluşmaz. Ama “Uzmanlardan Kıyamet Buzulu Uyarısı” dendiğinde dikkatimizi kısa süre de olsa çekmeyi başarıyorlar. Yalnız, aynı uyarıyı aynı cümlelerle üç - dört ayda bir verdiklerinde bu uyarının da fazla bir etkisi kalmıyor ne yazık ki. Öyleyse ne bilmemiz gerekiyor?

Antarktika ve Grönland üzerinde epey kalın birer buz tabakası var. Bu buz tabakaları eridiği zaman yeryüzünün deniz seviyesi bugünkünden 70 - 80 metre daha yüksek olacak. Dikkat ederseniz, “eriyecek olursa” değil, “eridiğinde” dedim. Yani, biz atmosfere o denli fazla karbondioksit saldık ve salmaya da devam ediyoruz ki ısınan atmosfer bu buzulların da eninde sonunda erimesine yol açacak. Ama bugün bilimin tartıştığı konu bu erimenin nasıl olacağı ve ne kadar uzun süreceği. Uykunuz kaçmasın diye baştan söyleyeyim deniz seviyesinin 70 metre yükselip Taksim’in bir ada olduğu günü bizler görmeyeceğiz. Bu epey uzak gelecekte yaşayacağımız bir felaket.

Bilim insanları deniz seviyesinde gelecekte oluşacak yükselmeyi hesaplarken Antarktika ve Grönland’daki buzulların hızla eriyeceğini hesaba katmıyorlar. Belki kenar kısımlarından kopan parçalar deniz seviyesinin azıcık yükselmesine neden olabilir ama iklim krizinin yaratacağı en büyük tehlike bu değil düşüncesindeler. Deniz seviyesinde yüzyılın sonuna kadar beklenen 1 - 2 metrelik artış da aslında ısınan deniz suyunun genleşmesi veya Himalayalar’daki eriyen buzullara dayanıyor, biraz da Antarktika ve Grönland’a. Fizik bilimi genelde böyle çalışıyor. Isınan su genleşiyor, okyanus suyunun sıcaklığı birkaç derece artacağından bu artışın genleşmede önemli bir etmen olacağı ve deniz seviyesindeki artışa neden olacağı düşünülüyor. Himalayalar’daki buzulların üzerine de güneş ışığı düştükçe onları eriteceği hesaplanıyor.

Fakat bu “Kıyamet Buzulu” diye adlandırılan türdeki buzulların bir kötü özelliği var. Bunlar Antarktika ve Grönland’ın denize yakın sayılabilecek tepelerinden denize kadar uzanıyorlar. Bu buzulların kayıp denize düşmesini ise hemen kıyıda ve deniz üzerinde bulunan birkaç yüz metre kalınlıktaki deniz buzları engelliyor. Bu deniz buzları eriyecek ya da kopacak olursa bunların tuttuğu dev buzullar da hızla yokuş aşağı kayarak denize düşebilirler. İşte esas tehlike burada çünkü bilim insanları deniz seviyesinde bu tür bir olay sonucu meydana gelebilecek yükselmeyi normal hesaplarının içine hiç katmıyorlar.

Şimdi gelelim habere: “Kıyamet Buzulu” olarak nitelendirilen Batı Antarktika’daki Thwaites Buzulu’nun aşağı kaymasını önleyen deniz buzunda çözülme başlamış. Uzmanlar bu çözülmenin yaklaşık 10 yıl içerisinde tamamlanacağı ve o zaman Thwaites Buzulu’nun kayarak denize düşmesinin önünde bir engel olmadığını söylüyorlar. Bu da yaklaşık bir on yıl daha sürebilir. Tüm bu olay da yeryüzünün deniz seviyesini 65 santim yükseltir. Yani 2050 yılına geldiğimizde, İstanbul veya İzmir gibi sahil kentlerimizde deniz seviyesi çocukların oynadığı, büyüklerin gezdiği yerlere kadar ulaşabilir. Bir lodos fırtınasında sular kolayca Kadıköy Metrosuna dolabilir. Bir de bu, deniz seviyesinde normalde beklenen yükselmeye ek olarak oluşacak, unutmayın.

“2050’den bana ne, ben 2021’den sağ çıkmaya bakıyorum” diyenlere söyleyecek bir lafım yok ama “benim çocuklarım 2050’de sağ olurlar” diyenlerimiz için hiç güzel bir haber değil bu. Neyse ki bu tür buzulların erimesi hesaba katmadığımızı bildiğimiz bir olay. Esas hesaba katmadığımızı bilmediğimiz olaylar uykumuzu kaçırmalı.

17 Aralık 2021 Cuma

İklim Krizine Karşı Neler Yapabiliriz?

Dünya’ya Güneş’ten belirli bir miktar enerji gelir. Bu enerjinin yaklaşık üçte biri doğrudan uzaya geri yansır, üçte ikisi de yeryüzü tarafından emilir. Emilen bu enerji yeryüzünün belirli bir sıcaklıkta sabit durmasına yardımcı olur ve tekrar uzaya geri yayılır. Dünya’nın yüzey sıcaklığının sabit kalması için gezegenimize ulaşan enerji ile uzaya yayılan enerjinin birbirine eşit olması gerekir. Gelen fazlaysa yeryüzü ısınır, çıkan fazlaysa da soğur. Bu bilgiler 19. yüzyılın başından beri biliniyor. Yalnız o dönemlerde bilim insanları buzul çağlarının neden oluştuğuna ve ne zaman geri geleceklerine fazla kafayı yormuşlar. O zamanki dertleri bugünden farklı olarak gezegenimizin soğuması, ısınması değil. Bu çalışmalar sırasında da hep bir dipnot olarak “bunun tersi olacak olsa atmosferimiz ısınırdı” türü cümleler kurmuşlar. Bu çalışmaların belki de en kıymetlisi 1896 yılında Greta Thunberg’in büyük büyük amcası olan Nobel ödüllü bilim insanı Svante Arrhenius’a ait. Arrhenius atmosferde o günkünün iki katı karbondioksit olacak olsa atmosferimizin 5 - 6℃ daha sıcak olacağını söylemiş. Bugün modern bilimin öngörüleri de bu seviyeye oldukça yakın. Dolayısıyla, kömür, petrol ve doğal gaz yakmanın ne sonuçlar açacağını bundan 125 sene önce biliyorduk. O noktadaki devletler ve şirketler bugünkünden farklı olsalar da insanlık gene aynı insanlık. O gün bu bilgiyi umursamadık, bugün de umursadığımız söylenemez.

Bugün Arrhenius’tan farklı olarak gelişmiş matematiksel modellerimiz ve bu modellerin çözümlerini hesaplayabilecek bilgisayarlarımız var. Bu bilgisayarlar türlü detay içerisinde bizi nasıl bir geleceğin beklediğini ortaya koyuyorlar. Artık bizim neslimiz yakın gelecekte yeryüzünün hangi noktasında nasıl bir değişimin olacağının bilincinde ama ne yazık ki adımını atmak istemiyor. Neyse ki kısa süre öncesine değin “İklim değişikliği mi? Saçmalamayın, hava her zaman böyleydi, siz değişikliği hayal ediyorsunuz” diyenler yakın geçmişte yaşadıklarımızla oldukça azaldı. Şimdi “biliyorum var ama ben ne yapabilirim ki?” diyenler çoğunlukta. Peki çoğunluğun bu çaresizliğinin ya da umarsızlığının sebeplerini düşündünüz mü hiç?

George Marshall düşünmenin de ötesinde koca bir kitap yazmış bu arızamız üzerine: Don’t Even Think About It (Düşünmeye Kalkma Sakın). Bu kitapta hatalarımızı açıkça yazıyor, ben aralarından bazılarını sizinle paylaşacağım.

İlk hatamız bu sorunun kendiliğinden ortadan kalkacağına ya da birilerinin bir yerlerde mutlaka bir şeyler yapacağına dair olan inancımız. Buna seyirci etkisi deniyor. “Dünya’yı kurtarmak bana mı kaldı?” diyoruz ya da birileri “boşver, sen mi kurtaracaksın Dünya’yı?” diyor. Herkes böyle düşündüğü zaman da kimse elini taşın altına koymak istemiyor. Aynısını düzenli ve düzgün çöp toplanan ve biriktirilen mahallelerde de görüyoruz. Eğer herkes çöpünü zamanında ve düzenli olarak çöp kutusuna atıyorsa, bireyin de kendisini öyle davranmanın daha doğru olduğuna ikna etmesi kolay oluyor. Tam tersine herkesin çöpü gelişi güzel sokağa attığı bir bölgede çöpü doğru yere atmaya insanları ikna etmek kolay olmuyor ve doğru davranışı herkes birbirinden bekliyor.

Binlerce yıldır iyileri ve kötüleri hep kişisel algılamaya alıştık. “Benim düşmanım”, “benim dostum”, “benim şehrim”, “benim ailem” ve “benim ülkem” gibi. Bunların hiçbiri şu an için ani tehdit altında olmadığı zaman beynimiz olası problemleri önem sırasında aşağıya doğru iteliyor ve daha önemli problemlere zaman ayırmak istiyor. Bu problemler de doğadan gelen yakın çevremizle ilgi problemler oluyor genelde. Durum böyle olunca da iklim krizi gibi bir yandan elle tutulması kolay olmayan, diğer yandan da “benim” dediğimiz şeylere hızla zarar vermeyen konulara karşı savaşmayı pek gerekli görmüyoruz.

Bilincimiz aynı zamanda yavaş olan değişiklikleri normal olarak kabul ediyor. Hava yavaş yavaş kararıyor, kış mevsimi yavaşça kendisini belli ediyor, her ne kadar hızlı büyüdüklerini düşünsek de çocuklarımız ancak zaman içerisinde büyüyorlar. Tüm bunları doğal olarak kabul ederek ani tepkiler vermiyoruz çünkü bizim için tehlikeli olan hızlı değişikliklerdir. Havanın aniden karararak fırtınanın gelmesi ya da vahşi hayvanların süratle üzerimize doğru koşması hızlı tepki verilmesi gereken durumlardır. Oysa iklim krizi her geçen gün şiddetini biraz daha artırıyor ama azıcık ve yavaşça. Biz de bu durumdan tedirginlik duymuyoruz. Sıcaklıklar veya yağışlar bir seneden ertesi seneye korkunç bir farklılık gösterse hepimiz iklim krizini durdurmak için çaba göstermeye çok daha hazır olurduk.

Ayrıca beynimiz hızlı tepkileri doğamıza aykırı şeylere veriyor. Pis, çirkin, itici, kötü kokulu veya iğrenç şeyler daha hızlı tepki vermemize neden oluyor. Ama iklim krizi bunların hiçbiri değil. Sonucunda çok kötü noktalara varabiliyor belki, gene de bugün için çevremize baktığımızda yerimizden kalkıp değiştirmemiz gerekecek kadar pis ya da çirkin bir şey göremiyoruz.

İnsan sadece bugününe odaklanıyor. Çocuklara ders çalışmalarını söylerken bile gelecekteki güzel şeyleri örnek gösteriyoruz. Kendimizi motive etmek için de benzer yöntemler uyguluyoruz. Beynimiz gelecekteki olumlu noktaları daha kolay algılıyor. Dünya genelinde yapılmış bir araştırma değişik ülkelerde insanların cennete ve cehenneme olan inançlarını incelemiş. Genelde cennete inananların oranının cehenneme inananlardan çok daha fazla olduğunu öğrenmek sizi şaşırtmaz umarım. Dolayısıyla, biz ya bugüne odaklanmayı seçiyoruz ya da gelecekte olacak güzel şeylere. Bu nedenle de iklim krizinin gelecekte getireceği felaketleri beynimiz kolayca bir kenara atabiliryor.

İlginç bir şekilde, hepimizin dertlenmek için sadece belirli bir kotası var. Geçmişimizde az dertlenenler vahşi hayvanlar tarafından yenilmiş, çok dertlenenler ise mağaradan çıkamadıklarından üreyememişler. Şimdi toplumu oluşturan bizler ise bu orta karar dertlenen grubu oluşturuyoruz. Her ne kadar günümüzde ilaçlarla bu dertlenme spektrumu değiştirilebilse de çoğumuzun günlük dertlenebilme kotası aşağı yukarı belirli sayılabilir. Bu kotamızı da maddi sorunlar, sağlık sorunları, çocuklar ve trafik karmaşası gibi konular dolduruyor. Akşam eve geri geldiğimizde bir de iklim krizi için dertlenecek halimiz kalmıyor. Bu nedenle de iklim krizi açısından oluşan hareketler ya aşırı hava olaylarının günlük yaşamda tehdit oluşturduğu bölgelerde ya da günlük dertlerin nispeten azaldığı gelişmiş ülkelerde oluşuyor.

Listeyi oldukça uzatabiliriz ama sanırım verilen mesaj gayet açık: Beynimiz iklim krizini acil tepki vermesi gereken bir problem olarak görmüyor ve atılacak adımları ya olabildiğince erteliyor ya da başkasının atmasını bekliyor. Bu sorunu aşabilmemizin bir yolu ise neredeyse yok. Kişilere bilinçlerinin onlara oynadığı oyunları anlatabilsek zaten pek çok diğer soruna da aynı zamanda çözüm bulabilirdik. Bu bağlamda ben artık çözüm üretilebileceğine inanmıyorum çünkü çözüm için adım atmadığımız her gün gelecekte atacağımız adımların atılmasını da zorlaştırıyor.

“İklim krizini durdurmak için hayatımı değiştirmeyi düşünmüyorum ama bana yapılacak bir tek şey söyleyin, ben de onu yapayım” derseniz, hepimizin yapabileceği ve hayatımızı değiştirmemizi gerektirmeyen önemli bir şey var: Hangi partiye oy verecek olursanız olun, oy vereceğiniz kişiye ve partiye benim için iklim krizi en önemli konu ve bu konuda ne yapmayı planladığınızı öğrenmek istiyorum deyin lütfen.

Politikacıları genelde iyi ya da kötü diye ayırabiliriz ama hepsinin bir tek ortak özelliği vardır: Bir dahaki seçimi kazanmak isterler. Bir dahaki seçimi kazanmak için de ellerinden geldiğince sizin dediklerinize önem vermek isterler. Biz onlardan öncelikle gelir istersek ekonomiyi, iş istersek üretimi, aş istersek tarımı öne çıkartırlar. Bunların herhangi birinde ne derece başarı sağlayacakları ayrı konudur ama bizim önceliklerimiz onların öncelikleri olmadığı zaman zaten halkla bağlarını zayıflattıklarından bir dahaki seçimi kazanma şansları da azalır. Bu nedenle ne kadar çok kişi politikacılara iklim krizini durdurmak için ne yapacaklarını sorarsa, iklim krizini durdurmak yolunda atılacak adımlar da devlet politikasında o denli artar. Oturduğumuz yerden politikacıların kendiliklerinden bir adım atmalarını beklemek saflıktır. Biz talep etmediğimiz müddetçe politikacılar bu adımları genellikle atmazlar, bu onları iyi ya da kötü değil, sadece insan yapar. Hepimiz zor kararlar alabilmek için çevremizden destek bekleriz, aynısı politikacılar için de geçerlidir. Bu nedenle ilk yapmamız gereken şey, bireysel ve toplu olarak hangi partiye oy veriyor olursak olalım, iklim krizini politikanın en önemli gündem maddesi yapmaktır.

İkinci adımımız aynı davranışı malını satın aldığımız tüm üreticilere uygulamaktır. Çoğu zaman aynı ürünün çevreye ve iklime daha az zarar vereni daha pahalı olabilir. Cebimizdeki para her zaman bu daha pahalı ürünü almamıza imkan vermeyebilir. Ama mümkün oldukça, imkan ve cebimizde yeterli para varsa daha doğru üretim yapan üreticiyi desteklememiz gerekir. Bu, piyasaya iklim krizini kötüleştirecek üretim biçimlerinden sakınmasını telkin edecek en önemli sinyaldir. Üretici doğaya daha saygılı üretim yaptığı zaman daha kazançlı çıktığını görürse doğaya saygılı olmayı sürdürür, aksi takdirde davranış biçimi muhtemelen Don Kişotluk seviyesinde kalır. Bu nedenle, doğru üretim yapanları desteklemeliyiz.

Şimdi, “bunun yerine, politikacılar yanlış üretim yapanlara ceza verse” diyeceksiniz ama siz birinci maddede başarılı olmazsanız bu adım gerekli zaten. Tüm politikacıların iklim krizini birinci sıraya koydukları bir ülkede, kimse iklim krizini dikkate almayan bir mal üretip satamaz ve ithal edemez zaten. Ne yazık ki yeryüzünde henüz öyle bir ülke yok. O zaman bizim sorumluluğumuza giren diğer konulara da biraz değinelim:

Hareketlilik: Kısaca, ya hareket etmeyeceğiz ya da sadece kendi gücümüzle hareket edeceğiz. Hadi, biraz daha gevşetelim, toplu taşıma da kullanabiliriz. Ama özel araç kullanımına son vermek zorundayız, uçakla seyahat etmek de ancak mecbur olduğumuz zamanlara mahsus olmalı. Önce uçak konusunu biraz açalım: Gideceğimiz yere makul sürede gitmenin başka bir yöntemi varsa, o yöntemi seçmeliyiz. İstanbul’dan Ankara’ya gidiyorsak trenle, Kayseri’ye otobüsle veya birkaç kişi birlikte arabayla gitmemiz doğru çözümdür. Amerika’ya tren ya da otoyol olmadığından uçakla gideceksiniz ama o da uzun süre kalacaksanız. Bir toplantı ya da turizm için okyanus aşırı uçuşları artık bırakmak zorundayız. Hatta, bir toplantı için bir şehirden diğerine gitmeyi bırakmak zorundayız. Kusura bakmayın, burada “ama” yok. İstanbul’dan Avrupa’nın bir şehrine uçup geri gelmek sizin bir sene boyunca evinizi ısıtmanızdan ya da tüm yiyeceklerinizin üretilmesinden daha fazla karbondioksit salıyor atmosfere. Torunlarınıza yaşayabilecekleri bir gezegen bırakmak istiyorsanız başka çözüm yolu yok ve yukarıda değindiğimiz gibi, devletler ya da şirketler sizin yerinize bu sorunu çözmeyecekler.

Kapının önünde duran arabanıza da veda etmeniz gerekiyor. “Araba olmadan bu şehirde nasıl yaşarım?” diyorsanız zaten ya yanlış şehirde yaşıyor ya da yanlış yaşıyorsunuz demektir. Onun için arabayı unutun artık! Bisiklet, toplu taşıma ya da servisle hayatınızı sürdürebiliyorsanız ne güzel, aksi durumda problemin ciddi bir parçası olduğunuzu kabullenin ve başkasını suçlamayı bırakın.

Beslenme: İki önemli soruna dikkat etmeniz gerekiyor. İlki, satın aldığınız gıdanın asla çöpe gitmemesi gerekiyor. Günlük alışveriş yapmaya ve yiyeceğiniz kadar yemek hazırlamaya dikkat edin. Dünya’da 821 milyon insan geceleri yatağa aç giderken sizin yemeğinizi yemediğiniz için çöpe dökmeniz en hafif deyimiyle ayıptır. Bunun üzerine bir de o besinin üretiminde ve siz çöpe attıktan sonraki işlemlerde ne kadar daha sera gazı salındığını unutmayın lütfen. Gıdanın çöpe gitmemesi sorunlarımızın çözümünde hem maddi açıdan hem de iklim krizi açısından önemlidir. Sonuçta hepimiz o gıdaya para da veriyoruz, çöpe atmak yazık değil mi?

Bir de hayatımızdaki hayvansal gıdaları azaltmamız gerekiyor. Bundan elli sene önce ne kadar hayvansal gıda tüketiyorsak o seviyede olmamız yeterli. Bugün elli yaşın üzerindekiler hala yaşayabiliyorlarsa o tüketim seviyesi o kadar da kötü değil demektir. Ayrıca mümkün olduğunca bitkisel ağırlıklı beslenme sağlığınız açısından da faydalıdır.

Tüketim: Kapitalist ekonomik düzen bizim her an biraz daha fazla şey tüketmemiz üzerine kurulu. Buna dur deyin! Bu kadar basit. Gereksiz hiçbir şey satın almayın. Buna içinizden “ama…” diye başlayarak vereceğiniz cevapların tümü sizi bu tüketim yaşamına bağımlı kılmak için bilincinize ekonomik düzen tarafından sokulmuş hurafelerdir. Siz satın almazsanız ölmezsiniz, size o malı üreten kişiler de ölmez. Yeter ki o malı üreten kişi de siz de sistem tarafından sömürülmeyin.

Sonuç olarak iklim krizine çözümü başkalarından bekleyemeyiz. “Biz hayatımızı bildiğimiz gibi sürdürelim ama devlet bir şeyler yapsın ya da şirketler daha iyi üretsinler” söylemi ne yazık ki geçerli değil. Tüm bunların olabilmesi için talebin ilk olarak bizden gelmesi gerekiyor. Biz istersek her şey olur. Yeter ki birlik olalım ve doğru şeyleri isteyelim.

8 Aralık 2021 Çarşamba

Tükenen Kaynakları Geri Döndürme

Dünya yüzeyinde binlerce yıl kullanmamıza yetecek kadar metal bulabiliriz. Çoğu yer altında olmak üzere insanlığın atmosferi nefes alınamayacak hale getirene kadar yakabileceği kömür, petrol ve doğal gaz kaynaklarımız da var. Ancak tüm bu kaynaklara baktığımızda iki ana sorun karşımıza çıkıyor. Öncelikle, bu kaynakların tümünü ayrıştırıp kullanmalı mıyız? Eğer “kullanalım” dersek atmosferdeki karbondioksit miktarını milyonda 5000 seviyesinin üzerine çıkarmamız mümkün. Dinozorların zamanında o seviyeleri geçtiği bile oldu, dolayısıyla tüm kaynakları çıkartıp yakarsak aynı seviyeyi bulmamız mümkün. Ama tıbben biliyoruz ki atmosferde 5000 ppm seviyesinin üzerinde karbondioksit olursa nefes bile alamayız. Diğer madenleri de çıkarmaya karar verirsek yeryüzü canlılar için yaşam alanından çok maden alanıyla dolmaya başlar.

Ayrıca, tüm bu kaynakları çıkarıp işlemek de gittikçe daha pahalıya mal olmaya başladı. Bazı metalleri ve kömürü neredeyse on bin yıldır çıkarıp kullanıyoruz. Dolayısıyla da rahatça ulaşabileceğimiz kaynakları çoktan tükettik. Şimdi, daha zor ulaşılan ve yoğunluğu da fazla olmayan kaynaklara doğru yöneldik. Bu da elbette maliyetleri fazlasıyla artırıyor. Bu da kaynak kısıtımızın sınırını çizen diğer olgu.

Aslında çoğumuzun fazla düşünmediği bir başka sınır daha var. Bugün yeryüzünün karalarla kaplı kısmının yarısından fazlasında tarım yapıyoruz. Gezegenimizin toplam alanının yüzde 12’si tarıma ayrılmış durumda ve gittikçe pek de uygun olmayan bölgelerde tarım yapmaya uğraşıyoruz. Bu çabayı en uç noktasına taşısak bile ne yazık ki tarım yapabileceğimiz alanlar yeryüzünün yüzde 15’ini geçemiyor. Bu nedenle de tarımsal üretim bakımından da bir sınıra çok yaklaşmış bulunuyoruz. Tarım alanlarının genişlemesi de çoğunlukla yağmur ormanlarının azalması pahasına gerçekleşiyor. Kısacası üretim ve tüketim sistemlerimizdeki genişleme bizi artık gezegenimizin sınırlarına kadar taşımış durumda, bundan sonra istesek de böyle üretmeye ve tüketmeye devam edemeyiz. Hadi diyelim bir on ya da yirmi sene daha böyle devam ettik. Sonrasında frene çok daha sert basmak zorunda kalacağız.

Peki çözüm var mı? Doğal çözüm olarak hepimizin aklına tüketimi azaltmak geliyor. Aslında bu en doğru çözüm olsa da hızlı biçimde uygulanabilirliği çok kolay olmayan bir çözüm. Bu çözüme ulaşmanın yolu tüketimi oluşturan iki unsurun en az birini azaltmaktan geçiyor. Ya nüfusu azaltacağız ya da kişi başı tüketimi. Bu iki faktör de yavaş değiştiklerinden bunları düzeltme üzerinde çaba sarf ederken bir başka çözüm yöntemi de düşünmek zorundayız.

Son senelerde üzerinde çok kafa yorulan diğer çözüm yöntemlerinden biri de döngüsel ekonomi. Ben elimden geldiğince “döngüsel ekonomi” kavramını kullanmamaya çalışıyorum çünkü bu kavramın içindeki “ekonomi” sözcüğü bu kavramın bir şekilde ana unsurunun para olduğu hissini veriyor. Oysa bu kavramın içerisindeki ana unsur “döngüsel”. Hem de asıl derdimiz burada bir değer yaratmanın ötesinde kaynakları sürdürülebilir biçimde kullanmak. Sizler isterseniz “döngüsel ekonomi” yerine “sürdürülebilir üretim ve tüketim” de diyebilirsiniz çünkü asıl yapılmak istenen bu. Bu çabanın sonunda her zaman asıl amaç fazla para kazanmak değil. Asıl amaç, kaynakları olabildiğince akıllıca kullanarak sınırlı kaynaklardan insanlık ve yeryüzü için en geniş faydayı sağlayabilmek.


Yeni sayılabilecek bu döngüsel ekonomi kavramı genelde üretim - olabildiğince geri dönüşüm - tekrar üretim olarak oldukça kısıtlı biçimde algılanıyor. Bu algı aslında çoğunlukla günlük hayatımızın sadece gıda ve tüketim ürünleri dışındaki kısmını kapsıyor. Oysa hayatımızın önemli kısmı gıda ve tüketim ürünleri çevresinde yaşanıyor. Kısaca, döngüsel üretim ve tüketim, insanlığın tüketimi azaltırken uygulamak zorunda olduğu bir yöntem. Gelecek haftalarda bu düşünce yapısının temellerini konuşmaya devam edeceğiz.

1 Aralık 2021 Çarşamba

Kaynaklarımızın Sınırları

İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünya ekonomisi daha önce benzeri görülmemiş bir ekonomik  büyüme sürecine girdi. Bu büyüme süreci tüm ülkelerdeki fakirliği görece olarak azaltmanın yanı sıra gelişmiş ülkelerin bugünkü refah seviyelerine ulaşmalarını sağladı. Ancak bu büyüme süreci aynı zamanda büyümenin sürdürülebilirliği konusundaki sorunları da beraberinde getirdi. Bu tür sorunları ortaya koyan kuruluşların başlıcalarından olan Club of Rome “Daha ne kadar büyümek mümkün?” sorusunu MIT Üniversitesinden bir grup bilim insanına yöneltti. Donella Meadows ve arkadaşları da bu soruya cevap üretmek için yaptıkları çalışmayı Limits to Growth (Büyümenin Sınırları) isimli raporla bilim dünyasına duyurdu. 1972 yılında yayımlanan bu rapor o günden beri uygarlığımızın büyüme sınırlarını belirleyen temel çalışma olarak değerlendirilir.

Büyümenin Sınırları çok kapsamlı bir rapor olsa da büyüme sorunsalına dar bir pencereden bakar ve “daha fazla büyüyebilmek için yeterli kaynağımız var mı?” sorusuna cevap bulmaya çalışır. 1972 yılından probleme baktığımızda o an için büyümeye yetecek kaynaklarımızın olduğunu ve üretim biçimlerinde değişikliğe gidilmediği takdirde bu kaynakların 2072 yılına kadar yeteceğinin anlatıldığını görebiliyoruz. “Böyle büyümeye ve kaynak tüketmeye devam edecek olursak medeniyetimiz yüz yıl sonra önemli bir kriz ile karşı karşıya kalacak” diyen raporun hazırlanmasından bu yana yaklaşık 50 sene geçti. Kriz noktasına daha 50 senemiz var ama medeniyetimiz bırakın bu kaynak tüketimine karşı önlem almayı, kaynakları daha da fazla tüketerek ilerlemeye devam etti.

Bugün medeniyetimiz yeryüzünün kendisine bir yılda kullanması için sağladığı kaynakları daha Temmuz ayının sonuna varmadan tüketiyor. Bu tüketim biçiminin sürdürülemez olduğu açık ve her geçen sene gelecek kuşakların kaynaklarından artan bir biçimde çalmaya devam ediyoruz. Bu talan ne yazık ki bizim türümüzün en temel özelliklerinden birisi. Binlerce yıldır hayvanlardan farklı olarak insan toplulukları bir bölgedeki kaynakları sömürdükten sonra bir başka bölgeye göç ederek yaşamaya alıştılar. Şimdi ise gezegenin tamamına yayılıp, tüm kaynaklara egemen olduğumuzdan yayılacak bir yer kalmadı ve sonunda yeryüzünün sınırlarına toslamaya başladık.

Geçen yüzyılın sonlarına doğru kaynaklarımızın sınırları ortaya çıkmaya başladığında yeni bir kavramla tanıştık: Sürdürülebilir Kalkınma. Bu kavram ilk defa Brundtland Komisyonu tarafından 1987 yılında şöyle tanımlandı: “Gelecek nesilleri kendi ihtiyaçlarını giderecek imkanlardan mahrum bırakmadan şimdiki nesillerin ihtiyaçlarını giderebilmek.” Kolayca görebileceğimiz gibi sürdürülebilirliğin bugünkü çerçevesini belirleyen 17 Sürdürülebilir Kalkınma Amacı’nın çok azını barındıran bir tanımlamaydı bu ve temelde sadece kaynak kullanımına yönelikti. 1987 yılında derdimiz tükenen kaynaklardı ve bugüne gelene kadar da fazla bir değişiklik olmadı. Ekonomik açıdan bakıldığında sağlık, eğitim, eşitlik, çevre, yönetişim ve toplum sürdürülebilir kalkınmanın bir parçası olmayı henüz beceremedi. İş dünyası açısından sürdürülebilirlik en başta elde edilen kazancın sürdürülebilmesi ve bunun için de mümkünse iş yapış şekillerinin değişmemesi olarak algılanıyor. Ancak ne yazık ki yeryüzü bu noktada pes etmeye çok yaklaşmış durumda. Biz tüm planlamalarımızda kaynakların çok uzun süre var olacaklarını düşünsek de bu kaynakların önemli bir kısmı şu anda iş dünyasının çoğunluğunu oluşturan nesiller henüz hayattayken tükenecek ve iş yapış şekillerinin değişmeden kalması mümkün olmayacak.

Basit bir örnek olarak bakırı alabiliriz. Elektrikli aletler arttıkça bakıra olan ihtiyacımız da artıyor. Ancak bakır yaklaşık 10 bin yıldan beri kullandığımız bir metal ve bakırı bulmak ve çıkarmak her geçen gün zorlaşıyor. Bu nedenle “bakır kaynakları tükenir mi?” sorusuna “hayır” diye cevap veriyor olsak da piyasadaki bakırın her geçen gün fiyatı artmaya devam edecek. Sonunda bu fiyat öyle bir seviyeye ulaşacak ki biz uygulamalarımızda başka bir metal kullanmayı tercih edeceğiz ya da bakırı sürdürülebilir biçimde kullanmayı seçeceğiz. Sürdürülebilir kullanım ise beraberinde gerekli olan her madde için bize yeni yöntemler ve iş yapış şekilleri getiriyor. Kısacası, eğer kulak verirsek, doğa sürdürülebilir bir yaşamın mümkün olduğunu fısıldıyor ama sadece dinlemeye hazır kulaklara.