26 Nisan 2012 Perşembe

İklim Adaleti Nasıl Sağlanır?

Orijinal yayın: 26.04.2012 T24 İnternet Gazetesi

1992 yılında kabul edilen  İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi'ne ülkemiz de imza attı. Bu sözleşmeye imza koyan ülkeler atmosfere karbon dioksit salımlarını 1990 seviyesinin altında tutmaya “söz veriyorlardı”. Biz aradan geçen 20 yılda 1990 seviyesinin altına düşmeyi bırakın 1990 seviyesinin iki katından fazla salıma ulaştık. Burada ciddi bir sorun olduğunda iklim değişikliği ile ilgilenen herkes hemfikir, ancak sorunun kaynağını bulmak ve çözüm yolları üretmek biraz daha zor konular.

Öncelikle “İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi'ne taraf olan her ülke 1990 seviyesinin altına nasıl düşebiliyor?” sorusuna dikkatle eğilmemiz gerekiyor. Bunun pek çok gelişmiş ülke için temelde basit bir cevabı var: Tüm bu ülkeler ağır sanayilerini kendi ülkelerinden dışarıya taşıdılar. Mesela Avrupa karbon dioksit açısından en kirli endüstrilerden biri olan çimento üretimini neredeyse tamamen bırakarak bu üretimi Türkiye gibi ülkelere devretti. Doğal olarak da Avrupa'nın karbon dioksit salımı azalırken ülkemizin salımı artmış oldu. ABD, Japonya ve AB üretim sektörlerini Çin'e, hizmet sektörlerini de Hindistan'a taşıdıklarından Çin ve Hindistan'ın salımları son yıllarda ciddi miktarda artarken ABD, Japonya ve AB karbon dioksit salımları konusundaki hedefleri tutturmuş oldu.
 

Günümüz dünyasında üretim verginin en düşük ve işgücünün de en ucuz olduğu ülkelerde yapıldığı için ülkelerin yaydıkları karbon dioksit üzerinden hesaplama yapmak gelişmiş ülkelerin daha da gelişmelerine çanak tutmanın ötesine geçemiyor. Yakın bir zaman sonra biz Avrupa Birliği'ne girmek istediğimizde, ya da Çin Amerika'ya mal satmak istediğinde bizim ve Çin'in salımları bir problem olacak. AB karbon dioksit salan endüstrilerini bize devredip tüm kirli işlerini bize yaptırdıktan sonra karşımıza dikilip ukala bir edayla “ama siz çevreye hiç saygılı değilsiniz, önce salımlarınızı azaltın, sonra sizinle görüşmelere devam edelim” diyecek. Benzer konuşmalar Çin'in ürettiği malların ticaretinde de görülmeye başlanacak, şu anda görülmüyor olmasının tek sebebi Çin'in rekabet edilmeyecek kadar ucuz olması. Çin malları biraz pahalandığında emin olun diğer faktörler devreye girecek.
 
Bir yandan kendisini temiz gösterme uğruna (maddi sebeplerin yanında) endüstrilerini dışarıya taşıyan gelişmiş ülkeler, diğer yanda da temiz olmamayı da göze alarak milli gelirlerini arttırmak isteyen ülkelerin olduğu bir dünyada iklim adaleti nasıl sağlanabilir?
 
Bu sorunun aslında gelişmiş ülkelerin pek de kabul etmeye yanaşmayacakları basit bir cevabı var: Eğer karbon dioksit kotalarını üretim üzerine değil de tüketim üzerine koyacak olursak tüm dünyada iklim adaletini sağlamak yolunda ciddi bir adım atmış oluruz.
 
Bizim ülkemizde zor olur böyle bir kota çalışması ama diyelim oldu, yani bir gazete aldığınızda, gazete bedeli 25 kuruş, karbon vergisi de 10 kuruş olsa, bu vergiler bir fonda toplanıp “sadece” atmosferden karbon dioksit çekecek projelere kullanılsa ve gene mesela gazete çöpe atılmak yerine geri kazanıma götürüldüğünde karbon vergisinin yarısı geri alınsa fena mı olur? Böylelikle daha fazla tüketen ülkeler tüketimleri üzerinden daha fazla karbon vergisi ödeyeceklerinden hem tüketimlerini dizginlemek zorunda kalırlar, hem de toplanan vergilerle gerek temiz teknolojiler, gerekse de atmosferi temizleme çalışmaları yapılabilir.
 
Bunun çok zor uygulanır bir fikir olduğunun farkındayım, ancak dünyadaki pek çok iklim bilimci bu veya buna benzer bir çözümün dünyanın tek çaresi olduğunda hemfikirler. Bu çözümü üretecek olanlar bizleriz, “iklim değişikliğini durdurmak için bizler neler yapabiliriz?” diyorsanız, işte size cevap. Karbon dioksit salımına kota uygulamak bir çözüm değil, asıl çözüm kotayı tüketime uygulamaktan geçiyor ve böylesi bir kotayı uygulama cesaretine sahip hükümetleri başa getirmekten. 

19 Nisan 2012 Perşembe

Şiddetini arttıran fırtınalar geleceğin habercisi

Orijinal yayın: 19.04.2012 T24 İnternet Gazetesi

Dün İstanbul ve Türkiye’nin Batı kesimleri şiddetli bir fırtınanın etkisinde kaldı. Meteoroloji Genel Müdürlüğü'ne göre bu “Kuvvetli Fırtına” sınıfına giren bir fırtına. İstanbul'da rüzgarın sürekli hızı saatte 80 kilometreydi ancak zaman zaman 120 kilometreye ulaştı. Bu da İstanbul'un çoğu yerinde çatıların uçmasına, ağaçların devrilmesine ve özellikle köprülerde trafiğin aksamasına neden oldu.
 

Bu fırtına İstanbul ve Türkiye’nin Batı kesimlerinde gördüğümüz en kuvvetli fırtına değil, ancak gittikçe büyüyen metropollerde yaşadığımız için bu tür bir fırtına günlük hayatımızı ciddi bir biçimde aksattı. Bu iyi haberdi. Kötü haber de bu tür fırtınaların gelecekte gerek şiddetlerini, gerekse de sıklıklarını arttıracak olmaları.
 
Bizlere iklim ve iklim değişikliği konusunda en güvenilir bilgileri Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) sağlar. Bu panel iklim alanında dünyadaki en önemli bilim insanlarından oluşur ve aralıklı olarak iklimle ilgili çeşitli konularda önemli raporlar hazırlar. IPCC'nin 17 Kasım 2011'de yayınladığı son rapor iklim değişikliğinin şiddetli iklim olayları üzerine etkisi üzerineydi. Bu raporun çıktılarını şu şekilde özetleyebiliriz:
 
İklim değişikliği sıcak dalgalarının sayısını ve sıcaklığını arttıracaktır.
 
İklim değişikliği yoğun yağışların ve yoğun yağışlar sırasında alınacak yağış yüzdesini arttıracaktır.
 
Tropik ve tropik dışındaki fırtınalar kuvvetlenecek ve bu fırtınalardaki rüzgar hızları artacaktır.
 
Bu ülkemiz için şu anlama geliyor:
 
Zaten kurak kuşağa yakın bir bölgede yer alan ülkemizde hem ortalama sıcaklıklar artacak, hem de ortalama sıcaklıktan çok çok sıcak olan günlerin sayısı artacaktır. Bugün saat 12:30'da güneşin altında gömleklerimizle yemek yerken havanın ne kadar sıcak olduğundan bahsediyorduk. Bu hızlı ısınmanın doğal bir yan etkisi olarak Karadeniz'de bulunan çok derin bir alçak basınç sistemi bir saat içinde o güzel bahar havasını bir anda felakete döndürdü.
 
Yakın gelecekte (hatta belki de şu anda) gelecek olan yağışlar sadece fırtına şeklinde olacak ve bu yağıştan sonra uzun süre tekrar yağış görülmeyecek. Görüldüğü zaman da tekrar fırtına şeklinde olacak.
 
Ülkemiz yüksek rüzgar hızlarının görüldüğü bir bölgede bulunmuyor. Karayiplerdeki bir fırtınada rüzgarın hızı düzenli olarak saatte 120 kilometrenin üzerine çıkabilirken bizde böyle bir olay sıklıkla görülmez. Ancak iklim değişikliği bu olayların da sıklığının artacağını gösteriyor bizlere. 
 
Doğal olarak bu fırtınalar insanların daha yoğun olarak yaşadıkları bölgelerde daha fazla zarara yol açıyor. Bugüne kadar TEM'de TIRların rüzgardan devrildiğini duymamıştık, ama bugün böylesi bir olay yaşadık. Uzun yıllardır İnönü Stadı'nda yağmurdan dolayı maç ertelendiğini duymamıştık, bu haftasonu onu da yaşadık. Şimdiye kadar Antalya'da, Mersin'de denizin üzerinde hortumlar olduğunu biliyorduk, ama ilk defa Elazığ'da bir hortumda beş insanımız hayatını kaybetti. Her ne kadar unutmaya başlamış olsak da Eylül 2009'da Ayamama Deresi'nin taşmasıyla 23 kişiyi de İstanbul'un orta göbeğinde sel sularına kaptırarak kaybetmiştik.
 
Tabi ki çatılarımızı sağlam yapmıyoruz, tabi ki drenaj sistemlerimiz tıkanabiliyor, tabi ki işçilerin barındığı konteynerler yaşam standartlarına uygun değil, tabi ki hala dere yataklarına ev yapıyoruz, ama eskiden doğa bizim bu hatalarımızı affediyordu. Şimdi artık yeni bir dünyada yaşıyoruz. Bu yeni dünyada doğa artık bizim hatalarımızı kolay kolay affetmiyor. Artık hepimiz hızı saatte 120 kilometreyi aşan rüzgarlara, beklenmedik yerlerde ortaya çıkıp içinde yaşadığınız evi temelinden söküp götüren hortumlara, bir anda başlayan ve hızla sele dönüşme potansiyeline sahip yağmurlara alışmalıyız.  Son iki haftanın iklim olaylarına bakarak geleceği tahmin edebilirsiniz ve o gelecekte de iklim olayları bize daha nazik davranmayacak.

13 Nisan 2012 Cuma

Keşke politikacılar bilim insanlarını dinleseler

Orijinal yayın: 13.04.2012 T24 İnternet Gazetesi
Bu hafta İstanbul’da Türkiye’nin AB’ye katılımı bağlamında iklim politikalarımız üzerine bir toplantı düzenleniyor. Bu toplantıya çağrılı bakanlar ve pek çok politikacı olmasına rağmen program sonundaki panele bilim insanları davet edilmemiş.
Bu benim açımdan şaşırtıcı olmayan bir gelişme. Ancak politikacılar ve işadamları ya bilerek ya da bilmeden bilimsel çalışmaları dikkate aldıklarını düşünüyorlar, ama gerçekte devletler içi ya da arasında yapılan çalışmaların tümü artık bilimsel temelden tamamen uzak. Bunu birkaç başlıkta açıklamaya çalışacağım:
1. Biz bunu günden güne algılamayabiliriz, ama dünyanın iklimi geçen zaman içerisinde ciddi anlamda değişiyor. Eğer şu anda toprağın altındaki tüm fosil yakıtlarını, yani petrol, doğal gaz ve kömürü çıkartıp yakacak olursak önümüzdeki 90-100 sene içerisinde dünyanın ortalama sıcaklığı en az 6 derece artacak. Bu size korkunç gelmeyebilir ama basit bir örnek vermem gerekirse, böylesi bir sıcaklık artışı 100-150 sene içerisinde dünyadaki tüm buz kütlelerinin erimesine neden olur. Bunun sonucu da dünyadaki tüm denizlerin seviyesinin en az 60 metre yükselmesi demektir. “Dünyada Tuvalu, Kiribati, Maldivler yok olacak” türü bizi fazla da bağlamayan bir örnek vermeme gerek yok. Deniz seviyesi 60 metre yükselirse Adana’da Baraj’a kadar Çukurova yok olur, Mersin ve Antalya sular altında kalır, İzmir’in çoğu gider, Manisa yolundaki Topçu Tugayı’nın önünden denize girilir, İstanbul’da Fenerbahçe ve İnönü Stadları kalmaz, Taksim Meydanı neredeyse deniz kenarı olur. Eğer fosil yakıtlarını toprağın altından çıkartıp yakmaya devam edersek torunlarımızın dünyası bizimkinden çok daha değişik olacak. Taksim Meydanı’ndan denize girmek o kadar önemli değil ama deniz seviyesindeki 60 metrelik bir yükselmenin Türkiye’nin tarım arazilerine ve besin üretimine etkisini siz düşünün isterseniz. 
2. Felaketleri önleyebilmenin yolu hızlı bir şekilde alternatif enerji kaynaklarına yönelmekten geçiyor. Burada bir çevreci çılgınlığı gibi görülebilecek “tüm teknolojiyi bir kenara bırakıp taş devri hayatına dönelim” anlamında bir şey söylemiyorum. Enerji üretmek için fosil yakıtlarından başka bir kaynağa kaymamız ve fosil yakıtlarını sadece kesinlikle gerekli oldukları yerlerde kullanmalıyız. Bunu da hemen yapmaya başlamalıyız. Dünya 2015 yılında fosil yakıt tüketimini azaltmak zorunda, yoksa yukarıda anlattıklarımı engellemek çok zorlaşmaya başlayacak.
3. Devletlerin bu tür alternatif enerjilere ağırlık vermek için neler yapabileceklerini uzun uzun anlatabilirim, ama neler yapmaması gerektiği benim gözümde çok bariz: Atmosfere salınan karbondioksit miktarına kota koyup bu kotayı şirketler arasında dağıtıp bu kotayı bir ticaret malzemesi yapmak. Bu ancak bir durumda çalışabilir, o da kota çok düşük miktarlarda belirlenecek olursa. Yani biz 2011 yılında atmosfere 100 birim karbondioksit saldıysak, 2012 kotasını 100 birim veya 99 birim belirleyemeyiz. Alternatif enerjilere hızlı bir geçiş yapacaksak bu kotaların 95-90 birim aralığında belirlenip her geçen sene de %5-10 oranında azaltılması gerekmektedir. Ancak bu şekilde dünyamıza geri dönülmez bir zarar vermeden bu gezegende yaşamayı sürdürebiliriz.
4. Bizim devlet politikamız içerisinde alternatif enerji kaynaklarına yönelmek yok. Ana politikamız bu olmadığı müddetçe de Avrupa Birliği ile anlaşmamıza imkan yok. AB acilen alternatif enerji kaynaklarına yönelme politikası izliyor ve bu bağlamda da çok sıkı olmayan kotalar uyguluyor. Uygulamayı planladıkları kotalar insanlık için güvenli olabilecek bir rota çizmekten çok uzak olduğu için mantıksal bir anlam taşımıyorlar ama bizim olmayan politikamızla karşılaştırıldığında gene de geleceğe çok daha önem veriyorlar.
Sonuç olarak, ne iş dünyası ne de politikacılar bu temel gerçekleri duymak istemiyorlar. Kendi aralarında düzenledikleri toplantılarda küresel iklim değişikliğine karşı çalışmalar yaptıkları izlenimini veriyorlar ama çok yakında büyük felaketlerle karşılaşılmaması için her sene gidilmesi gereken yol bir adımken bir arpa boyu yol katedilip bu da büyük bir çaba olarak lanse ediliyor konuyu bilmeden dinleyenlere. Bu işin şakası yok artık, salım kotalarıyla, karbon piyasalarıyla kendimizi kandırmayalım. Dünya daha önce hiç karşılaşmadığı bir felakete doğru gidiyor ve bu tür göstermelik önlemler bu gidişe engel olmayacak. Herkesin elini taşın altına koyması gerekiyor, buna da liderlik edecek olanların politikacılar olması gerekiyor. 

11 Nisan 2012 Çarşamba

Uygarlığın son aşaması

Orijinal yayın: 11.04.2012 T24 İnternet Gazetesi

Hızla değişen bir dünyada yaşayan insan, çevresinde yaşanan bu büyük değişikliklerin zaman zaman farkına varamayabiliyor. Günlük hayatımızda bunu defalarca yaşıyoruz. Mesela ben, çocuklarım doğmadan önceki dönemi neredeyse hatırlamaz durumdayım, onların olmadığı bir hayat artık bana çok uzak. Benzer şekilde insanlığın dönüm noktaları nerededir diye düşünecek olursak birkaç önemli olay karşımıza çıkıyor.
 
İnsanlığın ilk ciddi dönüm noktası; istenildiği an ateşe ulaşılabileceğinin keşfidir. Bana göre insanı hayvandan ayıran temel nokta budur. İnsan o noktadan sonra doğanın mahkûmu değil, hükümdarı olma yoluna koyulmuştur. Ateş bulunana kadar ışık ve ısınma doğa şartlarına bağlıydı, sonrasında ise insan özellikle ışığa istediği zaman sahip olmayı becermiş ve karanlıktaki av kategorisinden aydınlıktaki avcı kategorisine terfi etmiştir.
 
İkinci dönüm noktamız; bitkilerin tohumlardan ürediğini keşfetmemizdir. O noktaya kadar besin neredeyse oraya göç etmek zorunda kalan insanoğlu, toprağa tohum ektiğinde buğday çıktığını anladığı an hem yeterli besine kavuşmuş, hem de göçebelikten yerleşikliğe geçmiştir. Açlığın sona ermesi ve artı ürünün ortaya çıkması sosyal toplumun da temelini oluşturmuştur.
 
İnsanlığın üçüncü dönüm noktası; buhar makinesinin icadıdır. Çoğumuz “bu neden bu kadar önemli olsun?” diye düşünsek de buhar makinesi ve ardından gelen endüstrileşme insanlık tarihini kol kuvveti, makine kuvveti olarak ikiye ayırır. Buhar makinesinden sonra insanlık yapmayı düşündüğü çoğu iş için artık sadece kendi gücüne veya hayvanların katkısına ihtiyaç duymaz olmuştur.
 
Bu üç aşama da getirdikleri faydalar yanında önemli sorunlar da yaratmıştır, ancak yarattıkları sorunlar faydalarına göre çok daha büyük olduğu için her adım bizi geri dönülemez bir yolda yürütmüştür. Ateşi kullanmayı öğrendiğimizde artık düşmanlarımız da bizim nerede olduğumuzu uzaktan görme yeteneğine sahip oldular. Tarımı öğrendikten hemen sonra tarlamızı korumak için düzenli ordu bulundurmamız gereğini de hızla fark ettik.
 
Buhar makinesinin getirdiği sorunu ise fark etmemiz epey zaman aldı. Buhar makinesinde önce odun yaktık, odunlar azalmaya yüz tuttuğunda kömür kullanabileceğimizi keşfettik, sonra petrol ve doğalgaza terfi ettik, ama ana sorun, yani makinelerin çalışması için enerji gerektiği hep bizim bir adım gerimizden gelerek bir sorun olmaya devam etti. Son çeyrek yüzyılda ise enerji üretmek için yaktığımız kömür, petrol ve doğalgaz ile ilgili çok önemli iki gerçek keşfettik.
 
Bu gerçeklerin birincisi gayet basit, bu üç kaynağın da bir sonu var ve bu son fazla da uzakta değil. Dolayısıyla bizi bugünkü teknolojiye ulaştıran makinelerin enerji ihtiyacını karşılamak için çok yakın zamanda başka bir kaynak bulmak zorundayız.
 
İkinci önemli problem de bu yakıtları kullanarak enerji üretmek dünyanın atmosferine geri dönülmez zararlar veriyor ve bu zararlar artık insan neslinin dünya yüzeyindeki geleceğini tehdit eder boyuta çıkmış durumda.
 
Yani insanlık şu anda ciddi bir açmazda, bugünkü teknolojimizi fosil yakıtlarına borçluyuz, ama hem fosil yakıtları tükeniyor, hem de geleceğimizi tehdit edecek boyutlarda doğaya zarar veriyor.
 
Bu noktada doğal olarak bir dönüm noktasına gelmiş bulunuyoruz. Ya insanlığın sonu gelecek, ya da insanlık yaşamını devam ettirmek için kullanışlı ve güçlü bir enerji kaynağı bulmak zorunda kalacak. Dolayısıyla pek çoğumuz bu kırılma noktasını yaşıyor olacağız, ya yeni bir ateşin bulunmasına tanıklık edeceğiz, ya da...