30 Nisan 2011 Cumartesi

Çocuklarımızın iyiliği için...


Orijinal yayın: 30.04.2011 T24 İnternet Gazetesi

Çocuklarımızın iyiliği için hepimiz aktivist olmalıyız. Ben bunun için 26 Nisan akşamı Galatasaray'daydım. “Nükleere hayır” diyen grupla her konuda hemfikir olduğumdan değil. Gerçi bugünün Türkiyesi için bana “nükleere ne dersin?” derseniz cevabım o akşam İstiklal Caddesi'nde yürüyen kalabalıklar gibi “Hayır” olur, ama benim “Hayır'ım” onların “Hayır'ından” biraz farklı, bunu da biraz anlatmam gerek sanıyorum.

Öncelikle, dünyanın kaynaklarının yeterli olmamasının temel sebebi insan nüfusundaki aşırı artıştır. Dünya nüfusu 2-3 milyar arasında olsaydı enerji üretmek için ne termik ne de nükleer santrallere gerek kalırdı. Bu sebepten ilk değiştirmemiz gereken davranış biçim kaynaklar sınırsızmışçasına üremektir. Kaynaklar sınırlı ve bizler bugün çocuklarımızın hakkını yiyiyoruz, onların günü gelince yiyecek bir şeyleri kalmayabilir.

Nüfus artışını sınırlamak için çok ciddi önlemler almaya gerek yok. Her kadının ortalama iki çocuğu olmasını sağlayabilsek insan nüfusu zaten kendisini makul bir sürede dengeliyor. Eğer her kadının ortalama 2,20 çocuğu olursa bu nüfusun sabit kalmasını sağlıyor. Ülkemiz için bu sayı 2,16. Yani bizim nüfusumuz uzun vadede azalma trendi gösteriyor, başbakanımızın bir kaç ay önce etmiş olduğu “3 çocuk” tavsiyesinin temel sebebi de nüfusumuzun artışındaki bu azalma trendi. Dünya ortalaması 2,56 olduğu için dünya nüfusu hızla artmakta ancak artış hızı gittikçe azalmakta. Bireyler her geçen gün doğan her yeni çocuğun imkanlar değil zorluklar getirdiğini gördüklerinden bu konuda bir bilinçlenme yavaş da olsa yayılmakta, özellikle de az gelişmiş ülkelerdeki kadınlar arasında.

İkinci ana konu, sınırlı kaynakların verimli kullanılması. Hiçbir doğa kanunu bizim dünyadaki tüm kaynakların sonunu getirecek kadar tüketim çılgınlığına girmemizi gerektirmiyor. Toplumların hayattan aldıkları memnuniyetin artması için ekonomilerin büyümesi gerektiğini sadece kapitalist doktrin söylüyor, bu bir doğa kanunu değil. Bizlerin doğa kaynaklarının imkan verdiği ölçüde tüketerek sürdürülebilir bir hayat yaşamamız mümkün ancak bunun için önce nüfus artışını durdurmamız, ardından da tüketim çılgınlığına son vermemiz gerekiyor. Ancak bu ikisini yerine getirdiğimizde üçüncül konulara bakmaya başlayabiliriz.

Dünya nüfusu sürdürülebilir bir seviyede olsa ve bu nüfus kaynakları efektif olarak kullanıyor olsa tüm dünya nüfusuna yenilenebilir enerji kaynakları yeterli olacaktır. Dolayısıyla savaşım sırasında güneş+rüzgar+jeotermal enerji kaynaklarına yönelmek ancak üçüncü sırada geliyor. İlk iki sıradaki sorunlara çözüm bulmadığımız müddetçe yenilenebilir enerji kaynaklarına başvurmak yeterli olmayacaktır. Bu realite ile karşılaştığımızda lütfen bana “ama Sahra Çölü'nün tamamını güneş panelleri ile kaplayacak olsak bu dünyanın tüm enerjisini sağlamaya yeter” demeyin, benim matematiğim de o hesabı yapmaya yetiyor ama insanların sadece 2 çocuk yapmalarını ve tüketim çılgınlığına son vermelerini beklemek ne derece gerçekçiyse Sahra Çölü projesi de o derece gerçekçi benim gözümde.

O zaman insanlığın enerji açlığını gidermek için yoğun enerji kaynaklarına mahkumuz. Ama hanginiz nüfus artışını azaltmak ya da tüketim çılgınlığını dizginlemek için sokağa dökülüyorsanız, ben de sizinleyim, çünkü doğru ola budur. Aynı zamanda en zor olan da bu olduğundan biz kolay yolları seçiyoruz.

Enerjide bulduğumuz kolay yol da yerden neredeyse serbestçe çıkan kömür + petrol + doğalgaz üçlüsünü kullanmak. Ama gördük ve biliyoruz ki bu üçlü atmosfere saldığı CO2 gazı ile dünyayı ısıtıyor ve dünyanın kuraklaşmasına neden oluyor. O zaman son yılların en popüler çözümü gündeme geliyor: Nükleer enerji. Çünkü nükleer enerji petrolden de yoğun bir enerji kaynağı, gram ağırlıkta uranyum kullanarak kasaba büyüklüğünde yerleşim yerlerinin enerji ihtiyacını karşılamak mümkün, ama sorun bu nükleer enerji sağlama sisteminin diğer sistemlere oranla çok daha dikkatli kullanımı gerektiriyor olmasıdır. Burada benim nükleer karşıtlığıma geliyoruz.

Önce nüfus artışını, sonra tüketim çılgınlığını kontrol altına alma temeline dayanmayan tüm planlar aslında bizi yoğun enerji kaynaklarını kullanmaya mecbur bırakırlar. Bu sebeple benim “Nükleere Hayır” demekle aslında söylediğim şey “dünya kaynakları hiç bitmeyecekmiş gibi yaşamaya hayır”. Ama eğer bu iki belayı durduramıyorsak ve o zaman tercih nükleer enerji ile kömür+petrol+doğalgaz üçlüsü arasında ise, benim tercihim nükleerden yana.

Burada şunu belirtmeliyim ki nükleer enerji ile şaka olmayacağından bunun çok dikkatli yapılması gerekiyor. Santrali kimin yapacağı, nerede yapacağı ve hangi güvenlik önlemlerini kullanacağı çok önemli. Güvenlikten önce parayı konuşacak olursak, dünyanın en aktif fay hatlarından birine 80km uzağa (Sinop) nükleer santral yapmaya kalkacaksak, kendimiz olaya hiç karışmadan doğalgaz santrali yapma mantığıyla nükleer santral yapacaksak ben de nükleere karşıyım ve çocuklarının geleceğini düşünen herkesin de böylesi sorumsuz davranışlara karşı olması gerekiyor.

26 Nisan akşamı Çernobil felaketinin 25. yılında Galatasaray'da toplanan yaklaşık 300 kişilik topluluk ülkemizde maalesef marjinal kaldı, gelen geçen herkes katılıp desteklemek yerine gülüp yoluna devam etmekle yetindi. Ne zaman insanlar yaptıkları her harekette çocuklarının geleceğini düşünüp ön plana çıkarırsa, o zaman sürdürülebilir bir hayat yaşamaya başlayabiliriz.

23 Nisan 2011 Cumartesi

Sonumuz dinozorlara benzemesin?

Orijinal yayın: 23.04.2011 T24 İnternet Gazetesi

Sizler için kısa bir dünya tarihi vererek başlayalım bugünkü yazımıza. Dünyanın oluşumu bundan yaklaşık olarak 4,5 milyar yıl önceye dayanıyor. Hayat ise ilk olarak 3,5 milyar yıl önce ortaya çıkmış. Atmosferde oksijen miktarının artması 2,4 milyar yıl önceye dayanıyor. İlk çok hücreli canlılar 1,7 milyar yıl önce üremişler. 1,2 milyar yıl öncesine kadar denizde üreyen yaşam sonunda karalara da yayılmış. 580 milyon yıl önce Kambriyan Patlaması denen bir süreçte canlılar dünyanın tamamına egemen olmuşlar, sonra da dünyadaki hayat ciddi sorunlar yaşanmaya başlamış. 
İlk olarak yaklaşık 443 milyon yıl önce dünyadaki büyük kara parçası olan Gondwana kıta hareketleri ile güney kutbuna gelip buz tutunca deniz seviyesi hızlı bir biçimde düştü ve çoğu deniz kıyılarına yakın yerlerde yaşanan hayat ciddi biçimde zarar gördü. Bu yok olma olayında dünyadaki canlı türlerinin %86'sı dünya üzerinden silindi. 

Benzer bir küresel soğuma olayı yaklaşık 359 milyon yıl önce Devonyan döneminin sonunda yaşandığında dünyadaki tüm canlı türlerinin %75'i yok oldu. 

Kendisini bir kez daha yenileyen hayat bu kez de Sibirya'da oluşan dev yanardağların etkisiyle 251 milyon yıl önce en büyük yok olma olayını yaşadı. Permiyan dönemindeki bu olayın temel sebebi atmosferdeki H2S ve CO2 miktarlarındaki ani ve ciddi artıştı. Bu olay bittiğinde dünyadaki canlı türlerinin %96'sı yok olmuştu. 

Bu olayların her birinden sonra hayatın kendisini yenileyip dünyaya egemen olması on milyonlarca yıl kadar almıştır. Permiyan yok olma olayında kendini toparlayan hayat 200 milyon yıl önce Triasik dönemde Orta Atlantik çukurundan çıkan mağma ile atmosferdeki CO2 artınca türlerinin %80'ini gene kaybetti. Ama bu olay yeni gelişmekte olan dinozorların önünü açtı ve yeryüzünde bu dev hayvanların egemenliği başladı. Bu egemenliğe yaklaşık 65 milyon yıl önce Kretase döneminde dünyaya çarpan bir göktaşı son verdi. Dinozorlarla birlikte dünyadaki canlı türlerinin %76'sı yok oldu. 

Yukarıda kısaca saydığımız beş yok olma olayının her birinde dünyadaki canlı türlerinin en az %75'i yok olmuştur. Bu sebeple bu beş olaya beş ana yok olma olayı deniliyor. 

Geçtiğimiz Ekim ayında Nagoya, Japonya'da toplanan Birleşmiş Milletler Biyo Çeşitlilik Zirvesi'nin sonuç bildirgesinde dünyadaki canlı türlerinin hızla yok olmakta oldukları kabul edilmekle birlikte bunların yok olmasını engellemek için atılması gereken somut adımlar konusunda hiç yol alınmadı. Bu da hayatın altıncı büyük yok olma olayıyla karşı karşıya kalması anlamına geliyor. Canlıların yok olması denince hepimizin aklına her daim kutup ayıları geliyor. Ancak durum kutup ayılarından çok daha vahim, çünkü birileri konuyu hep kutup ayıları bağlamında ele alarak gerçeklerin üzerine kalın bir perde çekiyor. 

UNESCO tarafından 1948 yılında kurulan IUCN (International Union for Conservation of Nature – Uluslararası Doğa Koruma Birliği) dünyadaki canlıların tümünü inceler ve türlerin sürekliliği konusunda raporlar yayınlar. Bu raporlarda varoluşları tehlike altında olan canlılar şöyle kategorize edilirler: 

Nesli Tükenmiş: 
EX: Nesli tükenmiş 
EW: Nesli doğada tükenmiş 

Tehlikede: 
CR: Kritik biçimde tehlikede
EN: Tehlikede
VU: Zarar görebilir 

Risk altında: 
NT: Tehdit altında 
LC: Az sorunlu 

Nesli tükenmiş canlı türleri için yapabileceğimiz bir şey kalmadığı için öncelikli olarak kritik biçimde tehlikede olan canlılara bakacak olursak şaşırtıcı bir gerçekle karşılaşıyoruz. Bu listedeki canlılar kutup ayıları gibi uç bölgelerde yaşayan sadece belgesellerde göreceğimiz hayvanlar değil. Hepimizin bildiği bir tür Tarzan'ın aralarında yaşadığı dağ gorilleri. Bu hayvanlar özellikle avlanmıyor olsalar da başka hayvanların avı sırasında ölüyorlar. Ayrıca yaşam alanları her geçen gün daha daralıyor ve daha da kötüsü, insanlarda görülen neredeyse pek çok tür hastalık türü bu gorillere de bulaştığı için sayıları bugün için binin altına düşmüş durumda. 

Bu listedeki bir diğer hayvan mavi yüzgeçli ton balığıdır. Bu balığın neslinin tükenmekte olmasının temel sebebi en sevilen suşi türlerinin bu balığın etinden yapılıyor olması. Eskiden Karadeniz ve Hazar Denizi'nde de avlanan ton balığı artık sadece Atlantik Okyanusu'nda bulunuyor, oradaki avlanma miktarlarıyla da neslinin 2022 yılında tükeneceği öngörülüyor. Benzer şekilde mersin balığı da Karadeniz'de bulunmuyor artık, dünya genelinde de sayıları çok azaldığı için bu listede yer alıyor. 

Bu örneklerden rahatça anlayabileceğimiz üzere dünya üzerindeki 7 milyar insan kendilerine yer açmak ve beslenmek için pek çok canlı türünün sonunu getiriyorlar. Bu yolun sonu artık gelmek üzere, bunu bilerek yaşamak zorundayız. Bu sene içerisinde bilim dünyasının en saygın dergilerinden biri olan Nature'da yayınlanan bir makaleye göre, şu andaki yaşam tarzımıza devam edecek olursak dünyadaki canlı türlerinin %75'i önümüzdeki 240 sene içersinde yok olacak. Bunu daha anlaşılır bir şekilde söyleyecek olursak, insanlık 400 sene içerisinde dünyadaki canlılara 65 milyon yıl önce çarpan meteorun verdiği kadar zarar vermiş olacak. O meteor çarptığı zaman dünyaya dinozorlar egemendi ve 10km çapındaki bir kaya parçası egemen türün sonunu getirdi. Bu aç gözlülükle devam edecek olursak dünyada şu anda egemen olan türün sonunun gelmesi için bir meteora ihtiyaç olmayabilir. 


21 Nisan 2011 Perşembe

Kişisel algılarımız iklim değişikliği hakkındaki görüşlerimizi nasıl etkiliyor?


Orijinal yayın: 21.04.2011 T24 İnternet gazetesi

Sosyal bilimci bir arkadaşımla aramızda şöyle bir yazışma oldu: “Senin öğrencilerin iklim değişikliğinin tüm jargonunu biliyor olabilirler ama biz sosyal bilimciler sizin kadar bu jargona alışkın değiliz, iklim değişikliğini bizim de rahat anlayabileceğimiz şekilde anlatır mısın?” Kendisinden merak ettiği noktaları sormasını istedim, bana yönelttiği ilk soru şu oldu: 

Türkiye'deki mevsimsel değişimler (yazların kısa sürmesi, baharda kar yağan bölgelerin varlığı) Dünya'daki iklim değişikliğinin bir sonucu mudur? 

Bu soruya cevap vermeye girişmeden önce aklıma takılan ilginç bir konuyu paylaşmak istiyorum. Bu arkadaş gibi benim annem de benzer şekilde Nisan ayının yarısını geçmiş olmamıza rağmen hala havaların ısınmamasından şikayetçi. Ona göre de bahar hala gelmedi. Bugün her ikisine de sorsam, iklim değişikliği yok veya varsa da havalar soğuyor cevabını alabilirim. 

Columbia Üniversitesi Psikoloji Bölümü ve Karar Verme Merkezi araştırmacılarından Li, johnson ve Zaval o günkü hava durumu ile kişilerin iklim değişikliğine yönelik sorulara verdikleri cevapları karşılaştırmışlar (Y. Li, E. J. Johnson, L. Zaval, Psychological Science 22 (4) 454 (2011)). Temelde kişilere üç soru sorulmuş: 

1.Bugün hava normalden sıcak mı soğuk mu? 
2.İklim değişikliğine inanıyor musunuz? 
3.İklim değişikliğinin büyük bir sorun olduğunu düşünüyor musunuz? 

Havanın normalden sıcak olduğu günlerde görüşülen kişiler havanın normalden soğuk olduğu günlerde görüşülen kişilere oranla iklim değişikliğine daha fazla inandıklarını ve iklim değişikliğinin büyük bir sorun olduğunu söylemişler. Psikolojide bu davranış biçimine nitelikleri yer değiştirme deniyor, yani anlaşılması ve ulaşılması zor olan ortalama küresel sıcaklıklar yerine bulunduğumuz yerde ve andaki sıcaklığı koyuveriyor beynimiz. Yukarıdakine çok benzeyen bir deneyi sadece soru sorulan kişilerin içinde bulundukları odanın sıcaklığını değiştirerek yapmışlar ve sonuç gene benzer çıkmış: Odanın sıcaklığı arttıkça insanların iklim değişikliğine inançları artıyor, azaldıkça da inançları azalıyor. 

O zaman temelde yapmamız gereken şey ortalamaların ne olduğunu çok iyi kavramak. Benim derslerde verdiğim temel örnek şu: Ben küçükken eğer o günün sıcaklığı 30oC üzerine çıkacaksa annemiz dışarıda oynamamıza izin vermezdi, şimdi ise 30oC'yi aşan sıcaklıklar neredeyse normal hale geldi. Ama siz siz olun böyle genel konuşan kişilere inanmayın çünkü bu kişiler sizi her şeye ikna edebilirler, onun için ben size sayılar vereceğim: 

Annemim yazın sokakta oynamamıza izin vermediği senelerde senede ortalama 23 gün sıcaklık 30oC'nin üzerine çıkıyormuş. Aynı ortalamayı bugün için aldığımızda senede ortalama 63 gün sıcaklık 30oC'nin üzerine çıkıyor. Bu az buz bir fark değil. En sıcak seneyi ya da en soğuk seneyi seçmedim, sadece benim çocukluğumun üç sene ortalamasıyla 2007-2009 yıllarının ortalamasını kıyasladım. 30oC'nin üzerine çıkan günlerin sayısı neredeyse üç katına çıkmış. Dolayısıyla bundan kırk sene önce bir kişiye hava sıcaklığının 30oC olduğu bir gün “havalar ısındı mı?” deseydik alacağımız cevap “evet” iken yaşadığımız yazlarda 30oC olduğunda aynı soruyu sorduğumuzda “pek bir fark yok” cevabını alabiliriz. 

Değişiklikler ani olduğu zaman bu durum birden dikkatimizi çeker, ancak aynı değişiklikler neredeyse bir ya da bir kaç nesil sürecek olursa beynimiz o değişiklikleri algılayamaz hale geliyor. İklim değişikliği konusuna insanları inandırmakta zorluk çekmemizin temel sebeplerinden biri de bu. İklimle ilgili herhangi bir karara varmadan önce en az 10, hatta belki de 30 yıllık ortalamalar alıp karşılaştırmamız gerekiyor. Mesela İstanbul için 1950-1980 yılları arasının ortalamasını alıp bunu 1980-2010 arası ile kıyaslamamız gerekir. Biz bunu yapmak yerine ya bulunduğumuz odanın sıcaklığını ya da son bir kaç günün sıcaklığını kullanıyoruz, bu da bizi yanlış sonuçlara sürükleyebiliyor. 

Sonuç olarak ben arkadaşıma nasıl bir yanıt vermeliyim? Onun sorusuna yanıt verecek olursam, yani yazın bir türlü gelmemiş olması ve hala kar yağıyor olması iklim değişikliğinin kanıtı mı? Cevabım hayır olur, yaz gelmedi çünkü daha Nisan ayındayız ve dünyanın genel olarak serin geçirdiği (ve bunun da sebeplerini bildiğimiz) bir bahar mevsimindeyiz, onun için doğal olarak kar yağıyor olacak ve doğal olarak daha denize girmiyor olacağız. Ama bunların tümü iklim değişikliği yok demek değildir. Sadece bizim algılarımızla sorduğumuz sorular yavaş değişiklikleri algılamakta ne derece yetersiz kaldığımızı gösterir. 

2 Nisan 2011 Cumartesi

İklim Değişikliğinin Küresel Etik Boyutu II


Orijinal yayın: 08.04.2011 

Birkaç hafta önceki yazımda hem insanlığın geleceğini garanti altına alacak hem de tüm insanlar arasında etik açıdan eşit uygulanabilecek ütopik bir anlaşmanın kriterlerini incelemiştim. Bu bilgiler ışığında son yirmi sene içerisinde yapılan devletlerarası çalışmalara baktığımızda bu çalışmalardan neredeyse hiçbirinin belirttiğimiz kriterlere uymadığını görüyoruz. Bir tek istisna 1992'de yapılmış olan Birleşmiş Milletler Çevre ve Gelişme Konferansı, diğer adlarıyla Rio Zirvesi veya Dünya Zirvesi. Bu toplantıya 108'i devlet başkanı seviyesinde olmak üzere 172 ülke katıldı ve alınan kararları bugüne kadar 192 ülke kabul ederek yürürlüğe koydu (eksik ülkeler malum sebeplerden Irak ve Somali). Bu kararlardan alıntılar yapacak olursak: 

Bu anlaşmanın temel amacı atmosferde insan etkisi ile artmakta olan sera gazlarının miktarını iklimi etkilemeyecek bir seviyeye indirmektir (Madde 2). 

Geri dönülemez ve çok ciddi sonuçlara yol açabilecek iklimsel değişikliklerin varlığı konusundaki kanıtlar kesin konuşmaya imkân vermese bile böylesi kanıtların varlığı harekete geçmek için yeterlidir ve daha fazla kanıta sahip olma noktası beklenmemelidir (Madde 3).

Gelişmiş ülkeler sera gazlarının atmosferdeki sera gazı artış miktarlarını azaltmakta öncülük edeceklerdir (Madde 4). 

Ancak Rio Zirvesi'nde alınan kararların bir zayıf noktası vardı ki bu da bu kararların bağlayıcılığının olmamasıydı. Yani ülkeler iklim değişikliği ve bu değişikliğin durdurulması gerektiğinde fikir birliğine vardıklarını açıklıyor ve bunun altına imzalarını koyuyorlar, fakat bu konudaki eylem planını sonra görüşülmek üzere ilerideki toplantılara erteliyorlardı. Burada konu açısından en önemli nokta şudur: Rio Zirvesi'nin kararlarını 192 ülke kabul ederek altına imzalarını atmışlardır. Bu noktada artık "küresel iklim değişikliği var mı yok mu?" veya "küresel iklim değişikliğinde insanların rolü var mıdır?" türü sorular sona ermiştir. Zaman artık "küresel iklim değişikliği vardır ve bunun sebebi insanlardır, bu durumda ne yapmamız gerekiyor?" sorusuna cevap yaratmak zamanıdır. 

Kyoto Protokolü ne yapmamız gerektiği konusunda atılan ilk somut adımdır. Ancak atılan bu somut adımı yukarıdaki dört madde ışığında değerlendirecek olursak bu adımın aslında öylesi önemli bir adım olmadığı, tersine kötüye gidişi hızlandırdığı bile söylenebilir. 

Temelde Kyoto Protokolü'nün hazırlıkları sırasında ülkelerin karbondioksit kotalarını belirlemek için kullanılan prensipler yukarıda belirtilen ahlaki sorumluluklara dikkat edilmesinden çok koyun pazarlığını andırmaktadır.  Mesela Rusya 1990'dan sonra ciddi bir ekonomik çöküntü içine girdiğinden bu anlaşmaya taraf olmakla kazanmak istediği şey karbondioksit miktarındaki azaltma değil gelecekte satacağı karbon kredilerine karşılık alacağı paradır. Bu sebepten de gerçekte indirim yapabilecekleri seviyelerde değil bunların çok daha üstü seviyelerde ısrar ederek kârlarını en yüksek tutma amacı gütmüşlerdir. ABD bir yandan dünyayı en çok kirleten ülke durumundayken bir yandan da bu anlaşmayı sabote etmek için çabalamış, bir diğer yandan ise anlaşmaya taraf olmak için zaten kesmemeyi öngördüğü ağaçlarının kesilmemesini, karbondioksit salımını azaltmaya eşdeğer tutmaya çabalamıştır. Avrupa Birliği ise tek tek ülkeler yerine bir birlik olarak tanınmayı kabul ettirmek için uğraşmıştır. Bu çabaların tümü her şeyden çok ülkelerin kendilerini koruma gayretlerine dayanmaktadır ve bunun ne tarihsel sorumluluklarla ne de bugünün imkânlarıyla alakası vardır. Özellikle ABD kendi geçmiş sorumluluklarını tamamen göz ardı ederek gelişmekte olan ülkelerin de bu anlaşma kapsamında kısıtlamalara gitmelerini şart koşarak neredeyse anlaşmaya uymayacağını baştan duyurmuştur. Ancak tüm bu manevralar yapılırken en önemli konu göz ardı edilmiştir.  

Kyoto Protokolü sonucunda üzerinde anlaşmaya varılan salım seviyeleri sürdürülebilir olmaktan son derece uzaktır.  Bu anlaşma 2012 yılında gelişmiş ülkelerin karbondioksit salımlarını 1990 seviyesinin %5 altına indirmelerini öngörmektedir. Şu an 390 ppm olan karbondioksit seviyesi her yıl 2 ppm artmaktadır. Pek çok bilim insanına göre eğer karbondioksit seviyesi 450 ppm'in üzerine çıkacak olursa bu artık bildiğimiz hayatın sonu anlamına gelmektedir. Şu andaki artış miktarı ile 2040 yılı civarında dünya dönülmez noktayı geçecektir, dolayısıyla da hemen ciddi kısıntılara gitmemiz gerekiyor. Çoğu bilim insanı bu kısıntılar konusunda hemfikir olmasa da en iyimser olanlar bile 2050 yılındaki salımımızın 1990 seviyesinin en az %60 altında olması gerektiğini söylemekteler. Dolayısıyla da Kyoto Protokolü'nün 2012 yılı için getirdiği %5 azalma insan cinsinin sürdürülebilmesi açısından yeterli olmaktan çok uzaktır. 

Bu protokol üzerindeki karar çabalarının sonunda doğru ve haklı olandan çok güçlü olan karlı olarak ayrılmıştır toplantı masasından. Tartışmalarda Amerikalıların "sadece 4 silindirli arabalarla nasıl yaşayabiliriz" çığlıkları Tuvaluluların "%5 çok az, %5 ile 2050 yılında tüm ülkemiz sular altında kalacak, bizler de ya öleceğiz ya da başkalarının topraklarında sığıntı olarak yaşayacağız" feryatlarını bastırmıştır. Bu, işlevsel adalet açısından Kyoto görüşmelerinin getirdiği en büyük felakettir. Toplantılarda küresel iklim değişikliğinden en çok etkilenecek ve en fazla zarar görecek ülkelerin değil en az etkilenecek fakat en çok şeyi yapması gereken güçlü ülkelerin dedikleri olmuştur. Kyoto görüşmeleri ertesinde bizim hükümetimiz de sorumluluktan kaçmak için kendisini Amerika ile aynı eksene oturtmuş ve onların bu anlaşmayı kabullerini bizim de kabulümüz için ön şart olarak koymuştur. Halen de Amerikalıların yaygaralarının Tuvaluluların feryatlarından daha kuvvetli olacağı öngörüsü ile iklim değişikliği politikamıza yön verilmektedir. Bir dahaki anlaşmaya taraf olmak için TBMM'ye getirilen Kyoto Protokolü'nün kabulü bile ülkemize bu konuda bir sorumluluk yüklememektedir. Ülkemiz de uluslararası anlaşmalara imza atmamış olmanın verdiği rahatlıkla 1990'da 187.000 Gg olan karbondioksit eşdeğeri sera gazı salımını 2008'e kadar %96 arttırarak senede 366.000 Gg karbondioksit eşdeğerine çıkartmış ve Kyoto'ya taraf olan ülkeler içerisinde birinciliği kimseye kaptırmamıştır. Umudumuz bir sonraki anlaşmada zayıfların sesinin güçlülerden daha çok dinlenmesi yönündedir, ancak hükümeti haklıdan ziyade güçlüden yana olmayı seçen bir ülke insanı olarak uluslararası arenada başımızı dik tutmamız her geçen gün zorlaşmaktadır. 

Küresel iklim değişikliği konusunda yapabileceklerimize göz atarken en önemli unsur kendimizi kandırmamaktır. Mesela bir sene boyunca televizyonumuzu uzaktan kumanda ile kapatmak yerine gidip düğmesinden kapatıyoruz. Bu bize iklim değişikliği ile mücadele ettiğimiz hissini veriyor ve rahatlıyoruz. Bugünkü durumu ile Kyoto iklim değişikliği açısından televizyon düğmesi örneği ile eşdeğer. Kişilere ve devletlere bir şeyler yaptıkları hissini veriyor, ancak yapılan şeyler gerçekten faydalı olmaktan çok uzaklar. Eğer gerçekten fayda sağlamak istiyorsak televizyonu düğmesinden kapatmak yerine televizyonu toptan kaldırıp atmalıyız evimizden, çünkü esas harcama televizyon seyrederken yapılıyor, televizyon kapalı iken değil. Hadi diyelim televizyonu atamıyoruz, o zaman bari aldığımız televizyonun az enerji harcayan bir televizyon olmasına çalışalım, her gün biraz daha çok yürüyüp biraz daha az araba kullanalım. Bunların tümü gelecek için daha güzel sonuçlar doğuracak eylemlerdir. Ancak Kyoto benzeri %5 ile kendimizi kandırırsak, veya televizyonu düğmesinden kapattık diye üzerimize düşeni yaptığımızı zannedersek bu davranışlar bizi iyiye götürmektense kötüye gidişimizi hızlandırır. Artık zaman kendimizi kandırma değil gerçekleri görerek eyleme geçmek zamanıdır.