26 Ocak 2018 Cuma

Sürdürülebilirliğin içini yeniden nasıl doldurabiliriz?

Kabul, önce sürdürülebilir gelişme denildi, hemen bunu sürdürülebilir kalkınma olarak tercüme ettik. Kalkınmayı ekonomik büyüme olarak algıladık ve hedeflenenin çok uzağında bir kullanıma sahip oldu. Sürdürülebilir kalkınma yerine ekonomiden daha geniş kavramları anlatabilmek için sürdürülebilirlik denildi, ama şirketlerin sürdürülebilirlik raporları hazırlatmaya başlamalarıyla bu kavram da sistemin karlılığını sürdürebilmesinin bir yöntemi olarak anlaşılmaya başlandı. Doğruları anlatmak için kullandığımız her kavram yanlışları veya eksikleri anlatmak için kullanıldığında küsüp yeni kavramlar bulmaya mı çalışacağız? Ben kavramlarımız için savaşalım diyorum. Sürdürülebilirliğin içini doldurabilecek yeterince fikir var elimizde. Tüm bu fikirleri kullanarak sürdürülebilirliğin içini doldurmak ve bu kavramı savunmak içi boşaltılacak yeni kavramlar bulmaktan daha akıllıca değil mi? Yeni bir kavram isterseniz biyo-sosyal dirençlilik kavramını kullanabilirsiniz, ama emin olun savunmazsanız! O kavram da kısa sürede ekonomik sistemin dilinde oyuncak olur.
Biz bu gezegende insanların, ama istisnasız tüm insanların temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir yaşam sürebilmelerini, bunu yaparken de doğaya doğanın tamir edebildiğinden fazla zarar vermemelerini ve gelecek nesillerin kaynaklarını tüketmemelerini istiyoruz. Siz bu tanıma istediğiniz adı verebilirsiniz ama biz sürdürülebilirlik diyoruz. Bu sürdürülebilirlik insan türünün sürdürülebilirliği ama aynı zamanda diğer canlı türlerinin de sürdürülebilirliği olmak zorunda. İnsan türünü sürdüreceksek tüm kaynakları az kişinin ellerinde toplayıp çoğunluğu sefil bir yaşama mahkum edemeyiz, bu nedenle sürdürülebilirlik hepimizin ortak sürdürülebilirliği olmalı. Çevreye verdiğimiz zarardan dolayı dünyanın önemli bir kısmı canlı yaşamına uygun olmayan bir hale gelmeye başladı ve bizler bu yolda devam edecek olursak çok kısa zamanda gezegenin bizlere bir hayat sunabilme limitlerine ulaşacağız. Sürdürülebilirlik bize hem birlikte nasıl yaşayacağımızı, hem de bu gezegeni paylaştığımız tüm canlılarla nasıl ortak bir yaşam sürdürebileceğimizi anlatmalı.
Özellikle son yüz sene içerisinde gezegenimizi çok hor kullandık. Bu şekilde devam edecek olursak kısa süre içerisinde dünya da tepki vermeye başlayacak. Bu nedenle gezegenimizin sınırlarını çok iyi anlamalı ve o sınırları zorlamamalıyız. Gezegenimizin sınırlarının en önemlisi atmosferimizin yapısıdır. İnsanlık, atmosferin sıcaklığının kısa sürede 5-6 derece değiştiği çağlarda ancak mağaralarda yaşıyordu. Son 10000 senedir fazla değişmeyen sıcaklıklar bu medeniyeti kurmamıza en önemli katkıyı yaptı. Endüstrileşmenin etkisiyle atmosfere saldığımız sera gazları ise atmosferi tekrar 5-6 derece ısıtarak bu medeniyetin sonunu getirebilir.
Atmosferimiz ve üst katmanlarındaki ozon tabakası bizi aynı zamanda güneşin zararlı ışınlarından korur. Bu kalkana zarar verecek olursak sadece dünya yüzeyindeki insan yaşamına değil tüm canlıların varlığına da engel olabiliriz. Ayrıca özellikle kömür yakan termik santrallerin atmosfere saçtığı toz, kül ve diğer parçacıklar bir yandan nefes almayı zorlaştırırken diğer yandan da atmosferin ışığı geçirebilmesine engel olarak dünyanın ısı dengesine zarar verirler.
Atmosfere saldığımız fazla karbondioksit denizlerde çözünerek deniz suyunun asitleşmesine yol açar. Bu asitleşme ise denizlerdeki yaşamın temelini oluşturan planktonların yaşamlarını sürdürebilmelerini zorlaştırır. Dünyanın dörtte üçünün denizlerden oluştuğunu düşünecek olursak buradaki besin zincirinin kırılması tüm yaşam için önemli bir felakettir. İnsanların sadece denizleri değil karaları da kirletmeleri çoğu canlı türünün kaybolmasına neden olmuştur. Bu canlı türleri bizleri hayatta tutan bir ekosistemin önemli parçalarıdır. Bu parçalar tek tek kaybolduğunda insanların tek canlı türü olarak yaşamaları mümkün değildir. Özellikle tarım alanında kullanılan türlü kimyasallar ve diğer endüstrilerden salınan kirleticiler bizler de dahil tüm canlıların yaşam alanlarını tehdit etmektedir.
Bir yandan iklim değişikliği nedeniyle yağış rejimlerinin farklılaşması, öte yandan endüstriyel kirleticilerin artan miktarlarda kullanılması tatlı su kaynaklarımızı da tehdit etmektedir. Kurak ve yarı kurak bölgelerde yaşanan su kıtlığı bu bölgelerdeki yaşamı tehlikeye sokmaktadır. Ayrıca orman alanlarının tarım arazilerine çevrilmesi de bu bölgelerdeki yağışları etkileyen önemli faktörlerdendir. Tarımda aşırı veya yanlış gübre kullanımı da besin üretmek için güvendiğimiz tarım alanlarındaki toprağın verimlilik kaybına yol açmaktadır. Aynı zamanda da bu fazla gübrenin akarsular yoluyla denizlere taşınması da denizlerdeki canlı yaşamının dengesini bozmaktadır. 
Tüm bu unsurları dikkate aldığımızda insanlığın gezegenin değişik sınırlarına dayandığı ve hatta bunlardan bazılarını aştığı kolayca anlaşılabilir. Bu sınırların aşılması gezegenin kendi kendisini temizleyerek gelecek nesillerin de yaşamasına imkan verecek bir yer olma özelliğini kaybetmesi anlamına gelir. Kısacası gezegenin sınırlarının aşılması, doğa bağlamında canlı yaşamının sürdürülebilirliğini tehlikeye sokar.
Gezegenin sınırlarına saygı duyacak bir hayat sürdürmek ise karşı karşıya kaldığımız sürdürülebilirlik problemlerinin sadece bir kısmını çözmemize imkan tanır. Kendi aramızdaki sorunlara çözüm getirebilmek de medeniyetimizin sürdürülebilirliği açısından doğanın sınırları kadar önemlidir. On binlerce yıl boyunca dağınık bir biçimde yaşayan az sayıda insan birden çoğalmaya başladı ve özellikle de son dört yüz yıl daha önceki zamanlara kıyasla akıllara durgunluk veren gelişmelere sahne oldu. İnsan medeniyeti bu gelişmeler karşısında henüz durup bir değerlendirme yapma fırsatı bulamadı. Ancak bu değerlendirmeyi kısa sürede yapmayacak olursak bundan dört yüz yıl sonra aynı medeniyete sahip olamayabiliriz.
Dünyada yaşayan insanların tümü genetik açıdan birbiri ile neredeyse aynıdır. Bizleri birbirimizden farklı kılan şey genetik yapımız değil kültürdür. İçinde yaşadığımız kültür ise bu farklılıkların artmasını destekliyor. Farklılıkların artmasına neden olan bu yapı içerisinde özellikle de artan çevresel baskılar altında huzurlu bir hayat sürebilmemiz ancak farklılıklarımızı azaltmakla mümkündür. 
Farklılıkların başında gelir farklılığı gelmektedir. Gelir farklılığı; ülkeler arasındaki gelir farklılığı olabileceği gibi ülke içindeki gelir farklılığı da olabilir, ama her iki durumun da uzun vadede olduğu gibi devam etmesi mümkün değildir. Tüm ulusların ve bu ulusların yurttaşlarının eşit olmasını beklemek ütopik olabilir ama herkesin temel ihtiyaçlarını karşılayacak bir gelire sahip olmasını sağlamak toplumsal barışı ve huzuru sağlamak açısından son derece kıymetlidir.
Gelir farklılığını yaratan faktörlerin başında ise eğitim, sağlık ve beslenme gibi temel ihtiyaçlara ulaşmadaki farklar gelmektedir. Kişilerin bu temel ihtiyaçlarının sağlanabilmesi kişisel gelişimin ve insan haklarının ana unsurlarını oluşturmaktadır. Sürdürülebilir bir toplum ancak iyi eğitim şansını bulan, doğru beslenen ve sağlıklı çocuklardan oluşabilir.
Kadın ve erkeklere farklı davranılması ve aynı şansın verilmemesi de toplumların gelişme kaynaklarını yeterli derecede kullanamamalarına yol açar. Dünyanın yarısına ayrıcalıklı davranarak daha sağlıklı bir toplum yapısı kurmamız kolay olmaz.
Doğa ve toplum yapısının yanında üretim sistemleri de sürdürülebilir olmak zorundadır. Günümüzün üretim sistemleri doğrusal yapılarıyla her geçen gün daha fazla malzeme tüketip daha fazla çöp üretiyor. Üretilen çöpün bir kısmı geri dönüştürülebilse bile hem geri dönüşüm maliyeti yüksek olduğundan hem de ürün geri dönüşebilir biçimde tasarlanmamış olduğundan istenen verim elde edilemiyor. Biz farkında olmadan doğada kullandığımız ham maddeler de tükenmeye başlıyor. Ham maddeleri bu hızda kullanmaya devam edecek olursak alışmış olduğumuz sanayi üretimi bu şekilde devam edemeyecek. Bunun temel sebebi, endüstrinin üretim hızının ham maddelerin şimdiye kadar kolay elde edilen kısmını kullanıyor olmasıydı. Gerek petrol, kömür ve doğal gaz gibi enerji veren yakıtlar, gerekse de lityum veya fosfor gibi endüstri ve tarımın gerekli ana yapı taşları artık daha zor bulunmaya başlıyor. Bundan dolayı endüstriyel üretimi sürdürebilmek için üretim sistemimizi baştan tasarlamamız gerekiyor.
Bu tasarıma enerji sistemlerinden başlamak zorundayız. Enerji sistemleri bugüne değin devletlerin üretim tekelindeydi, ancak günümüzde enerjinin bireylerin tekeline geçmesi hem enerjinin arz güvenliği hem de sürdürülebilirliği açısından vazgeçilmezdir.

Endüstriyel üretimde ise kısa ömürlü kullan-at ürünler ham madde kaynaklarına en büyük yükü getiren düşünce yapısının ürünüdür. Burada hem ürünlerin kullanım ömürlerini uzatan tasarımlar, hem de ürünlerin tüm yaşam döngüsünün atık üretmeyecek şekilde kurgulanması gereklidir. Döngüsel ekonomik düşünce bu iki önemli yaklaşıma dayanmaktadır. Döngüsel üretim sistemleri atık üretmeden elimizdeki malzemeleri olabildiğince uzun süre kullanmaya ve kullanılmaz hale geldiklerinde de yenileyerek ya kullanmaya devam etmemiz ya da kullanacak kişilere vermemiz üzerine yapılandırılmıştır. Üretim sistemlerinin sürdürülebilirliği ancak bu yeni düşünce yapılarının sanayi üretimine katılmasıyla mümkün olabilir.
Yalnız, tüm bu değişiklikler aynı zamanda bizim düşünme ve yaşama biçimlerimizi de yeniden sorgulamamızla mümkün kılınabilir. Yaşadığımız kentlerin ve kırsal bölgelerin sürdürülebilir bir hayat için tasarlanması ve kullanılması gereklidir. Burada alınması gereken önemli ve zor kararlar vardır. Bu zor kararları birilerinin bizim için almasını beklemek hayalciliğin ötesine geçmez. Bu nedenle sürdürülebilirlik aynı zamanda yeni bir yönetişim yaklaşımı gerektirir. Karar alma yapılarına hepimiz bilinçli bir biçimde katkıda bulunabildiğimiz ölçüde sürdürülebilir bir gelecek yaratabiliriz. 
Bu gezegen üzerindeki hayatımız yakın zamana kadar önemli bir problemle karşılaşmadan devam ediyordu. Ancak bilinçsiz büyüme ve genişleme karşımıza türlü sorunlar çıkartmaya başladı. Bu sorunların önemli bir kısmı da teknolojinin büyülü bir dokunuşuyla çözülemeyecek bir boyuta ulaştı. Dolayısıyla eğer bu gezegende yaşamaya devam etmek istiyorsak gezegenin kaynaklarını tüketmeden yaşamanın, yani sürdürülebilir olmanın bir yolunu yaratmak zorundayız. Bu bir tercih değil bir mecburiyettir.