1 Aralık 2014 Pazartesi

ABD-Çin İklim Anlaşmasının Önemi

Geçen ayki yazımızda Aralık ayında Lima'da yapılacak olan iklim görüşmeleriyle ilgili beklentilerimizi tartışmıştık. O yazıyı yayına verdikten hemen sonra ABD ile Çin'in iklim değişikliğini engellemek için sera gazı salımlarını azaltma yönünde bir anlaşmaya vardıkları duyuruldu. Gelecek sene Aralık ayında yapılacak olan Paris iklim görüşmeleri öncesinde bu anlaşmanın ne anlama gelebileceğini sizlere anlatmaya çalışacağım.

Söze önce bu anlaşmanın en iyi tarafıyla başlayalım: Bugüne kadar ABD de Çin de iklim değişikliği konusunda herhangi bir sera gazı azaltımı yapmaya yanaşmıyordu. ABD, Çin ekonomisinin büyüklüğünden bahsederken Çin’in bir adım atmadan kendilerinin adım atmasının ekonomilerine büyük zarar vereceğini söyleyerek yan çiziyordu. Çin ise daha yeni büyümeye başladıklarını ve atmosferdeki sera gazı miktarından aslında başta ABD olmak üzere gelişmiş ülkelerin sorumlu olduğunu ve önce onların adım atması gerektiğini belirtiyordu. Bu kadar ayrı görüşlere sahip iki ülkenin bir anlaşmaya varabilmiş olması bile kendi başına çok önemli bir noktadır.

ABD ve Çin'in üzerinde anlaştıkları konu şu: Amerikan Başkanı Obama ABD'nin karbondioksit salımlarını 2025 yılına kadar 2005'teki salım miktarının %26-28 altına düşüreceğini kabul ediyor. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ise aslında bir indirim hedefi almıyor, ancak Çin'in salımlarını 2030 yılından itibaren azaltacağını kabul ediyor. Anlaşma Çin'in sera gazı salımlarını ne zaman ve ne kadar azaltacağını belirtmese de 2030 yılından itibaren azaltım yoluna gireceğini kabul etmiş olması aslında bu anlaşmanın daha da önemli parçasını oluşturuyor.

Anlaşmanın geneline baktığımızda karşımıza çıkan önemli noktaları şöyle sıralayabiliriz:
  1. ABD Kyoto Antlaşmasını da imzalamıştı. Ancak Kyoto Antlaşması'nın yasalaşabilmesi için Senato'da da kabul edilmesi gerekiyordu. Kyoto Antlaşması Senato'da kabul edilmediği gibi 0-95 oyla reddedildi, yani Senato'nun Cumhuriyetçi ve Demokrat kanatları birlikte bu antlaşmaya hayır oyu verdiler. ABD-Çin arasındaki anlaşmanın bundan farkı, kabul edilmesi için Senato onayına gerek olmamasıdır. Bu nedenle de Obama yönetiminin henüz Demokratların elindeki Senato'dan korkması için bir neden yok. Yalnız Kasım ayı başında yapılan seçimlerde Demokratlar Senato'da çoğunluklarını kaybettiler. Obama yönetimi açısından bunun getirdiği en önemli sorun meclisten geçirmek istedikleri tüm yasama konularında Senato'da Cumhuriyetçi bir çoğunluğa karşı savaşmak zorunda kalacak olmalarıdır. Senato'da liderliği devralacak olan Cumhuriyetçi Kentucky senatörü McConnell anlaşmanın açıklanmasının ardından bu anlaşmanın Çin'e bir yükümlülük vermediğini belirterek anlaşmayı sert bir biçimde eleştirdi. Başkan Obama kalan süresinde bu anlaşmanın yükümlülüklerini yerine getirebilmek için Senato'yu ikna etmek zorunda kalacak ve bunun neredeyse imkansız olduğu şimdiden açıkça görünüyor. Yani kısacası, ABD ile Çin bir anlaşmaya vardılar ama en azından ABD tarafında bu anlaşmanın bugün için yürütülebilmesine imkan yok.
  2. İklim görüşmeleri her ne kadar tüm devletleri kapsasa da kapalı kapılar ardında söylenen, Paris görüşmelerinin aslında anlamsız olduğu ve esas sonuca tüm devletler arasında değil ABD-Çin-AB üçgeninde yapılacak anlaşmaları diğer devletlerin mecburen takip etmeleriyle ulaşılabileceğiydi. Bu üçgende yapılacak anlaşmaların ilk ve belki de en zoru ABD ile Çin arasında gerçekleştirildi. Şimdi AB özellikle ABD kamuoyunda bu anlaşmanın sahip olacağı desteği inceleyerek kendi anlaşmalarını planlamaya başlayacak.
  3. AB'nin bu planları temelde kendi azaltım hedefleri ile de uyumlu olmak zorunda. AB sera gazı salımlarını 2030 yılında 1990 seviyesinin %40 altına düşürmeyi kendiliğinden taahhüt etmiş durumda. Yakın gelecekte ABD ve Çin ile yapılacak ikili görüşmelerde de karşı taraftan benzer bir azaltım hedefi belirlemesini isteyecektir. Ancak bu hedef özellikle ABD-Çin anlaşmasının Amerikan kamuoyunda kazanacağı desteğe sıkı sıkıya bağlı olacaktır. Eğer bu anlaşma Amerika'da önemli destek bulmayacak olursa üçgeni tamamlayacak olan ABD-AB iklim anlaşmasının yapılabilmesi oldukça zor görünüyor.


Tüm bu politikaların ve görüşmelerin ötesinde bir de bilimin ne dediğine kulak vermemiz gerekiyor. Son yazımızda bu konuda kısaca şöyle demiştik:

“Eğer atmosfere 3.2 trilyon tondan fazla karbondioksit salacak olursak 2 derece ısınmanın altında kalabilme ihtimalimiz üçte ikiye düşüyor. Endüstri Devrimi'nin başından bu yana atmosfere 2 trilyon ton karbondioksit salmışız, yani tehlikeli limitlere yaklaşmamamız için elimizde salabileceğimiz sadece 1.2 trilyon ton karbondioksit var. Şu andaki hızımızla gidecek olursak, 2031 yılında bu 1.2 trilyon tonu da salmış olacağız. Ondan sonra saldığımız her ton bizi felakete biraz daha yaklaştıracak. Bu nedenle her ne yapıyorsak bunu şimdi ile 2031 arasında yapmalıyız. Bu limitin altında kalabilmemiz için salımlarımızı 2050 yılına kadar %70 azaltmamız, 2100 yılına kadar da sıfıra indirmemiz gerekiyor.”

Bu bağlamda ClimateInteractive web sitesinin hazırladığı bir grafiği biraz değiştirerek sizlerle paylaşmayı düşündüm. Bu grafik fazla söze gerek kalmadan politika ile gerçeklik arasındaki farkı gözler önüne kolayca seriyor.


Yazının yayınlanmış halini EKOIQ Aralık 2014 sayısında bulabilirsiniz.

1 Kasım 2014 Cumartesi

Lima'ya Doğru Giderken

1992 yılında dünya devletleri Rio'da yaptıkları toplantının sonunda iklim değişikliğiyle ilgili iki önemli konuda görüş birliğine vardılar. Birincisi, iklim değişikliği vardır ve insanlığın geleceğini tehdit edecek boyuttadır. İkincisi de dünyanın ısınması hususudur. Endüstri Devrimi öncesinin ortalama sıcaklığına oranla iki derece artışla sınırlanmayacak olursa insanlığın geleceği tehlikeye girebilir.

Dünyanın ortalama sıcaklığının iki derece artması çoğumuza önemsiz geliyor olabilir. Ancak şunu hatırlamakta fayda var: Ortalama sıcaklıklarda Endüstri Devrimi'nin başından bugüne kadarki artış sadece 0.8 derece ve bu dünyadaki buzulların önemli bir kısmının erimeye başlamasına yol açtı. Eğer sıcaklık artışı 2 dereceye çıkacak olursa buzulların erimesini durdurmanın imkanı olamayacak. Dünyadaki buzulların tamamının erimesi durumunda ise dünyanın deniz seviyesi bugüne kıyasla 80 metre yükselecek. Bu da dünyanın çok önemli tarım alanlarının sular altında kalması anlamına geliyor. Yaklaşık 1 milyar insanın bu bölgelerde yaşadığını göz önüne alacak olursak bunun yaratacağı sorunu da kısmen anlamaya başlamış oluruz.

Ortalama sıcaklıkların 2 derece artmasının buzullar üzerine etkisi bizler için sadece bir örnektir. Küresel ısınmanın yol açacağı kuraklık, şiddetli fırtınalar, yağmur ormanlarının zarar görmesi, okyanusun asitlenmesi ve canlı türlerinin kaybı içinde yaşamakta olduğumuz problemin boyutunu algılayabilmemiz açısından önemlidir. Bu problemlerin her biri ile başa çıkabilmemiz mümkündür ama hepsi birleşip üzerimize geldiğinde insanlığın önemli bir bunalımla karşılaşması kaçınılmazdır.

Bu nedenle 1992 yılında varılan karar gereği 1995 yılından itibaren, alınan bu karara taraf olan tüm dünya ülkeleri her senenin sonunda toplanarak küresel ısınma konusunda neler yapılmış olduğunu tartışıyor ve neler yapılması gerektiğini kararlaştırıyorlar. Bu toplantıların 1997 yılında Kyoto'da yapılanından çoğumuzun adını duymuş olduğu Kyoto Protokolü ortaya çıktı. Bu anlaşmaya göre gelişmiş ülkeler 2008-2012 yılları arasında başta karbondioksit olmak üzere sera gazı salımlarını 1990 yılında saldıkları miktarın yaklaşık %5 altına indirmeyi kabul ediyorlardı. Bu anlaşma kimilerine göre önemli bir adımdı. Bu düşüncenin temel dayanağı, dünyanın neredeyse tamamının piyasa koşullarının egemen olduğu kapitalizm tarafından yönetildiği ve eğer iklim problemine bir çözüm bulunacaksa bu çözümün gene piyasa tarafından yaratılması gerektiğiydi. Yani, bizim anlayacağımız dille, şu anda para kazanan kişiler bir yandan para kazanmaya devam ederken, diğer yandan da sera gazı salımlarını azaltsalardı bu sistem çalışacaktı.

Bu anlaşmaya ilk önce ABD karşı çıktı. “Bizim, sera gazı azaltma yükümlülüğü olmayan Çin ile ekonomik olarak baş etmemize imkan yok; ya onlar da yükümlülük alırlar ya da biz de almayız” diyerek anlaşmaya taraf olmadılar.

Daha sonra ülkenin kuzeyinde zengin petrol yatakları bulununca Kanada da anlaşmadan çekildi ve ite kaka Kyoto Protokolü çalışmaya başladı. Buradaki ana beklenti, bu anlaşmayla piyasaya bir yandan sera gazı salımlarını azaltırken diğer yandan da para kazanılabileceğini öğretmekti. Ne yazık ki piyasa buradan bir şey öğrenmedi.

2009 yılında Kopenhag'taki toplantıda dünya liderleri Kyoto'nun 2012'de sona ermesinin ardından nasıl bir anlaşma yapılması gerektiğine karar veremediler. Bir yanda gelişmekte olan ülkeler “bizim bu problemde tarihsel bir sorumluluğumuz yok, önce gelişmiş ülkeler ellerini taşın altına koysun” dediler, öte yanda gelişmiş ülkeler de “gelişmekte olan ülkeler yükümlülük almazsa biz yokuz” dediler. Sonuçta bir karar alınamadı. 2009 yılından bu yana yapılan tüm toplantılarda da bu iki bakış açısı bir araya getirilmeye çalışılıyor.

Son yıllarda umutlar 2020 yılı sonrası için geçerli olacak küresel bir anlaşma yapılması üzerine yoğunlaşıyor. Teknik olarak bu mümkün ancak bu anlaşmanın en geç 2015 yılı sonunda Paris'te yapılacak olan zirvede imzalanması gerekiyor. Bu anlaşmanın Paris'te imzalanabilmesi için bir önceki zirvede, yani bu sene sonunda Lima'da bu anlaşmanın ana hatları üzerinde bir fikir birliğine varılmış olması şart. Devlet liderleri ana hatlar üzerinde anlaşabilirlerse ancak bir sene içerisinde bağlayıcı bir anlaşmanın, detaylarıyla Paris'e kadar hazırlanması mümkün. Yani böylesi bir anlaşma ciddi bir hazırlık devresi gerektiriyor. Bu sebepten bu sene Lima'daki zirve son derece önem taşıyor.

Yalnız burada bilimin ne dediğine de kulak vermek gerekiyor. Bilim kısaca  diyor ki: “Eğer atmosfere 3.2 trilyon tondan fazla karbondioksit salacak olursak 2 derece ısınmanın altında kalabilme ihtimalimiz üçte ikiye düşüyor”. Diğer açıdan bakacak olursak da 3.2 trilyon tondan fazla karbondioksit salacak olursak %33 ihtimalle insanlığın sonu gelmiş olabilir.

Endüstri Devrimi'nin başından bu yana atmosfere 2 trilyon ton karbondioksit salmışız, yani tehlikeli limitlere yaklaşmamamız için elimizde salabileceğimiz sadece 1.2 trilyon ton karbondioksit var.

Şu andaki hızımızla gidecek olursak, 2031 yılında bu 1.2 trilyon tonu da salmış olacağız. Ondan sonra saldığımız her ton bizi felakete biraz daha yaklaştıracak. Bu nedenle her ne yapıyorsak bunu şimdi ile 2031 arasında yapmalıyız. Bu limitin altında kalabilmemiz için salımlarımızı 2050 yılına kadar %70 azaltmamız, 2100 yılına kadar da sıfıra indirmemiz gerekiyor.

O zaman bir gerçeklik kontrolü yapalım: Bugün dünya devletleri %5 azaltım konusunda bir anlaşmaya varamıyorlar ve bir grup diğerini tarihsel sebeplerle, diğer grup da birinciyi elini taşın altına koymamakla suçluyor. En kısa vadede bu iki grubun anlaşıp, değil %5, 2020-2025 aralığında karbondioksit salımlarını en az %20-30 bandında azaltmayı taahhüt etmesi gerekiyor. Şu ana kadar görüldüğü üzere, bunun piyasa koşullarına bırakılarak çözülebileceğini ummak en basit anlamında saflıktır. Bu problemin büyüklüğü ve ivediliği karşısında devletlerin piyasayı bekleyen değil, zorlayan bir role soyunmaları gerekmektedir. Eğer Lima trenini kaçıracak olursak probleme çözüm bulabilme şansımız iyice tehlikeye girer.

Yazının yayınlanmış halini EKOIQ Kasım 2014 sayısında bulabilirsiniz.

1 Ekim 2014 Çarşamba

Enerji Verimliliği

Devletimizin 5. İklim Değişikliği Ulusal Bildirimi'ne göre elektrik enerjisi üretiminin %47'si doğal gaz, %26'sı kömür ve %25'i hidroelektrik temelli olarak yapılmaktadır. Geriye kalan sadece %2 yenilenebilir kaynaklardan sağlanmaktadır. Bildirimden sonra yenilenebilir enerjinin payı az miktarda artsa da ana resimde önemli bir değişiklik olmamıştır. Bu resmin genel olarak anlamı iki noktaya işaret eder. Biz elektrik üretirken ya iklim değişikliğine sebep olan sera gazlarını salıyoruz ya da iklim değişikliğinden hızla etkilenebilecek suyu kullanıyoruz.

Enerjiye bakışımızda doğal paradigmamız daha fazla elektrik ihtiyacımız olduğunda daha fazla elektrik üretmek üzerine kurulu. Oysa eskilerden öğrendiğimiz aslında, tasarruf edilen her kilowattsaat enerjinin en az üretilen her kilowattsaat enerji kadar kıymetli olduğudur. Özellikle petrol-kömür-doğalgaz üçlüsünün dünyada her an azaldığı, yağmurun da bölgemizdeki kaynakları iklim değişikliğinden dolayı fazla beslemediği düşünülecek olursa enerjiyi verimli kullanmanın önemi daha net ortaya çıkar.

Aslında ülke olarak bakıldığında enerji verimliliğimiz OECD ülkelerinden aşağı kalmıyor. 1 milyon dolarlık ekonomik çıktı yaratabilmek için kullandığımız enerji 167 kg petrol karşılığıdır (kpk). Bir milyon dolarlık ekonomik çıktı için Almanya'da kullanılan enerji 164 kpk, İtalya'da 123 kpk, Yunanistan'da ise 138 kpk'dır. Kendimizi, bize göre daha soğuk bir iklime sahip olduğundan Almanya yerine bize daha yakın koşullara sahip İtalya ve Yunanistan'la karşılaştıracak olursak enerji verimliliğimizi yaklaşık %20 arttırmamız gerektiğini görebiliriz.

Temel mantık çerçevesinde enerji verimliliğini %20 arttırmak aynı üretim miktarı için gerekli olan enerji miktarını da %20 azaltmak anlamına gelir. Dolayısıyla daha verimli sistemler kullanarak enerjimizden önemli miktarda tasarruf edebiliriz. 

Verimli sistemler konusunda günlük hayatımızdan basit bir örnek verebiliriz: Ülkemizde yaklaşık 20 milyon buzdolabı var. Bu buzdolaplarının önemli bir kısmı uzun süredir kullanılan ve enerji verimliliği fazla olmayan cihazlar. Bu buzdolaplarının kullanım ömrü genelde on yıldan fazla olduğu için hiçbirimiz evdeki buzdolabını atıp daha enerji verimli ve yeni bir buzdolabı almayı düşünmüyoruz. Bunu düşünmemekte haklı olabiliriz ama şöyle bir hesabı da akılda tutmakta fayda var:

- A+++ sınıfı bir buzdolabı senede 150kWh enerji harcıyor.
- Evdeki en iyi ihtimalle C sınıfı eski buzdolabı senede 750kWh enerji harcıyor.
- 500 litre iç hacme sahip A+++ sınıfı bir buzdolabı yaklaşık 3500 TL.
- Evdeki C sınıfı buzdolabını atıp yerine A+++ sınıfı bir buzdolabı alacak olsanız, bu 3500 TL'yi elektrik faturalarınızdaki kazançla ödemeniz yaklaşık 17 sene sürüyor.

Dolayısıyla bu durumda evdekini atıp yenisini almak cebinize fazla fayda sağlamıyor. İşte bu sebepten dolayı ülkemizin enerji verimliliği de hızla artamıyor. Yukarıdaki hesaba dayanarak da “eskisini bozulmadan atın ve yerine yenisini alın” çok makul bir çözüm olarak görülmüyor.

Ancak, eğer bir sebepten yeni bir buzdolabı alacaksanız, o zaman şu hesabı unutmamakta fayda var:

- A+ sınıfı bir buzdolabı senede 300kWh enerji harcıyor.
- A+++ yerine A+ sınıfı bir buzdolabı alırsanız bir senede ödediğiniz elektrik faturasındaki fark (A+ sınıfı – A+++ sınıfı) = 52 TL
- A+ yerine A+++ sınıfı buzdolabı alırken harcayacağınız fazla para (A+++ sınıfı – A+ sınıfı) = 210 TL

Yani A+ sınıfı bir buzdolabı ile kıyaslandığında A+++ sınıfı 4 senede kendisini amorti ediyor. İşte bu çoğumuzun kabul edebileceği bir hesap.

Ama bu probleme bir başka açıdan da bakmakta ciddi fayda var:

- Yatağan Termik Santralinin elektrik üretim kapasitesi senede 2869 MWh.
- Ülkemizdeki az verimli 20 milyon A+ sınıfı buzdolabı yerine A+++ sınıfı çok verimli buzdolabı kullanacak olsak senede 3000 Mwh enerji tasarruf ediyoruz.
- Soma gibi linyit kömürü madenleri Yatağan gibi termik santralleri beslemek için çalışıyor. Daha fazla söze gerek yok.

Doğa açısından bakacak olursak:

- Yatağan Termik Santrali atmosfere senede 3.3 milyon ton CO2 salıyor.
- Yetişkin bir ağaç havadan senede 10 kg CO2 emer.

Ülkemizde sadece A+++ sınıfı yerine A+ sınıfı buzdolabı kullandığımızda çevreye verdiğimiz zararı gidermemiz için 330 milyon ağaç dikmemiz gerekir.

Yani, yeni bir ürün alırken daha enerji verimli modelleri seçerek, hem uzun vadede kesemize faydalı bir iş yapıyoruz hem de hemen doğayı korumaya başlamış oluyoruz. Bu örneğin uç bir örnek olduğunun ve ülkedeki tüm buzdolaplarını hemen değiştirmenin mümkün olmadığının bilincindeyiz. Ancak yeni satın alacağımız ya da değiştireceğimiz ürünlerde bu uzun süreli kar/zarar ilişkisine dikkat etmemiz hepimizin faydasına olacaktır. Bu konuda daha fazla bilgi sahibi olmak isterseniz enerjiveiklim.org sitemizi ziyaret edebilirsiniz. Ayrıca Türkiye'de Enerji Verimli Cihazların Piyasa Dönüşümü Projesi kapsamında hazırladığımız ve Apple Store ile Google Play Store'da bulabileceğiniz Enerji ve Karbon Hesap Makinesi programımız da size yeni satın alacağınız ürünleri kıyaslamanızda yardımcı olacak; ayrıca evinizdeki eşyaların da ne kadar enerji harcadığı, bu nedenle senelik olarak cebinizden ne kadar para çıktığı ve bu enerjinin ne kadar karbon salımına neden olduğu konusunda bilgiler verecektir.

Yazının yayınlanmış halini EKOIQ Ekim 2014 sayısında bulabilirsiniz.

1 Eylül 2014 Pazartesi

Hava Olaylarının Nedenleri Üzerine

Baştan uyarmak isterim ki biraz bilimsel bir yazı olacak. Böylece basın organlarında çıkan çeşitli bilimsel yorumları anlamlandırmanız daha kolay hale gelebilir.

Öncelikle şuradan başlayalım; Dünya Güneş'in etrafında, 150 milyon km ötede dönen yaklaşık 12000 km çapında bir kaya parçasıdır. Güneş'ten Dünya'nın her metrekaresine ortalama 342 Watt güç gelir. Yani, bunu dünyanın her metrekaresinin üzerine 342 Watt'lık bir ampul konulmuş gibi düşünebilirsiniz. Dünya'nın yaklaşık 400 km kalınlığında, çoğunluğu azot ve oksijenden oluşan bir atmosferi vardır. Bu atmosfer hiç olmasaydı Güneş'ten gelen enerji uzayın soğuğuna karşı dünyayı ancak -17oC sıcaklığa kadar ısıtabilecekti. Ama uzun yıllar boyunca bizim atmosferimiz ve bu atmosferin içindeki sera gazı dediğimiz, ısıyı hapseden gazlar sayesinde Dünya'nın atmosferi ortalama +16oC sıcaklıkta dengelendi. Bu sera gazlarının başında hepimizin bildiği gibi karbondioksit gelir. Karbondioksidin atmosferdeki miktarı tarihte hep 280 ppm (milyonda parçacık, yani 1 milyon hava molekülü alsak, bunun sadece 280 tanesi) civarında kaldı. Ancak milyonda 280 parçacık bile dünyanın sıcaklığını -17oC'den +16oC'ye arttırmasında yeterli oldu.

Sonra insanlar ilginç bir şey keşfetti. Büyük kazanlardaki suyu kömür yakarak ısıtıp, buharlaştırıp, oluşan buharla makineler çalıştırmak mümkündü. Bu keşifle birlikte milyonlarca yıldır yeraltında bulunan kömür çıkartılıp yakılmaya başlandı. Sonra fark edildi ki sadece kömür değil, petrol ve doğal gaz da aynı işe yarıyor. Böylece son 250 senede ana enerji ihtiyacı kömür, petrol ve doğal gazın yakılması ile karşılanan bir endüstri sistemi bize bugün yaşadığımız modern hayatı sağladı. Buraya kadar her şey güzel ama fosil yakıtlar dediğimiz bu üçlünün yanmasıyla atmosfere bol bol karbondioksit de salmış olduk. Bugün atmosferdeki karbondioksit miktarı milyonda 400 parçacığa çıktı.

Burada hepimizin düşünmesi gereken temel soru şu: Eğer milyonda 280 parçacık dünyanın sıcaklığını binlerce yıl boyunca -17oC'den +16oC'ye, yani, 33oC arttırdıysa, milyonda 400 parçacık ortalama sıcaklığa neler yapabilir? Bu sorunun cevabını basitçe 280'de 33 artarsa 400'de kaç artar türü bir denklemle vermemiz mümkün değildir, ancak bir artma olacağı da kesindir.

Bilim insanlarının şu anda üzerinde düşündükleri temel konu da bu. Atmosferdeki artan karbondioksit oranı Dünya'nın ısınmasına yol açacak ama a) bu ısınma ne kadar olacak ve b) bu ısınma her yerde aynı mı olacak? Yalnız unutmayın, burada tartışılan ısınıp ısınmayacağı değil, nerede ve ne kadar ısınacağı.

Şimdi gelelim hava olaylarına: Hava ne kadar sıcak olursa o kadar çok su buharlaşır. Özellikle de toprağın içindeki suyun, yani toprak neminin buharlaşması tarımsal kuraklığın ana nedenlerinden biridir. Yani hava ne kadar ısınırsa kuraklık ihtimali de o denli artar.

Ama bu buharlaşan nem sonsuza kadar atmosferde kalamaz ve bir şekilde yere inmek zorundadır. Bildiğiniz gibi buna yağmur veya kar diyoruz. Unutmamamız gereken temel şey, yerden ne kadar fazla su buharlaşırsa yağacak olan yağmur da o denli şiddetlenir.

Atmosferin ısınması demek atmosferin barındırdığı enerjinin artması demektir. Atmosferin barındırdığı enerji demek atmosferi oluşturan hava moleküllerinin barındırdığı enerji demektir. Bu da en basit şekliyle bu moleküllerin havadaki hızları demektir. Hava ne kadar ısınırsa, havadaki moleküllerin hızı da o denli artar. Havadaki molekülleri hızlı hareket ettirebilmek demek rüzgarın da ortalama hızını arttırabilmek demektir. Hızlı esen rüzgar, şiddetli fırtınalar demektir. Havanın ortalama enerjisinin artması, havada hareket eden her şeyin hızlanması anlamına gelir ki, bu da tüm alışık olmadığımız hava olaylarının en temel nedenidir.

Şimdi gelelim esas konumuza: Tüm bu gördüğümüz olaylar iklim değişikliğinin bir etkisi midir? Evet, tüm bu olaylar iklim değişikliğinin bir etkisidir. İklim değişikliği daha da fazla etki etmeye başladığında bu olayların sıklığı ve şiddeti de benzer şekilde artacaktır.

Peki sizin elinizde tüm bu olayları iklim değişikliğine bağlayabilecek nasıl bir kanıt var? Bunun için en önemli kanıt temel termodinamik bilgisidir. Biz atmosfere fazla sera gazı salarak atmosferin yapısını ve bununla birlikte atmosferin ısı miktarını değiştiriyoruz. Atmosfer bir gazdır, gazların tüm özellikleri içerdikleri toplam enerjinin bir fonksiyonudur. Ne kadar suyun buharlaşacağı, ne kadarının yağmur olarak düşeceği, dolu tanelerinin büyüklüğü, rüzgarın hızı ve ne yönden eseceği ve hatta batarken güneşin ne renk görüneceği bile atmosferin ortalama sıcaklığının, yani toplam enerjisinin bir fonksiyonudur. Bu sebepten aslında bu soruyu tersten sormak daha uygundur. Atmosfer böylesine ciddi bir şekilde ısınırken herhangi bir hava olayının iklim değişikliği ile alakası olmadığını nasıl kanıtlayabilirsiniz?

Dolayısıyla aniden bastıran sağanak yağışlar, yağmurun artık sakince yağmamasından dolayı beslenemeyen yeraltı suları ve dereler, bundan dolayı boşalan barajlar, 70 sene sonra İstanbul'un Marmara kıyılarında görülen hortumlar, fındık rekoltesine zarar veren don olayları, bu yaz kayısı yememizi neredeyse imkansız kılan dolu fırtınaları ve diğer yandan son iki senede ülkemizin geniş bir bölümünü etkileyen kuraklık, iklim değişikliğinin en önemli göstergeleridir. Senelerdir “iklim değişikliğinden dolayı bizi neler bekliyor?” dendiğinde son aylarda yaşadığımız hava olaylarını anlatıyorduk, şimdilerde ise “gelecekte yaşayacağız” dediğimiz tüm aşırı hava olayları bugünün normali oldu. Sizlerin, iklim değişikliğini durduramayacak olursak bizi nelerin beklediğini artık tüm açıklığıyla kavradığınızı umarım. İklim değişikliği daha kontrolden çıkmadı, hep birlikte bu soruna da çözüm bulabiliriz, yeter ki birlikte çalışalım.

Yazının yayınlanmış halini EKOIQ Eylül 2014 sayısında bulabilirsiniz.

19 Ağustos 2014 Salı

Hava tahmini neden zordur?

Bir şeyin varlığı ya da geleceği konusunda herhangi bir tahmin yaptığınız zaman aslında dört sonuç oluşabilir. Ya siz olacak dersiniz ve olur (doğru pozitif), ya siz olmaz dersiniz ve olmaz (doğru negatif), ya siz olacak dersiniz ve olmaz (yanlış negatif), ya da siz olmayacak dersiniz ve olur (yanlış pozitif). Durum ne olursa olsun, doğru pozitif ve doğru negatifler, yani sizin olayları doğru bildiğiniz haller sizin ana başarınızı belirler. Siz olacak ve olmayacak şeyleri doğru tahmin edemiyorsanız gerisini düşünmeye bile gerek yoktur.
Burada “doğru bilmenin” derecesi önem kazanır. Mesela “yarın yağışlı olacak” dediğinizde %80 ihtimalle doğru tahminde bulunuyorsanız veya “yarın yağışlı olmayacak” dediğinizde %80 ihtimalle hava yağışlı değilse başarılı bir tahmin yaptığınız söylenebilir mi? Bu aslında zor bir soru ve yukarıda verdiğim iki örnek her ne kadar simetrik görünse de simetrik örnekler değiller.

Açıklayayım: “Yarın hava yağışlı olacak” dendiğinde ne yaparsınız? Eğer açık havada yapılacak işleriniz varsa ertelemeyi düşünürsünüz ve yanınızda şemsiyeyle dolaşırsınız. Ya yağmurlu dendiği halde yağmur yağmazsa ne olur? Planlarınızı ertelediğiniz veya tüm gün elinizde şemsiye taşıdığınız için bozulursunuz, belki bir iki gün söylenirsiniz, ama sonra bu olay unutulur gider.

“Yarın hava yağışlı olmayacak” dendiğinde ne yaparsınız? Piknik planlarınıza devam edersiniz ve yanınıza şemsiye almayı düşünmezsiniz. Ama ya yağacak olursa ne olur? Piknik sırasında sırılsıklam olup herkesi davet ettiğinize mi yanarsınız hava durumuna güvenip arkadaşlarınıza mahcup olduğunuza mı? Ne olursa olsun bu hatayı iki günde unutmanız kolay değildir.
Bu problemde yanlış pozitif tahmin (yağmur yağması) yanlış negatif tahminden (yağmur yağmaması) çok daha kötü sonuç doğurabilir. O zaman tahmini yapacak olan kişi sizce ne yapmalı? Ben olsam, her gün yağmurlu dememem için fazla bir nedenim olmayabilir. Ama o zaman da başka bir sonuçla karşılaşıyoruz, o da çocukluktan beri okuduğumuz yalancı çoban sendromu. Hani şu köyü kandırmak için “kurtlar sürüyü yedi” türü bir yalan söyleyip, sonra başka bir gün o olay gerçekleştiğinde kimseyi inandıramayan çoban olayı. Yani hava tahmini yapacak kişi uzun vadede yağış beklentisini abartırsa bir müddet sonra onu dinleyen insanlar bu tahmine inanmamaya başlar. Dolayısıyla yağış tahminlerini abartılı aktarmak çözüm olmadığı gibi doğru da değildir.
Hava tahmini konusunda iki tarafa da önemli bir görev düşüyor. Tahmini yapan kişiler bunu en iyi şekilde yapmak zorundalar. Bizler de bu tahminlerin sadece birer tahmin olduğunu ve hata payı olduğunu bilmek zorundayız.
Esas problemimiz de burada başlıyor. En azından benim görüşüme göre hatalı tahmin yapan kişi ve kurumlar hatalı tahmin yaptıklarını belirterek bu hatalı tahminlere yol açan sebepleri bütün noktalarıyla tespit etmeli daha sonra aynı hatayı tekrarlamayacakları yönünde bir açıklama yapmalıdır. Bu bir suçun kabulü falan değil, sadece tahminde neden yanılmış olunduğunun bir açıklaması olur. Böylece bir dahaki sefere hem o kişi ve kurumlara hem de tahminlerine olan güvenim artar. Ne yazık ki ülkemizde bu sık yapılmadığı için türlü tahminlere olan güvenimiz de tam olamıyor.
Bu yazıyı yazmamın esas sebebine gelirsek: Osmanlı zamanında sonra 1940'larda İstanbul'da bir hortum görülmüş ve Haziran ayının sonuna kadar da İstanbul'un Marmara kıyılarında başka bir hortum kaydedilmemiş (benim bildiğim ve meteorologların söylediği kadarıyla). Ancak İstanbul çevresinde son iki ayda iki hortum olayıyla karşılaştık ve tüm gözler bir kez daha meteorologlara çevrildi. “Efendim, koca meteorologlar nasıl olur da bu hortum olaylarını önceden tahmin edemezler?” Öncelikle bu hortum olayları bizim coğrafyamıza ABD'nin orta ve güney eyaletlerinde olduğu gibi sık görülen olaylar değildir. Bu sebeple de ne bunları önceden tahmin edecek- ki bu tahmin günler öncesinde değil ancak dakikalar öncesinde yapılabilir- teknik donanım, ne de deneyim ülkemizde mevcuttur. Eleştirilerimizi bunu bilerek yapmak zorundayız.
Ancak ülkemizde buna alternatif olarak ne yapılıyor? Son bir aydır her şiddetli fırtına uyarısında, aynı zamanda bir hortum beklentisi de ortaya konuyor. Peki kaç hortum uyarısı yapıldı ve kaçı doğru çıktı? Benim saydığım kadarıyla iki hortum oldu, ikisinde de bir uyarı yapılmadı, yani iki yanlış pozitif tahmin. Sonra iki hortum uyarısı yapıldı ve ikisinde de hortum olmadı, yani iki yanlış negatif tahmin. Her şiddetli fırtına sırasında bir hortum uyarısı yapabilirsiniz ve eminim sonunda tahmininiz tutar ama bu sizi yalancı çoban sendromundan kurtarmaz. Bu sebeple tahmin yapamayacağımızı bile bile hortum uyarısı yapmanın bir gereği bulunmamaktadır.
Daha da acısı, hadi diyelim uyarı yaptınız ve gerçekten hortum oldu, millet ne yapacak? Kimseye hortum sırasında neler yapılması gerektiği konusunda bir eğitim verdik mi şimdiye kadar? Hani şiddetli bir kar yağışı sırasında evden çıkmamamız ve mutlaka arabada kar lastiği takılı olması gerektiğini biliyoruz ama hortum olduğunda ne yapacağız?

1 Ağustos 2014 Cuma

Su Yönetimi

Dünyadaki ülkeleri toplam yenilenebilir su kaynakları açısından sıralayacak olursak ülkemiz yıllık 213.6 km3 su ile 40. sırada bulunuyor. Listede 173 ülke olduğunu düşünecek olursak bizim altımızdaki 132 ülke aslında durumumuzun fena olmadığını gösterebilir. Ancak listeyi biraz daha dikkatli incelediğimizde 4. sırada, bazı eyaletlerinde artık susuzluktan yazın hortumla araba yıkamanın yasaklandığı ülke ABD'yi görüyoruz. Bunun da bize verdiği en önemli ders, su zengini ya da yoksulu, tüm devletlerin suyu doğru yönetmeleri gerektiğidir.

Suyu doğru yönetmek deyince ne anladığımız ise çok daha karışık bir konu ve herkes bunu kendi bakış açısına göre değerlendiriyor. Ben de bu sebeple kendi perspektifimden su yönetimini anlatmaya çalışacağım. 

En kaba tabiriyle su yönetimi ülkemizin 213.6 km3 toplam yenilenebilir su kaynağı ile sürdürülebilir bir biçimde yaşamını sürdürmesinin planlanması demek. Bu planlamayı yapabilmek de aslında iki önemli bilgiye dayanıyor: Nerede ve ne kadar suyumuz olduğunu ve kimin, nerede ve ne zaman suya ihtiyacı olduğunu bilmek. Buna ek olarak, uzun vadeli planlar yapabilmek için nüfusumuzun ve ekonominin nasıl büyüyeceğini kestirmenin yanı sıra iklim değişikliğinin su kaynaklarını nasıl etkileyeceğini de hesaba katabilmeliyiz.

Ülkemiz dünyanın iklim değişikliğinden en fazla etkilenecek bölgelerinden birinde bulunmaktadır. Bugün için ülkemizin yenilenebilir su kaynağının önemli bir bölümünü Doğu Anadolu'daki, özellikle kar yağışlarıyla beslenen akarsular oluşturmaktadır. Bu akarsuları besleyen yağışlar iklim değişikliği ile az da olsa azalacaktır. Ancak daha önemlisi, bu yağışlar artık kar değil yağmur şeklinde düşecektir. Bundan dolayı da eriyen kar suları ile beslenen Fırat ve Dicle'ye güvenerek hazırlanan GAP sisteminin yakın bir gelecekten itibaren planlandığı şekilde çalışmayacağı göz önüne alınmalıdır. Ayrıca artan sıcaklıklar tüm doğal ve suni göl yüzeylerindeki buharlaşmayı da arttıracağı için bugün için hesaplanan yenilenebilir su kaynağının yakın bir gelecekte buharlaşmadan dolayı azalacağı öngörülmektedir.

Nüfusumuzun ne şekilde büyüyeceği üzerine gerçekçi tahminler olsa da bu tahminler demografik yapımızın, yani kimin nerede yaşayacağını belirlemekten uzaktır. Buna fazla planlı sayılmayan büyümemiz de eklendiğinde hangi sektörlere gereksinim duyulacağını ve nerelerde su ihtiyacı olacağını kestirmek son derece güçtür. İktidara gelecek hükümetlerin gerek ekonomik büyüme, gerekse de nüfus hareketleri üzerinde önemli bir etkisi olduğundan ve bu etki bir devlet değil hükümet politikası oluşturduğundan ilk genel seçimlerin ertesini görmek zor, 20 sene sonrayı planlamak ise neredeyse imkansız.

Ancak son yıllarda artan su ve enerji ihtiyacının bizlere öğrettiği; suyun ve enerjinin ihtiyaç duyuldukları yerlerde bulunamadığıdır. Doğal su kaynakları her geçen gün azalırken İstanbul'un nüfusu her geçen gün artmaktadır. İstanbul'un su havzalarının artan nüfusun ihtiyaçlarını sürdürülebilir bir şekilde karşılaması imkansızdır. Bu durum için üretilen çözümlerin başında “çok uzaklardan su taşınması” gelmektedir. Su yönetiminin günümüzde ve gelecekteki en önemli açmazlarından biri bu noktada oluşmaktadır. İstanbul'a Melen'den ve Istrancalar'dan su getirilmektedir, ancak bu su o yörelerde de bir ihtiyaç maddesidir. Dolayısıyla bu suyu kullanmak kimin hakkıdır? Yöre halkının mı, yüzlerce kilometre uzaktaki İstanbul'un mu? Melen'deki su da bu yaz olduğu gibi yeterli olmayacak olursa bir sonraki adımda İstanbul'a su taşımak için daha uzaktaki hangi kaynağa el atılmak zorunda kalınacaktır? O kadar uzak mekanlardan suyu İstanbul'a pompalamak için gereken enerji yükü her geçen gün artacağından suyun taşınacağı uzaklığın bir son limiti olacak mıdır? Ya da bunların tamamından vazgeçerek suyu insanlara taşımak yerine insanları suyun daha bol olduğu bölgeye taşımak daha uygun bir çözüm müdür? Yani, şehirleşmenin getirdiği sorunlarla gittikçe boğuşmayı daha fazla gerektiren bir İstanbul'da yaşamak yerine istenen imkanların sunulduğu, suyu daha bol bir bölgede yaşamak düşünülebilir mi? Büyük şehirlerin su ihtiyacı arttıkça üzerinde düşünerek cevap bulmamız gereken böylesi problemlerin sayısı da artmaktadır.

Fakat bunun ötesindeki önemli sorunumuz ülkemizdeki tatlı su kaynaklarının %70'inin tarımsal sulama için kullanılıyor olmasıdır. Tarım konusunda bir düzenleme ve su kaynakları açısından bir planlama olmadığından bu suyun önemli bir kısmı bilinçsizce boşa harcanmaktadır.

Burada amaç ne devleti ne de çiftçileri suçlamaktır. Çiftçiler binlerce yıldır alışılagelmiş biçimde tarım yapmaya devam etmektedirler. Ancak artık gerek iklim değişikliği, gerekse de sulama ihtiyacının artmış olmasından dolayı aynı şekilde tarım yapmak mümkün değildir. Bugün ülkemizin çoğu bölgesinde kullanılan sulama yöntemi bundan 6000 sene önce Sümer'de kullanılan yöntemden çok da farklı değildir. Su, künklerle tarlaya taşınır ve serbestçe tarlaya yayılır. Bu tür sulama hem tarlanın ihtiyacından fazla su almasına hem de bu suyun buharlaşma nedeniyle önemli oranda kaybına yol açmaktadır. Su yönetimi açısından önemli bir adım öncelikle tarlalara verilen suyun doğru biçimde ölçülmesi; sonrasında da bu suyun en verimli şekilde kullanılmasına olanak sağlayacak damla sulama gibi yöntemlerin önce teşvik edilmesi, ardından da zorunlu kılınmasıdır. Çünkü her ne kadar hoşumuza gitmese de artık Sümer’deki gibi suyun bol olduğu günler geçti.

Su yönetimi açısından bir diğer husus da bunun tarımla ilgili olan bölümdür. Ülkemizde suyun nerede ve ne kadar bulunduğuna fazla bakılmadan ürün deseni seçilmektedir. Suyu her an biraz daha azalan ve 90,000 adet ruhsatsız kuyu bulunduran Konya Ovası'nda hala ciddi bir su yükü getiren şeker pancarı üretimi yapılmaktadır. Konya Havzası'ndaki yer altı suyunun seviyesi her sene 3 metre azalmaktadır. Bildiğiniz gibi, yer altı suları barajlar gibi bir senelik yağmurlarla eski halini alamaz. Yani yeraltı sularını kaybettiğimizde o sular kısa bir zamanda yenilenemezler. Konya Havzası'nda kullanılabilir yer altı suyunun sonuna gelmeden alınabilecek önlemlerle olası tarımın daha sürdürülebilir olması başarılabilirdi, ancak şu anda gerek su gerekse de tarım planlamasında yapılan hatalar binlerce yıldır tarım yapılan bu bölgeyi tarımın bitmek üzere olduğu bir alan haline getirmiştir.

Bu problemin varlığında çiftçileri suçlamasam da kimi tarım faaliyetlerini de sorgulamamız gerekiyor. Çiftçiler de binlerce yıldır uygulanan bilinçsiz tarım yöntemlerinde ısrar ederek ne zaman su kullanımı ölçülmek ve denetlenmek istese karşı durarak çözümdense problemin parçası oluyorlar. Ülkemizdeki bu su problemi sadece devletin yanlış politikalarının bir sonucu değildir. Bu problemi birlikte yarattık, çözümü de birlikte bulacak olan bizleriz. Ülkemiz hala dünyadaki 132 ülkeden daha fazla yenilenebilir su kaynağına sahip. Yakın gelecekte iklim değişikliği ile bunun bir kısmını kaybedecek olsak da düzgün bir su yönetimi ile sürdürülebilir bir su düzenine kavuşmamız mümkün.

Yazının yayınlanmış halini EKOIQ Ağustos 2014 sayısında bulabilirsiniz.

1 Temmuz 2014 Salı

Bu Sene Kayısıyı Görmüyoruz

Başlarken bir konuya açıklık getirelim: Atmosferdeki karbondioksit miktarını arttırdığımız zaman bu atmosferdeki tüm olaylara etki eder. Bu sebepten iklimle ilgili ne oluyorsa bu olaylara bakıp “acaba bu iklim değişikliğinin etkisi midir?” demenin bir mantığı yoktur. Bugün iklimle ilgili olan her olay bizim atmosfere karbondioksit salmamızla oluşan iklim değişikliğinin bir sonucudur. Bir düşünün bakalım daha önce İstanbul'da hortum görmüş müydünüz?? Cevabınız doğal olarak hayır. “Şimdi neden görüyoruz?” diye sormayı düşündüğünüz her an unutmayın, cevap hep aynı “küresel iklim değişikliği”.

Benzer şekilde bu yaz manavların raflarında kayısı görmediğinizde ya da kayısı fiyatları dudaklarınızı uçuklattığında gene şaşırmayın, sorumlusu belli “küresel iklim değişikliği”. “Ama kayısı üretiminin azalmasının sebebi sıcak ya da kuraklık değil, kayısılar dondan dolayı dallarında zarar görmüş, bunun sıcaklıkla alakası yok” demeyin. Çünkü iklim değişikliği sadece yağışların azalması ve sıcaklıkların artması değildir. Adı üzerinde iklim değişikliği, iklimin değişmesi anlamına geliyor, yani daha önce hiç görmediğimiz şeyler yeni normalimiz haline geliyor. Bizim de bu alışmamız gerekiyor.

En basit şekilde anlatmamız gerekirse, iklim değişikliği, olan hava olaylarının şiddetinin artması anlamına geliyor. Mesela yazın yağmur yağan iki gün arasındaki süre dört günse bu sekiz güne çıkıyor, biz de buna kuraklık diyoruz. Ama sekiz gün sonunda gelen yağış da iki kat daha şiddetli oluyor. Yani toplam aldığımız yağış miktarında önemli bir değişiklik olmuyor, ancak bir yandan kuraklığın, öte yandan da yağışın şiddeti artıyor. Yağış eğer  eskisi gibi yağacak olsa toprak doyacak, toprağın içine sızan su yeraltı su kaynaklarını besleyecek ve derelerden akan su da barajları dolduracak. Ama şimdi bardaktan boşanırcasına yağan yağmur ne toprağı doyuruyor ne de yeraltı sularını besliyor. Sadece hızlıca akıp giderek beraberinde toprağı sürükleyerek erozyona ve sele sebep oluyor. Dolayısıyla da artık “kaç gündür yağmur yağıyor, barajlar dolmuştur artık” demeyi bırakın, yağan bu yağmur kanalizasyonlardan denize akıyor, barajlara çok azı ulaştığında bize önemli bir katkısı olmuyor.

Öte yandan ülkemiz bu son yıl içinde normalden çok daha az yağış aldı. Bu da özellikle buğday rekoltesinde önemli düşüş beklentisine yol açtı. Tarım Bakanlığı verilerine göre bazı illerde bu rekolte düşüşünün %50'nin üzerinde olabileceği öngörülüyor. Azalan yağışların iklim değişikliğiyle alakalı olmadığını ve Anadolu'da zaten yedi yılda bir kuraklık olduğunu düşünenleriniz olabilir. İklim değişikliği bir yanda yedi yılda bir olan kuraklıkları önce dört yılda bir, sonra iki yılda bir olur hale getirecek, diğer yanda da yağış miktarını azaltarak kuraklığın şiddetini arttıracak. Artık yeni bir dünyada yaşıyoruz ve özellikle tarım üretimimizi bu yeni dünyanın şartlarına uyum sağlar hale getirmek zorundayız.

Atmosfere saldığımız sera gazları atmosferin ısınmasına neden olurlar. Atmosfer ne derece sıcaksa o derece fazla enerjiye sahiptir. Büyük fırtınaları besleyen yakıt atmosferin enerjisidir. Dolayısıyla atmosferdeki enerji ne derece fazlaysa oluşan fırtınalar da o derece kuvvetli olur. Ayrıca atmosfer ısındıkça içinde su buharı barındırma kapasitesi de artar. Yani, daha sıcak bir atmosferde hem fırtınalar sırasında esen rüzgarın hızı daha yüksek olur hem de yağış inmeye başladığında şiddeti daha artar. Bu son günlerde daha sıklıkla görmeye başladığımız şiddetli yağışların ve fırtınaların temel sebebidir. 

Yakın zamanda sıkça görmeye başladığımız bir diğer hava olayı olan dolu bu yıl özellikle Karadeniz Bölgesi'nde fındık üretimine ciddi zarar verdi. Dolu da atmosferdeki enerjinin bir şekilde dışarı vurumu olarak görülebilir. Basitçe, dolu oluşan küçük bir buz kristalinin bulutun içerisinde defalarca aşağı-yukarı taşınması ile büyür. Bulutun içerisindeki enerji ne derece fazlaysa bu buz taneciğinin hareket etme olasılığı da o denli artar, böylece normalde buluttan yere inene kadar eriyip yaz yağmuruna dönüşecek olan bu buz tanecikleri yere kadar erimeyecek büyüklüğe erişerek doluyu oluştururlar. Son senelerde daha sık görmekte olduğumuz dolu olaylarının arkasındaki önemli sebeplerden ikisi havanın daha fazla su buharı barındırması ve atmosferin sıcaklığından dolayı daha yüksek enerjiye sahip olmasıdır. Sonunda yere inen dolu tanecikleri bize fazla zarar vermeseler de ağaçların dallarındaki çiçeklerde önemli hasara yol açarak tarım üretimini sekteye uğratmaktadır.

Don olayı aslında beklenen bir doğa olayıdır. Bahar aylarında bazı geceler sıcaklık donma noktasının altına düşebilir. Burada sorun olan, don olayından önceki günlerde havanın fazla ısınmasından dolayı bitkilerin çiçek açmasıdır. Yani don olayından önceki günlerde hava fazla ısınmayacak olsa bitkiler aldanıp çiçek açmazlar ve bu yıl kayısıda gördüğümüz rekolte düşüşü gibi önemli bir problem oluşmayabilir. Ancak iklim değişikliğinden dolayı kış mevsimi sonunda görülen ani sıcaklık artışları ve bunun ardından gelen don olayı bu problemi tarımsal alanda hesaba katılması gerekir hale getirmiştir. Bu durumla savaşabilmek için ya tüm tarımsal ürünleri bu şekilde bir don olayından korumak ya da üretimi yapılması gereken ürünü başka bir coğrafi alana taşımaktır. İkisi de uygulaması zor olan çözüm önerileridir. Ancak içinde yaşamaya başladığımız yeni dünyada tarımsal üretimimizi korumak istiyorsak artık ciddi adımlar atmaya başlamamız gerekmektedir. Bu adımların başında merkezi bir tarımsal planlama olmasa da en azından yapılacak merkezi bir çalışmanın ardından çiftçilerin gelecek senelerin üretimi beklentileri konusunda bilgilendirilmeleri gerekmektedir. Yeni dünyada hayatta kalma bu bilgilendirme ve yönlendirme sistemlerinin sağlıklı çalışmasına sıkı sıkıya bağlı olacaktır.

Yazının yayınlanmış halini EKOIQ Temmuz 2014 sayısında bulabilirsiniz.

3 Haziran 2014 Salı

Enerji verimliliği

Bu yaz ülkemizin gündemindeki önemli konulardan ikisi, beklenen kuraklık ve bunun yanı sıra barajlardaki suyun azalması olacak. Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanı Sayın Taner Yıldız, bu azalmayla birlikte enerji üretimi için yazın daha fazla doğal gaz kullanmamız gerekeceğini açıkladı. Ancak gerçekten bu kadar çok enerjiye ihtiyacımız var mı? İstersek bu enerjiden tasarruf edebilir miyiz?
Aslında ülke olarak bakıldığında enerji verimliliğimiz OECD ülkelerinden aşağı kalmıyor. 1 milyon dolarlık ekonomik çıktı yaratabilmek için kullandığımız enerji 167 kg petrol karşılığı (kpk). Aynı ekonomik çıktı için Almanya'da kullanılan enerji 164 kpk, İtalya'da 123 kpk, Yunanistan'da ise 138 kpk. Kendimizi bize göre daha soğuk bir iklime sahip olduğundan Almanya yerine bize daha yakın koşullara sahip İtalya ve Yunanistan'la karşılaştıracak olursak enerji verimliliğimizi yaklaşık %20 arttırmamız gerektiğini görebiliriz.
Temel mantık çerçevesinde enerji verimliliğini %20 arttırmak aynı üretim miktarı için gerekli olan enerji miktarını da %20 azaltmak anlamına gelir. Dolayısıyla daha verimli sistemler kullanarak enerjimizden önemli miktarda tasarruf edebiliriz.
Verimli sistemler konusunda günlük hayatımızdan basit bir örnek verebiliriz: Ülkemizde yaklaşık 20 milyon buzdolabı var. Bu buzdolaplarının önemli bir kısımı uzun süredir kullanılan ve enerji verimliliği fazla olmayan cihazlar. Bu buzdolaplarının kullanım ömrü genelde on yıldan fazla olduğu için hiçbirimiz evdeki buzdolabını atıp daha enerji verimli ve yeni bir buzdolabı almayı düşünmüyoruz. Bunu düşünmemekte haklı olabiliriz ama şöyle bir hesabı da akılda tutmakta fayda var:
- A+++ sınıfı bir buzdolabı senede 150kWh enerji harcıyor.
- Evdeki en iyi ihtimalle C sınıfı eski buzdolabı senede 750kWh enerji harcıyor.
- 500 litre iç hacime sahip A+++ sınıfı bir buzdolabı yaklaşık 3500 TL.
- Evdeki C sınıfı buzdolabını atıp yerine A+++ sınıfı bir buzdolabı alacak olsanız, bu 3500 TL'yi elektrik faturalarınızdaki kazançla ödemeniz yaklaşık 17 sene sürüyor.
Dolayısıyla bu durumda evdekini atıp yenisini almak cebinize fazla fayda sağlamıyor. İşte bu sebepten dolayı ülkemizin enerji verimliliği de hızla artamıyor. Yukarıdaki hesaba dayanarak da “eskisini bozulmadan atın ve yerine yenisini alın” çok makul bir çözüm olarak görülmüyor.
Ancak, eğer bir sebepten yeni bir buzdolabı alacaksanız, o zaman şu hesabı unutmamakta fayda var:
- A+ sınıfı bir buzdolabı senede 300kWh enerji harcıyor.
- A+++ yerine A+ sınıfı bir buzdolabı alırsanız bir senede ödediğiniz elektrik faturasındaki fark (A+ sınıfı – A+++ sınıfı) = 52 TL
- A+ yerine A+++ sınıfı buzdolabı alırken harcayacağınız fazla para (A+++ sınıfı – A+ sınıfı) = 210 TL
Yani A+ sınıfı bir buzdolabı ile kıyaslandığında A+++ sınıfı 4 senede kendisini amorti ediyor. İşte bu çoğumuzun kabul edebileceği bir hesap.
Ama bu probleme bir başka açıdan da bakmakta ciddi fayda var:
- Yatağan Termik Santralinin elektrik üretim kapasitesi senede 2869 MWh.
- Ülkemizdeki az verimli 20 milyon A+ sınıfı buzdolabı yerine A+++ sınıfı çok verimli buzdolabı kullanacak olsak senede 3000 Mwh enerji tasarruf ediyoruz.
- Soma gibi linyit kömürü madenleri Yatağan gibi termik santralleri beslemek için çalışıyor. Daha fazla söze gerek yok.
Doğa açısından bakacak olursak:
- Yatağan Termik Santrali atmosfere senede 3.3 milyon ton CO2 salıyor.
- Yetişkin bir ağaç havadan senede 10 kg CO2 emer.
Ülkemizde sadece A+++ sınıfı yerine A+ sınıfı buzdolabı kullandığımızda çevreye verdiğimiz zararı gidermemiz için 330 milyon ağaç dikmemiz gerekir.
Yani, yeni bir ürün alırken daha enerji verimli modelleri seçmek, hem uzun vadede kesemize faydalı, hem de hemen doğayı korumaya başlamış oluyoruz. Bu konuda daha fazla bilgi sahibi olmak isterseniz enerjiveiklim.org sitesini ziyaret edebilirsiniz.

1 Haziran 2014 Pazar

El Nino ve Kuraklık

Kuraklık, yağış tutarı normal düzeyinin oldukça altında olduğunda ortaya çıkan, arazi kaynakları ve üretim sistemlerini olumsuz biçimde etkileyerek ciddi hidrolojik dengesizliklere yol açan doğal bir olay olarak tanımlanır. Kuraklığı ölçebilmek için dört ana yaklaşım kullanılabilir: Meteorolojik, tarımsal, hidrolojik ve sosyoekonomik kuraklık. Sosyoekonomik kuraklık diğer üç yaklaşımdan farklı olarak ölçülebilir fiziksel bir olguyu değil kuraklığın sosyoekonomik sistemlere etkisini inceler.

Meteorolojik kuraklığı oluşturan ana olgular bir yandan yağış miktarının azalması, diğer yandan artan sıcaklık ve azalan nemden dolayı zaten azalmış olan suyun da kaybıdır. Ancak havadaki nem ve toprağın aldığı yağış azalsa bile toprağın içindeki su miktarı hemen azalmaz. Bu sebepten dolayı tarımsal kuraklık genelde uzun süren meteorolojik kuraklığın ardından ortaya çıkar ve tarımdan elde edilen ürün miktarında ciddi azalmalara yol açabilir. Suyu ne zaman kullandığımızı biz belirlediğimiz için su girdisinin azaldığı zamanla bizim suya ihtiyacımız olup da eksikliğini fark ettiğimiz zaman değişik olabilir. İhtiyacımız olduğu zaman suya ulaşamıyor olmamız da hidrolojik kuraklığı oluşturur. Kuraklığın bir yandan tarıma ve canlılara, diğer yandan da su kaynaklarına ve dolayısıyla da bu kaynaklardan faydalanması gereken endüstrilere etkisi de sosyoekonomik kuraklığı oluşturur. Bu bağlamda kuraklığın ekonomik, sosyal ve çevresel etkilerini bir bütünlük içerisinde ele alarak incelemek gereklidir.

Güneşten gelen enerji dünyanın her bölgesine eşit olarak dağılmaz. Bu enerji ekvator kuşağını çok daha fazla, kutupları ise çok daha az ısıtır. Buna bağlı olarak da ekvatorda ısınan hava yükselir ve burada bir alçak basınç bölgesi oluşur. Tam tersine soğuyan hava kutuplarda aşağıya doğru çöktüğü için buralar birer yüksek basınç bölgesidir. Ancak, ekvatorda yükselen hava kutuplara doğru hareket etse de dünyanın hızlı dönmesinden dolayı kutuplara ulaşamadan Kuzey ve Güney Yarım Kürede 30o enlemi civarında aşağıya doğru çöker ve bu enlemler bir yüksek basınç bandı oluşturur. Eğitim sistemimiz içerisinde bu yüksek basınç bandına ve sebeplerine fazla değinilmemiş olsa da bunun sonucu olan kurak bölgelerin ve çöllerin varlığı çok daha kolaylıkla bilinebilir. Atmosferdeki bu hareketten dolayı Arabistan yarımadasının orta enlemleri, Afrika'nın Sahra bölgesi, Namibya ve Güney Afrika'nın kuzeyi, ABD'de Arizona ve New Meksiko eyaletleri ve Avustralya'nın orta bölgeleri dünyada en çok bilinen çöller arasında yer almaktadır.

Ülkemiz ve ülkemizin de içinde yer aldığı Akdeniz Bölgesi açısından iklim değişikliğinin belki de en önemli sonucu 30o enlemi civarındaki bu yüksek basınç bandının dünyanın ortalama sıcaklığının artmasıyla daha kuzeye doğru kaymasıdır (Kuzey Yarım Kürede). Bunun ülkemiz açısından anlamı açıktır. Orta, güney ve güneydoğu bölgelerimiz şu an için bile yarı kurak iklim kuşağı içerisinde ve çölleşme riski ile karşı karşıya bulunmaktadır. Yakın gelecekte etkisini daha da arttıracak olan iklim değişikliği ülkemizin güney yarısının iklimini güney komşularımız Suriye ve Irak benzeri bir iklime çevirecek, orta ve kuzey bölgelerimiz de şu an güney bölgelerimizde şu an egemen olan iklim yapısı ile karşı karşıya kalacaklardır. Bunun ülkemiz için anlamı tüm bölgelerimizde kuraklık ve çölleşme riskinin artacak olmasıdır.

Türkiye’de 2007-2008 kuraklığından sonraki dönemde görülen ortalamadan daha yağışlı koşullar ülkemizde kuraklığa hazırlık açısından bir zaafa düşülmesine yol açmıştır. Yukarıda açıklanan sebeplerden dolayı artık ülkemizde yağışlı seneler değil, kurak seneler normal olarak alınmaya başlanmalıdır. 2012 yılında karasal İç Anadolu ve Doğu Anadolu’nun bazı bölümlerinde yeniden etkili olmaya başlayan meteorolojik kuraklıklar, Akdeniz iklimin doğasından beklenen yaz kuraklığıyla da birleşerek 2013 yılında Türkiye’nin büyük bölümünde ortadan olağanüstü kurağa kadar değişen şiddette kuraklık görülmesine yol açmıştır. 2014 yılının ilk yarısında da kuraklık koşulları hafifçe iyileşmiş olsa da özellikle İç Anadolu’nun batısı, Orta Karadeniz, Doğu Anadolu’nun kuzeydoğusu ve Güneydoğu Anadolu’nun batı bölgeleri hala olağanüstü kuraklık ile karşı karşıyadır. 

Ülkemizde yaşanmakta olan kuraklık koşullarına bu yılın yaz aylarında küresel iklimin önemli bir döngüsünün de eklenmesi beklenmektedir. Güney Amerika'nın batı kıyısındaki okyanus sularının periyodik olarak ısınmasına El Nino denmektedir. Tam tersi olarak suların soğuması da La Nina diye adlandırılır.

Yirminci yüzyılın başından beri El Nino'nun sadece Peru kıyılarını etkilemediği dünyanın neredeyse her bölgesindeki iklim olaylarını ciddi biçimde etkilediği ortaya konmuştur. Mesela El Nino görülen yıllarda  ABD'nin orta bölgeleri, yani tarım üretiminin kalbi, normalden daha sıcaktır ve daha az yağış alır. Pasifik'te çok daha fazla tropik siklon görülür. Afrika'nın doğusundaki yağış miktarı artarken batısı daha az yağış alır ve kuraklık Doğu Afrika'dan Batı Afrika'ya taşınır. Güney Asya ve Avustralya'nın aldığı yağış miktarı ise ciddi anlamda azalır. Avrupa'da Alplerin kuzeyi daha yağışlı ve bulutlu olmasına karşın Akdeniz Havzası'nda özellikle kışlar ılıman ve az yağışlı geçer. Genel olarak bakıldığında ise dünyanın ortalama sıcaklığının El Nino'nun hakim olduğu senelerde arttığı, La Nina görülen senelerde ise azaldığı görülür.

En son El Nino evresi 2009/2010 yıllarında görülmüştü. O zamandan beri Pasifik Okyanusu'nda ya nötr durum ya da La Nina yaşanıyor. Bize epey uzak bir doğa olayı olduğundan El Nino'nun ne zaman başlayabileceği konusunda Meteoroloji Genel Müdürlüğü bir açıklama yapmasa da bu olaydan çok daha fazla etkilenmesi beklenen ülkeler birbiri ardına tahminlerini ortaya koymaya başladılar. Bu tahminler 2014 yazının ortasından itibaren dünyada El Nino koşulların görülmeye başlayacağına işaret ediyor.

Ülkemizde ise özellikle sonbahar ve kış yağışlarındaki azalma yaz için gıda ürünleri fiyatlarında ciddi artışa sebep olacaktır. Özellikle Mayıs-Temmuz aralığında ülkemizin özellikle batısında zaten normalin birkaç derece üzerinde seyreden sıcaklıkların bir 2-3 derece daha artması beklenebilir. Pasifik'te başlayacak El Nino evresinin etkilerinin ülkemize ulaşması biraz zaman alabilir. Ancak bu sene zaten ortalamanın altında seyreden yağışlar ve ortalamanın üzerindeki sıcaklıklar El Nino etkisiyle daha da uç değerlere ulaşacağından 2015 yılı özellikle tarım ve su kaynakları açısından ciddi problemler yaratabilir. Bu etkilerin bilincinde olarak şimdiden hazırlıklarımızı arttırmaya başlamak zorundayız.

Yazının yayınlanmış halini EKOIQ Haziran 2014 sayısında bulabilirsiniz.

14 Mayıs 2014 Çarşamba

Batı Antarktika Buzullarının Çöküşü Artık Durdurulamaz

1978 yılında Amerikalı buzul uzmanı John Mercer Antarktika'nın batısındaki buzulların iklim değişikliğinden en hızlı etkilenecek buzullar olduğunu ve iklim değişikliğinin etkisi ile bu buzulların geri dönülemez bir biçimde eriyeceğini söylemişti. Mercer 1987'de öldüğü için araştırmalarının sonucunun doğru çıktığını göremedi ama bu ay biri Science dergisinde diğeri de Geophysical Research Letters dergisinde yayınlanan iki makale Mercer'ın tahminlerinin doğruluğunu kanıtladı. Yapılan bu araştırmalara göre artık Batı Antarktika buzullarının erimesini durdurmak mümkün değil.

Kuzey Kutbu'nda kara parçası yoktur. O bölgedeki tüm buz denizin üzerinde olduğu için buzun alanı mevsimlere bağlı olarak azalıp çoğalabilir. Ancak Güney Kutbu'nda Antarktika Kıtası vardır ve bu kıtanın üzeri buzlarla kaplıdır. İklim değişikliği ile bu kıtanın üzerindeki buzların tamamı eridiğinde deniz seviyesinde 70-80 metrelik bir yükselme olacak. Her ne kadar bu olay bize bilim kurgu hikayesi gibi gelse de bilim insanları Antarktika'nın batı bölgesindeki buzulların erimesinin artık durdurulamayacağını açıkladılar. Antarktika'nın batı bölgesinin doğu bölgesinden farkı buradaki buzulların çanak türü bir yapıya sahip olmaları ve çanağın en dibinin kara değil deniz olması. İklim değişikliği ile ısınan okyanus suları alttan bu buzulları eritmeye başladığında çanağın yanlarından aşağıya kaymasını engelleyecek dağların ve tepelerin olması gerekiyor. Araştırmayı yapan bilim insanları buzulların tabanında bu kaymayı engelleyecek bir yapının olmadığını ve hızlanan erimeyle buzulların iki yüzyıl içerisinde eriyerek okyanusa karışacağını söylediler.

Batı Antarktika'daki Pine Island, Thwaites, Smith ve Kohler buzullarını inceleyen grubun üyesi olan Eric Rignot bu buzulların artık geri döndürülemez biçimde erimekte olduğunu söyledi. Bu buzulların erimesinin önümüzdeki iki yüzyılda tüm dünyada deniz seviyesini 120 cm yükseltmesi bekleniyor. Bu buzullar, destek olduklar diğer buzlulların erimesini engellemektedir. Yapılan araştırmaya göre söz konusu buzulların erimesi diğer buz kütlelerinin de erimeye başlaması anlamına geliyor. Bu durumda deniz seviyesindeki artış ise en az üç metre olacak. 

Tüm bu çalışmaların temelde iyimser varsayımlara dayandığını da unutmamamız gerekiyor. Buzulları eriten deniz suyunun çok daha hızlı ısınması sonucunda felaket olarak niteleyebileceğimiz sonuçlar açıklanandan çok daha kısa sürede karşımıza çıkabilir. Bu sebeple de özellikle kıyı şeridinde yaşayan kişilerin rahat uyumaya devam etmeleri gün geçtikçe zorlaşacak gibi görünüyor.

3 Mayıs 2014 Cumartesi

Sıcak bir yaza hazırlanın!

Güney Amerika'nın batı kıyısındaki okyanus sularının periyodik olarak ısınıp soğuması konuyla ilgilenen insanların dikkat çekmiştir. Bu ısınıp soğuma o bölgede yaşayan balıkçılar için çok önemlidir. Peru açıklarındaki okyanus suyu soğursa dipteki besleyici ve soğuk su yüzeye daha fazla çıkar, bu da balıkçıların avlayabildiği balık miktarını arttırdığında yüzleri güldürür. Tam tersi eğer soğuk su yüzeye az çıkarsa bu sefer de tutulan balık miktarı azalır. Güney Amerika'nın batı kıyısındaki insanlar çoğunlukla balıkçılık ile geçindiklerinden yüzyıllar boyu bolluklar ve kıtlıklar, bunlarla birlikte devletlerin yükseliş ve çöküşleri hep okyanusun yüzey sıcaklığındaki bu değişime bağlanmıştır. Suyun sıcaklığındaki artış genelde kendisini sene sonuna doğru gösterdiği için Hz. İsa'nın doğumuyla bağdaştırılarak bu olaya El Nino (küçük erkek çocuk) denmiştir. Tam tersi olarak suların soğuması da La Nina (küçük kız çocuk) diye adlandırılır.

Yirminci yüzyılın başından beri El Nino'nun sadece Peru kıyılarını etkilemediği dünyanın neredeyse her bölgesindeki iklim olaylarını ciddi biçimde etkilediği ortaya konmuştur. Mesela El Nino görülen yıllarda  ABD'nin orta bölgeleri, yani tarım üretiminin kalbi, normalden daha sıcaktır ve daha az yağış alır. Pasifik'te çok daha fazla tropik siklon görülür. Afrika'nın doğusundaki yağış miktarı artarken batısı daha az yağış alır ve kuraklık Doğu Afrika'dan Batı Afrika'ya taşınır. Güney Asya ve Avustralya'nın aldığı yağış miktarı ise ciddi anlamda azalır. Avrupa'da Alplerin kuzeyi daha yağışlı ve bulutlu olmasına karşın Akdeniz Havzası'nda özellikle kışlar ılıman ve az yağışlı geçer. Genel olarak bakıldığında ise dünyanın ortalama sıcaklığının El Nino'nun hakim olduğu senelerde arttığı, La Nina görülen senelerde ise azaldığı görülür.
Burada üç önemli noktaya dikkat çekmek gerekiyor. Bunlardan ilki, yukarıda görebileceğiniz gibi son yirmi senede görülen en sıcak üç senenin de El Nino evresine denk geldiği. İkinci önemli nokta, son 15 senede La Nina görülen dönemlerin fazlalığı, bu da aslında son 15 senede havaların fazla ısınmadığı anlamına geliyor bizler için. Ama en sonuncusu bu yaz açısından çok daha önemli bir konu. 1998 yılı dünyada “Süper – El Nino” olarak bilinen bir yıldı. O seneki El Nino diğer El Nino'lara göre bile çok daha şiddetliydi, bunun dünya sıcaklıklarına etkisini de çok açık görebiliyoruz. 1998 yılı önceki ve sonraki birkaç yıl ile kıyaslandığında sadece biraz değil, ciddi anlamda daha sıcaktı.
En son El Nino evresi 2009/2010 yıllarında görülmüştü. O zamandan beri Pasifik Okyanusu'nda ya nötr durum ya da La Nina yaşanıyor. Bize epey uzak bir doğa olayı olduğundan El Nino'nun ne zaman başlayabileceği konusunda Meteoroloji Genel Müdürlüğü bir açıklama yapmasa da bu olaydan çok daha fazla etkilenmesi beklenen ülkeler birbiri ardına tahminlerini ortaya koymaya başladılar.
Avustralya Meteoroloji Bürosu bu konuda kullandıkları yedi modelden altısının bu yaz ortasında El Nino'nun görülmeye başlayacağını gösterdiğini söylüyor. Bu ayın başında Amerikan İklim Tahmin Merkezi bu yaz El Nino görülme olasılığını %52'den %65'e yükseltti. Columbia Üniversitesi İklim ve Toplum için Uluslararası Araştırmalar Enstitüsü (IRI) El Nino riskini %60'dan %75-%80 seviyesine çıkardı.
IRI meteorologları El Nino'nun ne derece şiddetli olacağını şimdiden söyleyemiyorlar. Ancak Skeptical Science'dan Rob Painting ölçümlerden hazırlanan grafiklerle şu andaki okyanus sıcaklıklarını 1998'daki Süper – El Nino ile kıyaslıyor. Bu grafiklere göre şu andaki koşullar aynı 1998 öncesi okyanus koşullarını oluşturmaya başlıyor, bu da gelecek olan El Nino'nun çok şiddetli olacağı düşüncesini kuvvetlendiriyor.
Bir bilgi daha verelim, son 7000 yıl ile kıyaslandığında son kırk senedeki El Nino evreleri %42 daha şiddetli. El Nino evrelerinin bu derece şiddetlenmesini insan kaynaklı küresel iklim değişikliğine bağlamak da bu durumda gayet doğal sayılmalı.
Ülkemizde ise özellikle sonbahar ve kış yağışlarındaki azalma yaz için gıda ürünleri fiyatlarında ciddi artışa sebep olacaktır. Özellikle Mayıs-Temmuz aralığında ülkemizin özellikle batısında zaten normalin birkaç derece üzerinde seyreden sıcaklıkların bir 2-3 derece daha artması beklenebilir. Pasifik'te başlayacak El Nino evresinin etkilerinin ülkemize ulaşması biraz zaman alabilir. Ancak bu sene zaten ortalamanın altında seyreden yağışlar ve ortalamanın üzerindeki sıcaklıklar El Nino etkisiyle daha da uç değerlere ulaşacağından 2015 yılı özellikle tarım ve su kaynakları açısından ciddi problemler yaratabilir. Bu etkilerin bilincinde olarak şimdiden hazırlıklarımızı arttırmaya başlamak zorundayız.

1 Mayıs 2014 Perşembe

Etkiler, Kırılganlık ve Uyum

Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) iklim konusunda çalışan bilim insanları ile devlet yetkililerinden oluşur. İklim değişikliği konusundaki en son bilimsel gelişmeleri incelemek ve raporlar hazırlamak bu panelin sorumluluğudur. Uzun hazırlık dönemlerinden sonra panel bu raporları 6-7 senede bir dünya kamuoyu ile paylaşır. Panelin üç alt çalışma grubu vardır. Bu çalışma gruplarından ilki iklim değişikliğinin bilimsel temelleri üzerine olan raporunu 2013 Eylül ayında açıkladı. İkinci grubun görev alanı iklim değişikliğinin görülen etkileri ve uyum üzerinedir. İkinci grubun raporu da geçtiğimiz günlerde yayınlandı. Burada sizlere bu raporun başlıklar halinde bir özetini vermeye çalışacağım.

Gözlenen Etkiler, Kırılganlık, Etkiye Açıklık ve Uyum

  • Son yıllarda, iklimdeki değişiklikler, tüm karalarda ve okyanuslarda doğal hayat ve insan sistemleri üzerinde değişik etkilere neden olmuştur.
  • Birçok bölgede, değişen yağış rejimi veya kar ve buzun erimesi hidrolojik sistemleri değiştirmektedir. Bu değişiklik su kaynaklarının miktar ve kalitesini etkilemektedir. 
  • Birçok karasal, tatlı su ve deniz canlıları devam eden iklim değişikliğine cevaben kendi coğrafi yaşam alanlarını, mevsimsel aktivitelerini, göç yollarını, sayılarını ve türlerle olan etkileşimlerini değiştirdiler.
  • Bölgeleri ve ürünleri geniş bir yelpazede tarayan birçok çalışmaya göre mahsul verimi üzerinde iklim değişikliğinin olumsuz etkilerinin olumlu etkilerinden daha yaygın olduğu görülmektedir.
  • İklim etkilerine açıklık ve kırılganlık iklim-dışı faktörlerden ve genellikle farklı kalkınma süreçleri tarafından yaratılan çok-boyutlu eşitsizliklerden kaynaklanmaktadır. Bu farklılıklar iklim değişikliği risklerinin de farklı olmasının nedenidir.
  • İklimle ilgili tehlikeler, özellikle yoksulluk içerisinde yaşayan insanlar için, yaşam kaynaklarını negatif etkileyen diğer stres sebeplerini şiddetlendirebilir.
  • Şiddetli çatışmalar iklim değişikliğinin sebep olduğu kırılganlığı artırmaktadır.
  • Uyum bazı planlama süreçlerinin parçası haline gelmekle birlikte uyum uygulamaları halen sınırlıdır.


Gelecek Riskleri ve Uyum İçin Fırsatlar

Beş kaygı verici neden (Reasons for Concern - RFC) sektörler ve bölgeler arasında önemli riskleri özetleyen bir çerçeve sunmaktadır. Bu nedenler şunlardır:

(1) Bazı insan toplulukları ve ekosistemler gibi benzersiz ve tehdit altındaki sistemler şu anda bile iklim değişikliğinden dolayı ciddi risk altındadırlar.
(2) Aşırı yağışlar ve kıyı bölgelerinin sular altında kalması gibi aşırı hava olayları şimdiye kadarki ısınmayla bile iklim değişikliğinden kaynaklanan riskleri arttırmıştır.
(3) Riskler düzgün dağılmamıştır ve her gelişmişlik seviyesindeki geri kalmış bölgeler genelde daha fazla risk altındadır.
(4) İklim değişikliğinin biyo-çeşitlilik ve ekonomi üzerinde meydana getirdiği küresel toplam etkiler artan sıcaklıkla birlikte artmaktadır.
(5) Artan ısınmayla birlikte bazı fiziksel sistemler ve ekosistemler ani ve geri dönülemez değişiklik riski altındadır.

  • 21. yüzyıl boyunca iklim değişikliğinin en kurak subtropikal bölgelerde sektörler arasında su için rekabeti yoğunlaştırarak yenilenebilir yüzey suyu ve yeraltı su kaynaklarını azaltacağı tahmin edilmektedir.
  • Bu yüzyıl içinde, orta ve yüksek salım senaryolarının öngördüğü iklim değişikliği sulak alanlar dahil olmak üzere karasal ve tatlısu ekosistemlerinin yapısı, fonksiyonu ve bileşimi üzerinde bölgesel ölçekli, ani ve geri dönülmez yüksek risk oluşturabilme potansiyeli taşımaktadır.
  • İklim değişikliği nedeniyle 21. yüzyıl boyunca ve ötesinde öngörülen deniz seviyesi yükselmesi nedeniyle kıyı sistemleri ve alçak alanlar giderek sular altında kalabilecek, kıyı sellleri ve kıyı erozyonu gibi olumsuz etkileri yaşayacaktır.
  • Orta ve yüksek salım senaryolarına göre okyanus sularının asitlenmesi özellikle kutup ekosistemleri ve mercan resifleri gibi denizsel ekosistemler üzerine önemli riskler oluşturmaktadır.
  • Bazı noktalar için geçerli olmasa da tropik ve ılıman bölgelerde yüzyıl sonunda 2 dereceyi aşan sıcaklık artışlarına neden olan iklim değişikliği uyum çabaları olmadan önemli bitkilerin üretimini (buğday, pirinç ve mısır) olumsuz etkileyecektir.
  • Gıdaya erişim, kullanım ve fiyat istikrarı gibi gıda güvenliğinin tüm yönlerinin iklim değişikliğinden etkilenmesi beklenmektedir.
  • Yakın gelecekte su mevcudiyeti ve temini, gıda güvenliği ve tarımsal gelirler üzerinde gıdasal ve gıda dışı tarım ürünlerinin üretim bölgelerindeki değişimden doğan önemli etkiler beklenmektedir.
  • İklim değişikliği dolaylı yoldan yoksulluk ve ekonomik şoklar gibi çatışma nedenlerini arttırarak,  iç savaş ve grup içi şiddet şeklinde şiddetli çatışmaların risklerini artırabilir.
  • 21. yüzyıl boyunca, iklim değişikliğinin etkilerinin özellikle kentsel alanlarda ve açlık ortaya çıkan noktaları çatışma noktalarında ekonomik büyümeyi yavaşlatma, yoksulluğu azaltmayı zorlaştırma, gıda güvenliğini daha da eritme, yeni yoksulluk tuzaklar oluşturma ve varolanları kötüleştirmek gibi etkileri olması beklenmektedir.


Gelecekteki Riskleri Yönetebilmek

  • Uyum yer ve bağlama özgüdür, tüm ortamlarda riskleri azaltmak için uygun, tek bir yaklaşım bulunamaz.
  • Uyumun planlanması ve uygulaması bireylerden hükümetlere tüm seviyeler arasında tamamlayıcı eylemler yoluyla geliştirilebilir.
  • Gelecekteki iklim değişikliğine uyumun ilk adımı bugünkü iklim değişkenliğine karşı kırılganlığı ve etkilenebilirliği azaltmaktan geçer. Bu stratejiler diğer hedefler için de ortak faydalar yaratacak eylemleri içerir.
  • Kötü planlama, kısa vadeli sonuçları aşırı vurgulama, ya da sonuçları yeterince iyi tahmin edememe uyumun ters tepmesine neden olabilir.
  • Sürdürülebilir kalkınma için iklim esnekliği olan çözüm yollarından beklentiler dünyanın iklim değişikliğini azaltmak için neler yapacağına bağlıdır.
  • İklim değişikliğinin hızının ve büyüklüğünün artması uyum sınırlarının aşılması ihtimalini de arttırmaktadır. 
  • Ekonomik, sosyal, teknolojik ve siyasi kararlar ve eylemlerdeki dönüşümler iklim esnekliği olan çözüm yollarını etkinleştirebilir.


Görüldüğü gibi IPCC'nin ikinci çalışma grubu raporu bizlere bir yandan iklim değişikliğinin etkileri konusunda gayet karanlık bir tablo çiziyor ancak öte yandan da uyum konusunda almamız gereken önlemleri de açıkça gösteriyor, yeter ki biz bu uyarıya kulaklarımızı tıkamayalım.

Yazının yayınlanmış halini EKOIQ Mayıs 2014 sayısında bulabilirsiniz.