28 Temmuz 2021 Çarşamba

Bu Felaketler Daha Ne Kadar Devam Edecek?

“Bu felaketler daha ne kadar devam edecek?” diye soruyorsunuz haklı olarak. “Daha felaketlerin başındayız, bundan sonra  böyle devam edecek ve hatta daha da kötü olacak” demek istiyorum, ama bu da sizler için yeterince doyurucu bir cevap değil. Çok sayıda grafik ve formüle sizi boğmadan neden iklim krizinin daha kötüye gitmekte olduğunu anlatmaya çalışacağım. Bu defa da fazla basitleştirirsem kusuruma bakmayın.

Güneş’ten Dünya’ya belirli bir miktar enerji gelir. Bu gelen enerji zaman içerisinde fazla değişmez. Dünya’nın yüzeyi ve atmosferi de bu enerjiyi emer, ısınır ve tamamını geri uzaya geri verir. Normalde Dünya’ya gelen enerji ile Dünya’dan çıkan enerjinin birbirine eşit olması lazım ki Dünya’nın ortalama sıcaklığı değişmesin. Yalnız atmosferde oranı artmakta olan, başta karbondioksit olmak üzere tüm sera gazları ısının uzaya kaçmasına engel olarak Dünya’nın atmosferinin ısınmasına neden olurlar. Kısaca, ne kadar çok sera gazı, o kadar sıcak atmosfer demektir.

Atmosfer bu fazla enerjiyi yüzeyde dağıtmaya çalışır. Bu sırada ısının sıcak yerlerden soğuk yerlere akışı hızlandığından kutuplar daha fazla, Ekvator bölgesi de nispeten daha az ısınır. Bu, kutuplarla Ekvator arasındaki sıcaklık farkını hafifçe azaltır. Azalan bu sıcaklık farkından dolayı ülke olarak başımıza iki önemli şey gelir. Burada küçük bir parantez açayım, Türkiye ve Akdeniz Havzası’na neler olduğunu ve olacağını anlatmaya devam edeceğim ama bu bizimle benzer iklim özellikleri gösteren Kaliforniya veya Avustralya’nın doğusu gibi başka bölgeler için de geçerlidir. 

Ekvator’da ısınıp yükselen hava soğuk kutuplara doğru hızla ilerler. Ekvatorla kutuplar arasındaki sıcaklık farkı fazla olduğunda, yaklaşık 30 derece enlemi civarında Coriolis etkisi dediğimiz bir nedenle kutuplara doğru gitmeyi bırakıp aşağıya çöker. Aşağıya çöktüğü yerlerde de yüksek basınçtan dolayı çöller oluşur. Ekvatorla kutuplar arasındaki sıcaklık farkı azaldığında bu hava akımı 30 yerine 36 derecede aşağıya çöker ve o bölgede çöller oluşur. Bugün 30 derece enlemindeki, yani Bağdat veya Kahire enlemlerindeki çöller yavaş yavaş kuzeye doğru çıkacak ve bu yüzyılın sonuna doğru Antalya, Adana ve Urfa bugünkü Kahire ve Bağdat’ın iklimine sahip olacak.

Güney bölgelerimiz gün geçtikçe yüksek basınç etkisiyle çöle doğru evrilirken Torosların hemen kuzeyindeki bölgeler de daha az yağış alacağı için neredeyse tarım yapılamaz bir hale gelecek. Yani Orta Anadolu’da artık sadece susuz tarım yapabileceğiz.

Karadeniz’e geldiğimizde ise deniz suyunun yavaş yavaş ısınmakta olduğunu göreceğiz. Bunun iki önemli sonucu olacak. İlki, Karadeniz’deki balıklar soğuk suyu sever ve yağlı olur. Bu nedenle Karadeniz balığı makbuldür. Ancak son senelerde de gördüğümüz gibi Karadeniz’in ısınmasıyla birlikte bu balıklar da Karadeniz’in kuzeyine kaçmaya başlayacaklar ve bizim kıyılarımızda balıkçılık sona ermese bile çok azalmak zorunda kalacak. Göç eden balıkların yerine de özellikle Kızıldeniz’den gelen balık türlerinin istilası yaşanacağından balıkçılık endüstrisinin duruma uyum göstermesi gerekecek.

Yalnız daha önemlisi, her bir derece ısınan Dünya’da atmosferin su buharı tutma kapasitesi de %7 artacak. Yani bulutlarda daha fazla su buharı olacak. Özellikle Karadeniz kıyısında genelde denizden karaya doğru esen rüzgarlar bu bol su buharı taşıyan bulutları da Karadeniz kıyımıza getirecek. Karadeniz kıyısında denize paralel olan dağlara çarpan bu bulutlar yükselerek kıyı bölgelerine yoğun yağış bırakacak ama yağışı dağların arkasındaki bölgelere fazla taşımayacak.

Kısacası, ülkemizin güneyi her geçen sene biraz daha fazla kuraklık ve sıcak hava ile boğuşurken, Karadeniz kıyıları da gittikçe artan şiddetli yağmurlara karşı önlem almak zorunda kalacak. Dolayısıyla ne bu hafta Cizre’de ölçülen 49.1 derecelik rekor sıcaklık uzun süre rekor olarak kalacak ne de Rize ve Arhavi’deki yoğun yağış ve seller sadece kötü bir anı olacak. Ne yazık ki içinde yaşadığımız coğrafya bu ve artık bu coğrafyada yaşamaya devam etmek için iklim krizine karşı ciddi önlemler almak zorundayız.  

18 Temmuz 2021 Pazar

İklim Krizini Durmurmanın En Makul Yolu

 Paris Anlaşması ve sonrasındaki IPCC Raporu SR15, iklim krizini engelleyebilmenin en önemli yöntemi olarak atmosferden karbondioksit yakalama ve saklama yöntemlerini öne çıkarttılar. Yani biz, uzun süre bu iklim sorununa çare bulamayız. O nedenle az da olsa böyle salmaya devam edelim, sonra nasılsa gelişen teknoloji sayesinde bir yol bulur bu saldıklarımızı havadan geri emeriz. Bu her açıdan yanlış ve tehlikeli bir yaklaşım. Neden tehlikeli olduğunu ve iklim krizinin getireceği kırılma noktalarını başka yazılarda hem ben hem de diğer arkadaşlar uzun uzadıya anlattık. Ama bu tehlikenin çok daha önemli bir boyutu var, o da kafamızın içine yerleşmiş kabullerden doğuyor.

Mesela, ekonominin, yani milli gelirin büyümesi gereklidir, çünkü toplumların refahı ancak böyle sağlanır. Burada öncelikle insanların para ile mutlu olduklarını kabul ediyoruz. Evet, mutlu olmak için temel ihtiyaçlarımızı karşılamak gerekli olabilir, ama bunun ötesinde bir gelirin insanların kendilerini daha iyi hissetmelerine faydasının sınırlı olduğu yapılan araştırmalarla defalarca ortaya konmuş bir olgu. Dolayısıyla temel ihtiyaçlar ötesinde ekonominin büyümesiyle insanların yaşam memnuniyetini birbirinden ayırmak gerekiyor.

Bunun ötesinde, ülkedeki kişi sayısı arttıkça ekonominin büyümesi de bir noktaya kadar kabul edilebilir. Ancak gelişmiş ülkelerin çoğunda nüfus ya sabit ya da azalma trendinde olduğundan ekonominin büyümesi kişilerin yaşamdan aldıkları mutluluğa ya katkıda bulunmaz ya da bu katkı çok sınırlı olur.

Bunun ötesinde bir diğer sorun da işsizlik ve çalışma süreleridir. Kafamıza haftanın beş günü, günün sekiz saati çalışılması gerektiği öylesine kazınmış durumda ki bunun esasında kapitalist sistemin işçi sınıfı üzerinde kurduğu egemenliğin bir çıktısı olduğunu göremiyoruz. Bunu fark edemediğimizden de değişik bir çalışma sisteminin varlığını düşünemiyoruz bile. İzlanda geçtiğimiz aylarda haftada dört gün çalışmaya geçti ve bununla da önemli bir verim artışı sağladı. Neden haftada üç gün çalışıp bir yandan yaşam kalitemizi arttırmak öte yandan da herkesin düzgün bir iş sahibi olmasına yardımcı olmak normal kabul edilmiyor? Çünkü sistemin yapısı başka şekilde düşünmemize izin vermeden bizi kabullere zorluyor. Oysa değişik bir yaşam mümkün ve bu değişik yaşam da bugünkünden hem fiziksel hem de zihinsel açıdan çok daha doyurucu olabilir.

Bunu becerebilmek için iki önemli adım atmamız gerekiyor. Bunların ilki kazancı değil varlığı vergilendirmek. Dünyadaki varlığı vergilendirecek olsak milyarlarca insana temel ihtiyaçlarını gidermelerine yetecek bir gelir sağlamamız fazlasıyla mümkün olacaktır. İkinci olarak da ekonominin büyümesi gerektiği düşüncesini kafamızdan çıkartmamız gerekiyor. Bunca zamandır ekonomiler büyüyor ama insanların refahı buna paralel olarak büyümüyor. Bu nedenle arttırmamız gereken milli gelir değil milli refahtır.

Peki tüm bunların iklim krizi ile alakası ne? Anlatayım. Gelecekte karşımıza çıkacak olan iklim koşullarını öngörebilmek için iklim modellerini kullanıyoruz. Bu iklim modelleri de içinde yaşamak istemeyeceğimiz bir gelecekten uzak durabilmek için yapmamız gerekenler konusunda bize yol gösterici konumdalar. Yani, bu modeller bize “eğer şöyle davranırsanız bunun iklimsel sonuçları bu olacaktır” türü bir bilgi veriyor. Paris Anlaşması’nın temelinde ortalama sıcaklık artışının 1.5 oC ile sınırlanması bulunuyor. İklim modelleri de bize bunu başarmak için nasıl bir yol izlememiz gerektiğini anlatıyor. Yalnız ne yazık ki 1.5 oC hedefine ulaşabilmek için takip etmemiz gereken yol 2050 yılı sonrasında karbon azaltım tekniklerinin uygulanmasına dayanıyor. İşin kötüsü, bu teknikler daha ortada yok ve gerçeklikleri de halen bilim dünyası tarafından sorgulanıyor. Öyleyse bu 1.5 oC hedefi bir hayal ve bu hayale ulaşmamız imkansız anlamına mı geliyor? Hayır.

Mayıs 2021’de Nature Communications’da yer alan bir makale tam da bunu anlatıyor bizlere (https://www.nature.com/articles/s41467-021-22884-9). Kapitalist ekonominin bizleri sürüklediği sarmaldan çıkarak büyümenin gerekli olmadığını da anlarsak, bir başka yol da mümkün. Ayrıca, bu yeni yol, hem insanların refahını hem de 1.5 oC hedefini aynı anda gerçekleştirebilmemize imkan tanıyor. Tek yapmamız gereken büyümemenin de aslında akıllı bir çözüm olduğunu kabullenmek.

Ekonomik açıdan vergi sistemlerini ve üretim biçimlerini değiştirerek 1.5 oC hedefini tutturmak, şu anda olmayan ve gelecekte olup olmayacağı belli olmayan teknolojilere bel bağlayarak aynı hedefe ulaşmaya çalışmaktan çok daha kolay ve yapılabilir görünüyor. Einstein’ın dediği gibi, “başımızdaki beladan, başımızı bu belaya sokmuş olan yöntemlerle kurtulmamız mümkün değildir”. Büyüme hırsımız bizi bugünkü çevresel problemlerle baş başa bıraktı. Bu problemlerden arınabilmek için de büyüme tabanlı ekonomik sistemlerin önerilerine öncelik veremeyiz. Başka bir dünya mümkün ve o dünyaya giden yolun taşları büyümeme üzerine kuruluyor. Vakit henüz geç değilken o yolu seçmeliyiz.


13 Temmuz 2021 Salı

Yeni duyanlar için iklim modellemesi

Uzun yıllar fizikten biyolojiye değişik sistemlerin modellemesi alanında çalıştıktan sonra son 15 senedir neredeyse tamamen iklim modellemesi alanında bilimsel veri üretmeye çalışıyorum. Bu modellerin çıktılarını ilk elime aldığımda genellikle birkaç gece uyumam mümkün olmuyor çünkü geleceğimiz hiç de güzel durmuyor. Gene de bu çıktıları insanlarla paylaştığımızda aldığımız tepki çoğunlukla “abartıyorsunuz, bu kadar da kötü olmaz” şeklinde oluyor. Oysa durum tam tersi ve gerçeğin modellerden daha da kötü olabileceğini yavaş yavaş algılamaya başlıyoruz.

Geçtiğimiz hafta Kuzey Amerika’nın batısında sıcaklıklar normallerin çok üzerinde seyretti. Hatta bunu daha da açık olarak ortaya koymak için şunu söylemek gerekir: Pek çok yerde sıcaklık rekorlarından 4-5 derece yüksek sıcaklıklar ölçüldü. Yani daha önce ölçülen en yüksek sıcaklık 44.6 derece iken bu sefer 49.6 derecelik bir sıcaklığın ölçüldüğü yerler oldu. Kanada’nın batı kıyısında neredeyse 50 derecelik sıcaklıklar görüldü. Buna kuraklık da eklendiğinde çoğu bölgede söndürülmesi kolay olmayan yangınlar görülmeye başlandı. 

Sadece Kuzey Amerika’da değil aynı dönemde Rusya, İran ve Pakistan’da da sıcaklık rekorları kırıldı. Pakistan'da, İndus Nehri deltasında ıslak termometre sıcaklığı 33 dereceyi buldu. Islak termometre sıcaklığının 35 derece olması ciddi bir sağlık sorunudur, milyonlarca insanın ölümüne yol açabilir. Bu noktaya çok yakınız. Madagaskar’daki kuraklık milyonlarca insanın aç kalmasına yol açacak boyutlara ulaştı.

Tüm bu olayları iklim modelleri öngörebildi mi? Ne yazık ki hayır! Bu olayların tümü modellerin öngörülerinden çok daha kötü sonuçları olan bir durumu beraberinde getirdi. Peki iklim modelleri neden iyimser kalmaya başladı? Size bunu elimden geldiğince basit biçimde anlatmaya çalışacağım.

Öncelikle iklim modelleri çok detaylı olsalar da basit iki düşünceye dayanırlar. Bunların ilki Dünya sistemlerinin gelecekte de geçmişte olduğu gibi çalışacağıdır. Yani karalar ve denizler oldukları yerlerde duracak, bitki örtüsü fazla değişmeyecek, okyanuslar gene de atmosferdeki sera gazlarının önemli kısmını emmeye devam edecek gibi. İkinci düşünce de modellerin içinde en önemli bilinmeyenin insanların atmosfere ne kadar sera gazı salacakları olduğudur. Dolayısıyla yapılan tüm iklim modelleri çevremizin fazla değişmeyeceği ve ana değişkenin insanların vereceği kararlar olduğu kabulüne dayanır.

İnsanlar da çeşitli anlaşmalarla iklim krizine “dur” diyor gibi yaptıklarından politikacılar halkı ürkütmemek için hepimizin mükemmel davrandığımız ve fazla sera gazı salmadığımız modelleri öne çıkarırlar. Bunun da üzerine şimdiye kadar atmosfere saldığımız karbondioksidi de emebileceğimiz teknolojilerin ileride var olabileceğini düşünerek davranır ve iklim modeli çalıştıranları da bu yönde modeller üretmeye zorlarlar.

Sonuç olarak, şu anda elimizdeki modeller, bir yanda doğanın karşımıza çıkarabileceği müsilaj gibi sürprizleri hesaba katmazlar, öte yandan da insanların doğaya hep cici davranacağını kabul ederler. Bildiğiniz gibi bu iki öngörü de doğru değildir.

Doğadaki sistemlerde birçok kırılma noktası vardır. Mesela sıcaklık düşükken ormanlar atmosferden karbondioksit emerler, ancak sıcaklık belirli bir seviyenin üzerine çıktığında ormanlar karbondioksit emmeyi bırakıp aksine karbondioksit salmaya başlarlar. Buna benzer durumları modellerin içine katabilmek çok zordur ve bilim insanları hazırladıkları her yeni modelde doğanın karşımıza çıkardığı yeni sürprizleri de hesaba katarak modelleri geliştirmeye çalışırlar. Ancak en önemli problemimiz, karşımıza çıkan bu sürprizlerin hiçbirinin olumlu yönde olmamasıdır. Milyonlarca yıldır bir denge kurmuş olan doğanın dengesini bozdukça doğa da buna kendi sınırları içerisinde tepki veriyor. Bizler ise hayatımızı sanki doğa hiç tepki vermeyecekmiş gibi sürdürüyoruz. 

Artık insanlık doğanın öngörülemez olduğu bir çağa girdi. Özellikle gelecek 100 yılda göreceklerimiz geçmiş 100 yılda gördüklerimizden çok farklı olacak. Bu nedenle de “buralar hiç o kadar sıcak olmaz” ya da “buralarda her mevsim yağış olur” demeyi bırakarak tüm bu değişikliklere uyum sağlayacak bir yaşam biçimine evrilmemiz gerekiyor. ACİLEN.

7 Temmuz 2021 Çarşamba

Gezegenin Sorumluları

Bundan 5 milyon yıl önce insan bugünkü durumundan çok farklıydı. Gezegendeki değişik türlerin içinden sadece bir tanesiydik, hem de fazla dikkat çekici bir tür de değildik. Diğer canlıları avladığımız kadar kendimiz de diğer avcıların avı olduk. Çoğu bağlamda sıradandık ve gezegenimiz de bir denge içerisindeydi. Gelip geçen Buzul Çağlarına bile canlılar uyum sağlamışlardı. Ancak akıllı insan evladı yavaş yavaş zekasını kullanarak diğer canlıların önüne geçti. Bu uzun sürmüş olsa da son 100 bin sene insanlığın gezegene egemen olabileceğinin sinyallerini ortaya koyuyordu.

Yalnız gene de arada olan felaketler insanları gafil avlayabiliyordu. Tam “ortalık ısındı” diyerek gezegene yayılmaya başladığımızda patlayan bir yanardağ insan neslini neredeyse yok oluşun kapısına kadar getirebiliyordu. Ancak sonunda son Buzul Çağı da sona erdi ve gezegenimiz epey zamandır görülmemiş düzenli bir iklime kavuştu. Bunun sayesinde de insanlık 200 bin kişiden 7.8 milyara tırmandı ve gezegene her bakımdan egemen oldu.

Şimdi hepimiz bir yol ayrımındayız. Son birkaç bin seneye kadar biz bu gezegendeki türlerden sadece biriydik. Oysa bugün bu türlerin tamamının varlığına egemen bir noktadayız. Eğer istersek bir türü yok edebilir ya da nesli tükenmiş bir türü geri getirebiliriz. Bu da bize son derece büyük bir sorumluluk veriyor. Artık bizler bu gezegenin sakinleri değil sorumlularıyız. 

Sorunumuz ise aslında çok basit: Ne yazık ki arada hızla geçen birkaç bin yıl bize bu büyük sorumluluk hakkında düşünecek vakit tanımadı. Biz hala kendimizi bu gezegendeki türlerden biri ve en üstünü olarak konumlandırıyoruz. Durum böyle olunca da kendimizi egemen olarak kabul edip gezegenin geri kalanına olan sorumluluğumuzu üstlenmeyi kabul etmiyoruz. 

Geçen hafta Avustralya’da kedilere sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Bu belki de sorumluluk alma konusunda bir ilk. Çevrede serbestçe dolaşan evcil kedilerin bölgedeki yaban hayatını yok ettiği görüldüğünden, sahiplerinin evcil hayvanları dışarı bırakmaları yasaklandı. Bu kısaca; insan, bu gezegendeki bir türü koruyup bu türün serbestçe diğer türleri yok etmesine göz yumamaz, çünkü insanın, diğer tüm canlılara karşı da sorumluluğu vardır anlamına geliyor.

Elbette gönül kuşlar ve fareler konusunda bu hassaslığı gösteren Avustralya’nın kömür yakarak epey değişik türün sonunu getirme konusunda da aynı dikkati göstermesini istiyor. Ne yazık ki iş kolay önlemlerle basit problemleri çözmeye geldiğinde hızlıca kural koymada üstümüze yok, ama çevre problemlerine ya da iklim krizine çözüm bulmaya gelince konu kolayca yan çiziyoruz. Yalnız artık yolun sonuna geldik. Bundan sonra vereceğimiz kararların hızla, çok sayıda canlının gereksiz yere ölmesine neden olacağını Marmara  Denizi’ndeki müsilaj sorunu bizlere gösterdi. Müsilaj sorunu denizin üzerindeki tabakayı temizlemekle ya da denizi kirleten firmalara ceza yazmakla çözülebilecek kadar basit olsaydı keşke. Biz, uzun süreden beri, yaptığımız şeylerin doğada bir karşılığı olmadığını, insanlığın son derece küçük bir grup olup doğaya kalıcı bir zarar veremeyeceğini düşünerek bu günlere geldik. Oysa artık durum pek de öyle değil. İnsanlık gezegenimizin tamamına hakim durumda ve bu egemenliğini akıllıca kullanmayacak olursa yakın zamanda ortaya çıkacak olan sorunların üstesinden gelebilecek kadar da güçlü değil.

Bu hafta Kanada neredeyse 50 dereceyi gördü. Kanada, 50 derece. Bir kısmımızın kafasında “geri kalan yerler yaşanmaz hale gelirse biz de Kanada’ya göçeriz” düşüncesi vardı. Umarım artık o düşünce de sonlanmıştır. Biz bu gezegene karşı olan sorumluluğumuzu yüklenmezsek çok kısa süre içerisinde kaçacak bir yer kalmayacak. Biz bu gezegenin sorumlusuyuz ve ailenin küçük çocuğu gibi omuz silkip bildiğimizi okumaya devam edemeyiz. Batırdığımızı biz temizlemezsek temizleyecek başka kimse yok.


1 Temmuz 2021 Perşembe

İklim Riskleri

Gezegenimizin sınırlarına çok yakın olmamız her geçen gün karşımıza yeni bir risk çıkartıyor. Bu risklerin önemli bir kısmı iklim krizi kökenli de olsa doğanın ürettiği sorunlar artık günlük yaşantımızı da etkiler hale geldi. Bundan iki sene önce COVID19 diye bir hastalık bilmezken son iki senemizin önemli kısmı bu pandemiye ayırdık. Bir sene önce müsilaj kelimesinin ne olduğunu bilen az kişi varken bugün günlük yaşantımızda bolca kullanmaya başladık. Gelecek sene bu zamanlar kimbilir hangi yeni kelimeyi öğrenmek zorunda kalacağız. Bunların arkasındaki başlıca sebep bizim doğanın düzenini bozma yolunda gittikçe geniş alanlara yayılmamızdır.

Bizler insanlığın olası doğal sınırlarının oldukça üzerine çıktığımız anda sorunlar yaşamaya başlıyoruz. Bu probleme sistemin taşıma kapasitesinin aşılması olarak da bakmak mümkün. Mesela İstanbul trafiği zaten sıkışık bir akışkanlık içindeyken gerçekleşen bir trafik kazası ya da yağan bir yağmur, uzun süre çözülemeyen bir trafik karmaşasına neden olabiliyor. Buna benzer şekilde biz de doğanın sınırlarına bu denli yakın yaşamayacak olsak, doğadaki olası küçük değişiklikler insan yapılarında büyük arızalara neden olmayabilir.

Bu sınırlara oldukça yaklaşmış olmamızın bir nedeni insan nüfusundaki önlenemez artış olsa da bir diğer neden de üretim kapasitemizin ihtiyaçlarımızın ötesine uzanmasıdır. Özellikle iş dünyası açısından bakıldığında son senelerde stok tutmak önemli bir maliyet haline gelmiştir. Stok tutmak yerine anında ve gereğinde üretimi seçen iş dünyası böylelikle kendisini çevre ve iklim risklerine karşı da zarar görebilir bir duruma taşımıştır.

Çevre ve küreselleşmeden kaynaklanan COVID19 gibi problemlerin üretim sistemleri üzerinde yarattığı riskleri öngörebilmek kolay değildir. Bu bağlamda yarı iletken ve işlemci alanında yaşanan sıkışıklık şu anda çoğu sektörde iş akışını ciddi oranda etkilemektedir. Dünyanın bir ucunda oluşan böylesi bir sıkışıklığın sizin iş akışınızda yaratacağı sorunları öngörebilmek kolay olmasa da kendi işleriniz açısından oluşabilecek riskleri öngörebilmek ve buna göre planlama yapmak iş dünyasının birincil sorumluluğu haline gelmektedir.

Bugün iş dünyasındaki el değiştirmelerde ve verilen kredilerde varlıkların iklim riskleri de göz önüne alınmaya başlanmıştır. Ancak finansal riskleri derecelendirmekte uzman olan iş dünyası iklim risklerinin de sayısallaştırılabilmesinde aynı uzmanlığa sahip değildir. Bunun da ötesinde belirlenen risklerin yapılmakta olan işin esası ile ne derece ilişkili olduğu da ayrı bir karar verme noktası oluşturmaktadır. Gene de her gün artan iklim risklerine karşı duyarlılığı belirlemek her kuruluşun da önceliği olmak zorundadır. Ayrıca riskleri belirlemeye yönelik bu çaba eldeki üretim sisteminin ötesinde tüm tedarik zincirini de dikkate almak zorundadır.

Gerek iş dünyası, gerekse de kamusal alandaki toplumu ilgilendiren riskleri belirlemek de kıyaslamak da kolay değildir. Bunun nedenlerini günlük yaşantımızda sıklıkla görüyoruz. Mesela 2009 senesinde Ayamama Deresi’nde yaşadığımız sel felaketi bir gece boyunca yağan aşırı yağışın bir sonucudur. 2017 Temmuz ayında İstanbul’da gördüğümüz aşırı yağış ve dolu olayı her ne kadar 17 dakika sürmüş olsa da 1 milyar TL üzerinde sigorta hasarına yol açmıştır. Dolayısıyla, İstanbul ilinin son 10 yıllık, aylık yağış ortalamalarına bakarak buradaki riski hesaplayabilmek mümkün değildir. Elimizde aylık değil günlük istatistikler bile bulunsa iklim değişikliği tüm bu istatistikleri değiştirir yönde çalışmaktadır. Ayrıca 2017’de olduğu gibi, 17 dakikada meydana gelen bir yağışı günlük yağış miktarı olarak almakla 17 dakikada yağan yağış olarak almak arasında ciddi bir fark vardır.

Bunlardan dolayı iklim risklerinin belirlenmesi acil bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Günümüzde diğer pek çok alanda olduğu gibi bu alanda da riskleri belirleyebilmek için tek bir uzmanlık alanı yeterli değildir. İklim faktörleri ile ilgili çıktılara hakim olmanın yanında, risklerin belirlenmesinin gerekli olduğu alan konusunda da bilgili bir takımın birlikte çalışması gereklidir.

Boğaziçi Üniversitesi İklim Değişikliği Araştırma Merkezi olarak bir süredir iklim risklerinin belirlenmesi üzerinde çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Özellikle tarım, ormancılık ve turizm alanında yaptığımız çalışmalar, geleceğe yönelik öngörüler geliştirme konusunda da merkezimize ciddi anlamda beceri kazandırdı.

Son çalışmalarımızın odak noktasına ise genel bağlamında iklim risklerini oturttuk. ACE Danışmanlık firması ile birlikte iklim risklerinin belirlenmesi üzerine bir metodoloji geliştirdik. Bu metodoloji aylık ya da yıllık ortalamaların ötesinde saatlik çözünürlükle noktasal bağlamda risklerin belirlenebilmesine imkan sağlıyor. Varlıkların iklim risklerinin belirlenmesine yarayan iklim risk skoru şu bileşenlerden oluşuyor:

SelRiskSkoru, varlık düzeyindeki riskin metre seviyesinde çözünürlüğe kadar doğru olarak belirlenmesini sağlayan işlemleri ve planlama uygulamalarını içerir. SelRiskSkoru ayrıca, olası risklerin azaltılması için atılması planlanan adımların varlık düzeyindeki planlama kararlarını deneyebileceğiniz ayrıntılı bir "eğer" analizine de olanak tanır. 

RüzgarRiskSkoru, müşterilerin rüzgarla ilgili gelecekteki olası tehlikeli değişikliklere daha iyi hazırlanmalarını sağlar. Birden fazla endüstride kullanılmak üzere tasarlanmıştır ve aşırı olayların geri dönüş sürelerine ek olarak "bir eşik değerin üzerindeki saatler" gibi bilgiler sunar.

SıcaklıkRiskSkoru, sıcaklık ve nemin birlikte etkisini ele alan ve ideal çalışma koşullarını belirlemekte kullanılan ıslak termometre sıcaklığına bağlı olarak gelecekteki aşırı sıcaklık olaylarını öngörmeyi sağlar. Tanımlanmış bir eşiğin üzerindeki çok günlük sıcaklık olayları gibi değişkenler için olasılık dağılımları şeklinde aşırı sıcaklık riskinin sıklığını ve şiddetini verir.  

YangınRiskSkoru, yüksek çözünürlüklü orman ve çalı yangını risk tahminleri ve planlama uygulamaları için bir karar destek sistemi üretir.

KuraklıkRiskSkoru, gerek sanayi, gerek hidroelektrik enerjisi, gerekse de tarım üretimi için kullanılan suyun eksikliğini öngörerek özellikle planlama alanındaki risklerin bertaraf edilebilmesine yardımcı olur. KuraklıkRiskSkoru sanayi için gerekli olan yer üstü ve yer altı su kaynaklarındaki gelecek değişiklikleri, hidroelektrik enerji santrallerinin su toplama havzalarındaki toplam su miktarını ve tarımın ürün desenine bağlı olarak ihtiyaç duyacağı doğal ve sulama suyu miktarını ve bunlardaki öngörüleri yüksek çözünürlükle verir.

DenizRiskSkoru, iklim değişikliğine bağlı olarak deniz seviyesindeki artışla beraber fırtınalardaki rüzgar şiddeti de hesaba katılarak kıyı bölgelerdeki taşkın riskini belirleyerek bu konuda gerek yatırım gerekse de altyapı hizmetlerinin düzenlenmesi bağlamında karar desteği sağlar.

İklim risklerinin önceden belirlenmesi ve buna göre planlama yapılması, iklim krizinden doğacak olan sorunlara uyum sağlamamız için son derece önemlidir. Bu planlama olmadan gerekli önlemleri alabilmemiz pek mümkün görünmüyor. Bundan dolayı da bu yönde ne kadar hızlı adımlar atarsak uyum sağlama yönünde de o derece başarılı olabiliriz.