1 Aralık 2012 Cumartesi

Günün Fosili Türkiye!

Orijinal yayın: 01.12.2012 T24 İnternet Gazetesi
Katar'ın başkenti Doha'da yapılmakta olan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı'nda salı günü ülkemiz günün fosili seçildi. Her ne kadar bir ödül almış gibi görünsek de bunun övünülecek bir ödül olmadığını baştan söylememiz gerekiyor.
Dünya ülkeleri 1992 yılında Birleşmiş Milletler öncülüğünde bir araya gelerek dünyanın atmosferini zararlı sera gazlarından korumak üzere bir karar aldı. Bu kararın devamı olarak da her senenin sonunda toplanarak bu konuda bir değerlendirme toplantısı yapmayı da kararlaştırdı. Her yıl değişik bir ülkede yapılan toplantıların on sekizincisi bu günlerde Katar'ın başkenti Doha'da yapılıyor. Bu noktada “bu toplantı neden atmosfere zarar veren gazları bolca salan, yaptıkları fazla umurunda olmayan ve önemli bir petrol üreticisi ülke olan Katar'da düzenleniyor?” diye sormayın, ne cevabını ne de mantığını anlamıyorum bu olgunun.
İklim Değişikliği Konferansı'na çoğu 194 ülkeden resmi devlet temsilcileri, bilim insanları ve sivil toplum kuruluşları olmak üzere yaklaşık 20.000 kişi katılıyor. Bu konferansta katılımcılar yapılanları gözden geçiriyor ve neler yapılması gerektiği konusunda bir görüş oluşturmaya çalışıyorlar.
Bu ve daha önceki konferanslarda sivil toplum kuruluşları her gün iklim değişikliği konusunda hareketsiz kalarak ya da zararlı eylemlerde bulunarak atmosfere zarar veren bir ülkeyi günün fosili seçiyorlar. Ülkemiz geçen yılki “Günün Fosili” ödülünden sonra bu yıl da “Günün Fosili” ödülüne layık görüldü. Ödül alma sebebimiz şu şekilde açıklandı: Tıklayın... 
“Küresel kömür yatırımlarında dünyada 4. olması; üstüne üstlük Enerji Bakanlığının 2012’yi kömür yılı ilan etmesi, bunun yanı sıra Kyoto Protokolü kapsamında mutlak sera gazı azaltım hedefi belirtmemesi ve Kyoto Protokolü ikinci yükümlülük döneminde de azaltım hedefi belirtmeyeceğini açıklaması sebebiyle Türkiye bu yıl müzakerelerin ikinci gününde Günün Fosili ödülünde birinciliği aldı.”
Bildiğiniz gibi atmosfere zarar veren sera gazlarının başında karbondioksit geliyor. Fosil yakıtları arasında ise kömür atmosfere en fazla zarar veren yakıt türü. Ülkemiz ise çalışan ve kurmakta olduğu 51 tane kömürle çalışan termik santralle dünyada Çin, Hindistan ve Rusya'nın ardından dünyada kömür santralleri yatırımında dördüncü sırada bulunuyor. Geçen sene aldığımız ödülün ardından yazdığım yazıda da belirttiğim gibi, 1992 yılında imzalanan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi'ne taraf olan ülkemiz sera gazı salımını 1990 seviyesinin altına düşürme yükümlülüğünün altına girmiştir. Ancak sera gazı salımını 1990 seviyesinin %115 üzerine çıkaran ülkemiz bu oranı daha da arttırmak için yeni termik santral yatırımlarına da girişmiştir.
1992 yılındaki Çerçeve Sözleşmesi'nin ardından 1997 yılında taraf devletler Kyoto Protokolü'nü kabul ederek sera gazı azaltma taahhütlerini yaptırıma bağlama yükümlülüğü altına girmişlerdir. Ülkemiz ise uzun süre Kyoto Protokolü'nü kabul etmemek için direnmiş, ancak Avrupa Birliği müzakere başlıklarının dayatması altında 2009 yılında bu anlaşmayı meclisten geçirerek yürürlüğe sokmuştur. Ama doğal olarak beklenen ülkemizin bu anlaşmayı sadece imzalamakla kalmayıp anlaşma şartlarına da uymasıdır. Ülkemiz ise beklentilerin aksine 2007-2012 azaltım dönemi için hiçbir azaltma taahüdüne girmemiş ve sadece bu konudaki fonlardan yararlanma amacını gütmüştür. Ancak çabasızlığımız bununla da kalmayarak bu ay içerisinde Kyoto Protokolü'nün bir sonraki döneminde de herhangi bir sera gazı azaltım taahüdünde bulunmayacağımız açıklanmıştır. Bu iki konu bize Günün Fosili Ödülü'nü getirmeye yeter de artar bile.
Ancak burada benim duruşumun yanlış anlaşılmasını istemem. Çevreci bir bilim insanı olarak gönlüm doğal olarak bizim hem bu anlaşmaları imzalayıp hem de şartlarını elimizden geldiğince yerine getirmek için gerçekten çabalamamızdan yana. Bu olmayacaksa en azından kabul edebileceğim şey bu anlaşmalara taraf olmayı reddedip dürüstçe “iklim değişikliği bizim umurumuzda değil” diyerek büyümeye odaklanmamız. Şu andaki durumda yapılan ise bir yandan “evet, evet iklim değişikliği tabi ki bizim umurumuzda ve bu konuda elimizden geleni yapıyoruz” demek. Diğer yandan da değil elimizden geleni yapmak, tam ters tarafa dönerek iklim değişikliğine en kötü katkıyı yapan ülkeler sıralamasına başa güreşmek. Bu durum sürdürülebilir bir yaşam için çabalayan insanların elini kolunu bağlıyor. Lütfen bu oyuna gelmeyelim.

30 Ekim 2012 Salı

Sandy: Tarihi fırtınaların ilki!

Orijinal yayın: 30.10.2012 T24 İnternet Gazetesi

Artık hazır olun, bundan sonraki haberlerin tümü benzer olacak: “Süperfırtına Sandy Amerika'nın Doğu Yakası'nı yerle bir etti 30.10.2012”, “Süperkasırga Humberto'dan sonra artık Miami haritadan silindi 17.08.2013”, “En Süperkasırga Odette vurduğunda New York on metre su altında kaldı 11.09.2015”. Gelecek bu fırtınalarla dolu olacak, buna hepimizin hazır olması lazım. Hatta şöyle bir habere bile “Akdeniz'de görülen ilk kasırga Kıbrıs'ta büyük hasara yol açtı 30.08.2045”. Tüm bunların gayet basit bir sebebi var:
 
Kasırgalar deniz üzerinde oluşur. Altlarındaki deniz suyunun sıcaklığı ne kadar yüksekse, kasırga da o denli güçlü olur. İklim değişikliği nedeniyle okyanusların ortalama sıcaklığı artıyor, bu da hem daha fazla kasırga oluşumuna davet çıkartıyor, hem de oluşan kasırgaların daha kuvvetli olmasına neden oluyor. Şimdi size bir kaç ilginç bilgi vereyim Sandy Kasırgası ile ilgili.
 
• Kuzey Atlantik'teki kasırga sezonu 1 Haziran'da başlayıp 30 Kasım'da sona erer. Yani kasırga sezonunun sonuna gelirken bu büyüklükte bir kasırgaya rastlamak çok sıra dışıdır (suların bu yaz çok ısındığını unutmayın).
 
• Kuzey Atlantik'te her sene ortalama 10 tane tropik fırtına / kasırga görülür. Bu sene 19 tane görüldü.
 
• Sandy şimdiden tarihteki en fazla maddi hasar yaratan ilk üç fırtınadan biri oldu. Daha ne New York çevresindeki havaalanlarındaki hasar ne de metro sisteminin ne kadar zarar gördüğü biliniyor.
 
• Bir kasırganın “çok büyük” kabul edilmesi için büyüklüğünün 888 kilometreden fazla olması gerekiyor. Sandy'nin büyüklüğü 1500 km. Yani Sandy çok büyük fırtınalardan bile çok büyük bir fırtına.
 
• Fırtınanın büyüklüğü 500 km olsa tamamının karaya çıkması fazla uzun sürmeyeceği için deniz seviyesinin de yükselmesi çok kısa süreli olur. Ancak bu büyüklükteki bir fırtına deniz seviyesinde çok daha uzun süreli yükselmelere neden olur, bu da su altında kalan yerlerin çok uzun süre su altında kalmaya devam edecekleri anlamına gelir. Doğal olarak da su ne kadar geç çekilirse, hasar da o denli artar.
 
• Normalde fırtınalar deniz üzerinde kuvvetlidir ve karaya çıktıklarında zayıflarlar. Ancak Sandy Philadelphia yakınlarında karaya çıktıktan sonra kıta üzerindeki soğuk hava akımları ile birleşerek bu sefer bir kış fırtınası karakteri aldı. Yani içinde bol nem barındıran bir tropik fırtına soğuk hava kütlesi ile karşılaşınca aniden soğuyacağı için, içinde barındırdığı nemi hızlıca yağmur ve kar olarak kaybedecek. Bu da normalde beklenebilecekten çok daha fazla yağmur ve üzerine kar demek.
 
Son olarak da güncel bilgilerle bitirelim:
 
• Hasarın ne kadar büyük olduğunu tespit etmek bile mümkün değil. Yollar geçilmez, telefon hatları ve elektrik kesik olduğundan ancak helikopterlerle inceleme yapmak mümkün, ama bu tür rüzgara dayanacak helikopterler kurtarma çalışmalarında kullanıldığı için durumun ne derece kötü olduğu tahmin edilebiliyor ancak.
 
• Metro sistemlerinin büyük kısmı sular altında. New York metrosu deniz seviyesinin altında olduğu için dolan suyun tamamının dışarıya pompalanması gerekiyor. Bu da günler değil haftalar hatta aylar sürebilir. Ama daha önemlisi, sular dışarıya pompalandıktan sonra içeriye dolan tuzlu suyun elektronik aksama yaptığı zarardan dolayı tüm sistemlerin yenilenmesi gerekir.
 
• New York bölgesindeki üç havaalanı da deniz seviyesinde ve pistleri su altında. Suların kendiliğinden çekilmesini beklemekten başka yapacak şey yok, ama aynı zamanda uçakların inişini sağlayan elektronik algılama sistemlerinin de tamamı tuzlu su altında kaldığı için ne derece zarar gördüğü bilinmiyor.
 
Umarım bu seçim kampanyaları sırasında iklim değişikliği konusunda bir tek kelime etmeyen iki başkan adayına da ciddi bir uyarı olmuştur. Amerikan ekonomisi bu fırtınanın yarattığı 20-40 milyar dolarlık hasarın altından kalkabilir. Ama unutmayın, Sandy sadece birinci kategori bir kasırgaydı. Humberto üçüncü, Odette beşinci kategori bir kasırga olacak. Haa, maddi anlamda, New Orleans'ı 2005'te etkileyen Katrina karaya vardığında üçüncü kategori bir kasırgaydı ve 108 milyar dolar hasara neden oldu. New York'u, Washington'u veya Boston'u vuracak bir beşinci kategori kasırganın ne kadar hasara yol açabileceğini hayal gücünüze bırakıyorum...

29 Eylül 2012 Cumartesi

2030 yılına kadar iklim değişikliği ülkemizde 850.000 kişiyi öldürecek!

Orijinal yayın: 29.09.2012 T24 İnternet Gazetessi
İspanya merkezli araştırma kuruluşu DARA'nın geçtiğimiz hafta açıkladığı İkinci İklim Hassasiyeti Raporu medyada geniş ilgi uyandırdı. Özellikle “2030 yılına kadar dünyada 100 milyon insan iklim değişikliği nedeniyle hayatını kaybedecek” başlığı sanırım çoğu kişinin ilgisini bu rapora çekmeyi başardı.
DARA raporu aslında bilimcilerin yıllardır yaptıkları çalışmaların bir özeti olarak kabul edilebilir. Raporun temel dayanağı indisli bilimsel dergilerde bu alanda bugüne kadar yapılmış çalışmalar. DARA bu çalışmalara dayanarak gerek dünya gerekse de tüm ülkeler için iklim hassasiyetini incelemiş. İklim hassasiyetini belirlemek için de aşağıda sözünü edeceğimiz 34 parametre kullanılmış.
Bu parametrelerin toplamından ülkemiz için ortaya çıkan sonuç hiç iç açıcı değil. Bu rapora göre 2030 yılına kadar ülkemizde 850 bin kişi hayatını kaybedecek, 2030 yılında iklim değişikliğinden direkt olarak etkilenen insanların sayısı 4 milyonu aşacak ve bu sorunların üstesinden gelebilmek için harcamamız gereken para tüm Gayrı Safi Milli Hasılamızın %1,7'si seviyesine gelecek. Tüm bu sorunlar gene de ülkemizi iklim değişikliğinden ciddi ölçüde etkilenecek ülkeler grubuna sokuyor. Her parametrenin etkisi öncelikle aşırı - şiddetli – fazla – ortalama – az olacak şekilde beş kategoride değerlendiriliyor. Bizi ilgilendirecek parametrelere tek tek bakacak olursak:
  • Kuraklık (fazla): Kuraklık nedeniyle senelik ek zararımız 35 milyon dolardan 65 milyon dolara çıkıyor.
  • Sel ve toprak kaymaları (ortalama): Sel ve toprak kaymalarında senede ortalama 10 can kaybı, 100 milyon dolar maddi hasar ve 35.000 kişinin etkilenmesi bekleniyor.
  • Biyolojik çeşitliliğin azalması (şiddetli): Biyolojik çeşitliliğin azalmasından, yani şu anda yetişen bazı bitkilerin ve hayvanların yetişememesinden doğması beklenen zarar senede 7 milyar dolar olacak.
  • Çölleşme (şiddetli): Verimli tarım arazilerinin çölleşmesinden dolayı senelik kaybımız 950 milyon dolar olacak.
  • Üretim verimliliği (ortalama): İklim değişikliği nedeniyle verimlilik kaybının maddi karşılığının 1,25 milyar dolar olması bekleniyor.
  • Deniz seviyesindeki değişiklik (ortalama): 2030 yılında senede ortalama 85 km3 toprak kaybedeceğiz, bu senede 750 milyon dolar zarara sebep olacak.
  • Su kıtlığı (şiddetli): Yağışların azalmasından dolayı su ihtiyacımızı karşılamak bize 5,5 milyar dolara mal olacak.
  • Sıcaktan ölümler (fazla): Senede sadece sıcaktan can kayıpları 550 olacak.
  • Menenjit (ortalama): 2030 yılında fazladan 150.000 menenjit vakası görülmesi bekleniyor.
  • Tarım (fazla): İklim değişikliğinin 2030 yılında senelik 2 milyar dolar tarımsal ürün kaybına sebep olacağı düşünülüyor.
  • Balıkçılık (ortalama): Denizlerin sıcaklığı ve asitliliğinin değişmesi balıkçılıkta senede 1,25 milyar dolar zarara sebep olacak.
  • Ormancılık (ortalama): İklim değişikliği ve karbon ekonomisinin ormanlarımıza olan zararının maddi boyutunun 1 milyar dolar olması bekleniyor.
  • Hidroelektrik santralleri (fazla): Yağış rejimindeki değişikliklerin etkisiyle üretimdeki kaybın maddi karşılığı 250 milyon dolar olacak.
  • Hava kirliliği (aşırı): Karbon yakıtlarına dönük teknolojilerdeki ısrarımız senede 35.000 insanımızın bu yolla hayatını kaybetmesine yol açacak, bu sayı bugün için bile 25.000 civarında.
  • İç mekan dumanı (fazla): Çok önemli görmediğimiz ve sadece soba zehirlenmelerinden ölümleri bağladığımız ısınma için kömür kullanımı, sebep olduğu çeşitli akciğer hastalıkları nedeniyle 15.000 kişinin hayatını kaybetmesine yol açacak.
  • İş kazaları (fazla): Petrol ve kömür çıkartmak için kazalarda ve çalışma koşullarından bugün de insanlar can veriyor ama bu sayı 2030 yılında 400'ü bulacak.
  • Cilt kanseri (fazla): İklim değişikliği nedeniyle görülen cilt kanseri vakalarındaki artış senede 250 kişinin ölümüne yol açacak.
Bu bilgilere dayanarak, 2030 yılında iklim değişikliğinin ekonomimize 20 milyar dolar ek yük getireceğini öngörmek mümkün. Benzer şekilde çoğu karbon yakıtlarına bağımlılığımızdan kaynaklanan senede 50.000 can kaybı beklentisi umarım devlet politikalarımızın daha az kömür ve petrole dayanacak şekilde ilerlemesine vesile olur.

26 Eylül 2012 Çarşamba

Kuzey Denizi'nin buzları neredeyse eridi!

Orijinal yayın: 26.09.2012 T24 İnternet Gazetesi

Önce size daha az kötü haberi vererek başlayayım: Kuzey Denizi'ndeki buz miktarı bu sene tarihte ölçülen en düşük seviyeye indi. Şimdi bunun neden ve sonuçları hakkında basit bilgiler verelim.

  • Güney Kutbu'nun aksine Kuzey Kutbu'nun altında kara parçası ya da adalar yoktur. Gezegenimizin kuzeyi tamamen açık olan bir denizdir.
  • Dolayısıyla Kuzey Kutbu'ndaki buzlar eridiğinde altından bir kara parçası değil okyanus çıkacak.
  • Eylül ayında Kuzey Kutbu'ndaki buzun alanı en düşük seviyeye iner (doğal olarak kuzey yarım küre yaz aylarının sonu). En düşük buz alanı normalde, yani bundan elli veya yüz sene önce 10 milyon km2 civarındaydı. Bu sene ise Eylül ayında buzun alanı 4 milyon km2 civarına düşmüştü. Kıyaslama açısından Türkiye'nin alanı kabaca 780,000 km2'dir. Yani bu sene Kuzey Kutbu'nda Türkiye'nin yüz ölçümünün sekiz katı kadar bir alandaki buz erimiştir.
  • Normalde Kuzey Kutbu'ndaki buzun kalınlığı 3m civarındadır. Yani gözünüzde buz dağları canlanmasın. Bu sebeple de bu buzun erimesi çok zor değildir.
  • Kuzey Kutbu'ndaki buz eridiği zaman altından okyanus suları çıkar.
  • Yukarıdan bakıldığında buz beyazdır, ışığı yansıtır, böylelikle de yüzeyin çok ısınmamasını sağlar. Kışın siyah, yazın beyaz giymemizin sebebi budur.
  • Buz eridiğinde Kuzey Kutbu'nda koyu lacivert renkli okyanus görünmeye başlar. Bu da o bölgenin güneşten gelen ısıyı daha fazla emip daha da fazla ısınmasına sebep olur.
  • Okyanus suları daha da ısındıklarında daha erimemiş olan bölgedeki buzların da daha hızlı erimesine yol açar.
  • Kuzey Kutbu'ndaki buzların tamamı eridiği zaman orada tekrar buz oluşmasını sağlamak imkansızdır. Yani bu çokça sözü edilen bir “devrilme noktasıdır”. Bu noktayı geçtikten sonra dünyanın eski sıcaklık düzenine dönmek mümkün değildir.
  • Buzların üzerinde kalan zavallı kutup ayıları benim fazla umursadığım bir konu değildir, sizin de olmamalı. Çünkü birileri dikkatinizi koyu lacivert ve ısıyı emip dünyayı daha da ısıtan okyanustan çekip kutup ayılarına vererek konuyu küçümsemenizi istiyor, bu dalavereye kanmayın.

Şimdi size bir grafik göstereceğim. Burada gazetelerde arada sırada çıkartılan “Kuzey Kutbu'ndaki erime azaldı (veya artık buz miktarı artıyormuş)” haberlerini nasıl yorumlamanız gerektiği konusunda bilgiler bulacaksınız.
Bu grafikte ne zaman kırmızı çizgiyle gösterilen dönemlerde olsak çıkar çevreleri “erime falan yok, her şey yolunda” yaygarasına başlarlar. Ama uzun zaman bu çizgiyi izleyecek olursanız buzun son otuz senede adım adım azalmakta olduğunu ve bu azalmanın da her geçen gün arttığını gözlerinizle göreceksiniz.
Ama kötü haber bu değil. Kötü haber şu: En kötümser olarak bildiğimiz bilimciler bile aslında durumun ne derece kötü olduğunu ve ne derece hızla kötüye gittiğini tahmin etmekte çok iyimser kalıyorlar.
Her yaz öncesi bilimciler o yaz sonunda Kuzey Kutbu'ndaki en düşük buz miktarının ne kadar olacağını belirlemek üzere modelleme çalışmaları yapıyorlar.

2008 ve 2010 yıllarında yapılan çalışmalardan göreceğiniz üzere, bu çalışmaları yapan grupların çoğu ortalamadan daha düşük buz alanları modelleyerek aslında kötümser bir senaryo çizmiş oldular. Bu da bilimcilerin belki de fazla kötümser oldukları fikrini bize vermeye başlarken 2012 yılı aslında kötümser değil iyimser olduklarını bize gösterdi:
2012 yılında modelleme yapan yirmi gruptan hiçbiri durumun bu derece kötü olabileceğini öngörmemişti. İklim konusundaki esas kötü haber budur. Bilimciler her ne kadar felaket senaryoları öne sürüyor olsalar da doğa aslında onların beklediğinden çok daha yüksek bir hareket ediyor. Bence hepimiz bu konuyu çok daha fazla ciddiye alıp hayat tarzımızı yakın gelecekteki yeni dünya düzenine göre ayarlamalıyız. Yoksa yeni dünya ile karşılaştığımızda kendimizi buna göre ayarlamamız mümkün olmayacak, haberiniz olsun.

14 Eylül 2012 Cuma

El Nino geliyor

Orijinal yayın: 14.09.2012 T24 İnternet Gazetesi
İnsanlık ilgilenmeye başladığından beri Güney Amerika'nın batı kıyısındaki okyanus sularının periyodik olarak ısınıp soğuması dikkat çekmiştir. Bu ısınıp soğuma o bölgede yaşayan balıkçılar için çok önemlidir. Peru açıklarındaki okyanus suyu soğuk olursa bu dipteki besleyici ve soğuk suyun yüzeye daha fazla çıktığını gösterir, bu da balıkçıların avlayabildiği balık miktarını arttıracağı için yüzler güler. Tam tersi eğer soğuk su yüzeye az çıkarsa bu sefer de tutulan balık miktarı azalır. Güney Amerika'nın batı kıyısındaki insanlar çoğunlukla balıkçılık ile geçindikleri için yüzyıllar boyu bolluklar ve kıtlıklar, bunlarla birlikte devletlerin yükseliş ve çöküşleri hep okyanusun yüzey sıcaklığındaki bu değişime bağlanmıştır. Suyun sıcaklığındaki artış genelde kendisini sene sonuna doğru gösterdiği için Hz. İsa'nın doğumuyla bağdaştırarak bu olaya El Nino (küçük erkek çocuk) denmiştir.
El Nino ilk başta sadece Peru kıyılarını etkileyen bir olay gibi görülse de kısa bir süre içerisinde Peru kıyılarında başlayan bir olayın dünyanın neredeyse her bölgesindeki iklim olaylarını ciddi biçimde etkilediği ortaya konmuştur. Mesela El Nino görülen yıllarda  ABD'nin orta bölgeleri, yani tarım üretiminin kalbi, normalden daha sıcaktır ve daha az yağış alır. Pasifik'te çok daha fazla tropik siklon görülür. Afrika'nın doğusundaki yağış miktarı artarken batısı daha az yağış alır ve kuraklık Doğu Afrika'dan Batı Afrika'ya taşınır. Güney Asya ve Avustralya'nın aldığı yağış miktarı ise ciddi anlamda azalır. Avrupa'da Alplerin kuzeyi daha yağışlı ve bulutlu olmasına karşın Akdeniz Havzası'nda özellikle kışlar ılıman ve az yağışlı geçer.
Diğer iklim olaylarında da olduğu gibi, “El Nino başladı” diyebilmek için Peru açıklarındaki okyanus yüzey suyunun üçer aylık ortalamalarına bakmak gereklidir. Bu ortalamalar iki aydır normal sıcaklığın üzerinde gidiyor. Eğer Eylül ayı ortalaması da normalin üzerinde olursa, ki olacak gibi duruyor, resmen “El Nino başladı” diyebiliriz. Ancak yapılan pek çok model bu sefer El Nino'nun çok sert olmayacağını ve 2013 yılının Ocak-Mart aralığında sona ereceğini gösteriyor. Gene de dünya genelinde El Nino'nun yarattığı etkiler 3-6 ay daha devam edeceğinden gelecek sene ve gelecek yaz için bir takım tahminlerde bulunmak fazla güç olmayacaktır.
Öncelikle Kuzey Amerika'nın orta kesimleri, Güney Asya, Avustralya ve Batı Afrika fazla yağış almayacağı için bu bölgelerde kuraklık, kuraklığa bağlı tarım üretiminde düşüş ve buna bağlı olarak da dünya gıda fiyatlarında ciddi bir artış bekleniyor gelecek yaz için. Özellikle Güneydoğu Asya'da azalan yağış çok su gerektiren pirinç tarımına zarar vereceği için bu bölge kaynaklı pirinçten başlayan ve diğer tahıllara yayılan bir kıtlık söz konusu olacaktır. Uzun yıllardır kıtlıkla savaşan Somali-Etiyopya-Tanzanya bölgesi yağış alacağı için buradaki sorunların kısa süreli de olsa unutulması beklenebilir. Ama buna karşılık ciddi politik karışıklık içerisinde olan Mali-Nijerya bölgesinde ise sorunlara bir de kuraklık eklenmesi bekleniyor.
Ülkemizde ise özellikle kış ve ilkbahar yağışlarında beklenen azalma gelecek yaz için gıda ürünleri fiyatlarında ciddi artışa sebep olacaktır. Özellikle Mayıs-Temmuz aralığında ülkemizin özellikle batısında zaten normalin 2-3 derece üzerinde seyreden sıcaklıkların bir 2-3 derece daha artması beklenebilir. Bu artışla beraber gelebilecek yoğun yağışlar ise sel riskini arttırıyor.
Peki derseniz ki “bu El Nino yüzyıllardır görülen bir olgu, 3-5 senelik döngülerle kendisini tekrarlıyor, bu sefer neden bu kadar haber olacak?” cevabımız basit olacak. Normal bir dünyada, yani sıcaklıkların zaten normalin 2-3 derece üzerinde seyretmediği bir dünyada sıcaklıklar bir - iki yaz ortalamanın 2-3 derece üzerine çıkacak olursa bu hepimizi bunaltır. Ama zaten bizim yarattığımız iklim değişikliği ile bizim yaşadığımız bölgeler ortalamadan 2-3 derece sıcak yazlar geçirirken bunun üzerine bir de El Nino etkisi bindiğinde insanın da doğanın da sınırlarını zorlayacak şartlar doğabiliyor. Bu sebeple artık başımıza gelen ve gelecek iklim felaketlerini “aman El Nino geliyor” veya “bakın güneş lekeleri de artıyor” türü konuya etkisi olan ama felaketlerin ardındaki esas sebep olmayan konularla açıklamaya çalışarak sulandırmaya bir son vermek gerekiyor.

11 Eylül 2012 Salı

Büyüyen Enerji İhtiyacımız

Orijinal yayın: 11.09.2012 T24 İnternet Gazetesi
Yeni yapılan bir açıklamaya göre Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) Genel Müdürü Mehmet Uysal, Trakya ve Güneydoğu Anadolu’da yapılan sondajlarda çok ciddi miktarda kaya gazı potansiyeli tespit edildiğini belirterek, “Aksi halde dünya devi bir firma (Shell) birkaç metreküplük gaz için Türkiye’ye gelmezdi” demiş. Devamında Shell'in Diyarbakır Sarıbuğday-1 sahasında kaya gazı sondajına başladığını kaydeden Uysal, Güneydoğu’da ikinci sondajın başlayacağını, Trakya’da da ExxonMobil olduğu söylenen başka bir petrol devi şirketle anlaşma aşamasında olduklarını açıklamış.
Bunu okuyunca hepimiz korkunç mutlu oluyoruz. Ne de olsa enerjide dışarıya olan bağımlılığımızı azaltacak yöntemler üretiliyor ülkemizde. Ya da siz öyle sanıyorsunuz. Mesela kimse “Shell veya ExxonMobil bu kazılar sonunda gaz veya petrol üretmeye başlayacak olsa bu gaz ya da petrolün sahibi kim olacak? Veya eğer bizim sırtımızdan büyük paralar kazanmayacaklarsa bu şirketler ülkemize neden geliyorlar” diye sormuyor. Hatta daha vahimi, dünyanın geleceği açısından o gazı yakmak ne derece doğru sorusunu soran sanırım benim gibi “çılgın” kabul edilen “radikal çevreci” azınlık. Hepimiz ömür boyu enerji ihtiyacımız olduğu ve bunu petrolle doyurmamız gerektiği masalına inanarak büyümüşüz. Şimdi tersini söyleyen biri “radikal çevreci, ne dediğini ve hesabını bilmeyen çılgın” oluyor. Aslında problemlerimizin çözümünün daha az tüketim olduğundan bahsetmeden size enerji neden bu kadar pahalı ve bunu yerel çabalarla nasıl çözeriz konusunda bir iki ipucu vermeye çalışacağım.
Öncelikle, eğer hayat tarzımızı ciddi biçimde değiştirmemekte kararlıysak, enerji hepimiz için ciddi bir ihtiyaçtır. Hepimiz de bu ihtiyacın devlet tarafından giderilmesini beklemekteyiz. Devletin ise herkesin bu ihtiyacını karşılayacak kadar elektrik üretilmesi için yapılması gereken yatırımları yapacak kaynağı yok. O zaman karşımıza iki temel yol çıkıyor, önce yanlış yolu anlatayım:
Devlet özel sektöre kendisi için enerji üretmesini söylüyor. Özel sektör de bunu kabul ediyor, ama bir şartla, diyor ki; “ürettiğim enerji için bana satın alma garantisi vereceksin, şu fiyattan”. Devletin de eli bağlı olduğu için kabul ediyor. O zaman özel sektör devlet bankasına gidip enerji yatırımı yapmak için kredi alıyor, bu enerji yatırımını gerçekleştiriyor, devletten aldığı krediyi ortalama 3-5 sene içerisinde (iyimser bakışla) ödeyip, sonraki senelerdeki kazancını direkt olarak kar yazıyor. Biz de enerjiyi özel sektörün yatırımını 3-5 senede çıkartıp üzerine en az 20 sene daha kazanmayı öngördüğü yüksek fiyattan satın alıyoruz. Bu metot HES'lerde, termik santrallerde ve her türlü yenilenebilir santrallerden enerji üretiminde işe yaradı, bir tek nükleer santralde devletin uzun vadede ödemeyi vadettiği enerji fiyatını kimse kabul etmediği için nükleer santral ihalelerinde başarılı olunmadı. Bu sistemin arkasında nelerin dönüp kimlere nasıl krediler ve fiyatlar verilebileceğini siz de tahmin edebilirsiniz.
Gelelim biz “çılgın, radikal çevrecilerin” teklifine (ki bu yıllardır Almanya ve ABD'de başarıyla uygulanan bir sistem):
Devlet krediyi özel sektör yerine vatandaşa versin ve vatandaş, eğer imkanı varsa, enerjisini kendisi üretsin. Yani eğer yeni bir bina yapıyorsanız, bunun bir yüzünü güneş enerjisinden elektrik üretecek bir sistemle donatın ve en azından gündüzleri kendi elektriğinizi kendiniz üretin, sadece akşamları devletten elektrik satın alın. Benzer şekilde rüzgar santralleri kurmak da mümkün. Elektriğe ödeyeceğiniz faturayı devlete kredi borcu olarak ödüyorsunuz (dedim ya, aldığınız krediyi 3-5 senelik elektrik faturası olarak ödemeniz makul, çünkü özel sektör zaten senelerdir böyle yapıyor) ve devlete de yük olmuyorsunuz. Bu sistem için gerekli olan iki şey var, birincisi devletin özel sektöre verdiği şartlarda vatandaşa da kredi vermesi, ikincisi de evdeki elektrik sayaçlarının bu sistemi destekleyecek sayaçlarla değişmesi. Bunların her ikisi de her an basit kararlarla yapılabilecek şeyler.
Biliyorum arka plandan “peki akşamları devlet elektriği nasıl üretecek?” diyorsunuz. Özel sektör yatırımını 3-5 senede değil 10-15 senede çıkartacak olursa, ki dünyanın gelişmiş ülkelerindeki beklenti bu yöndedir, hem enerji üretimimiz katlanır, hem de kullandığımız enerji ucuzlar.
Bunu neden yapmıyoruz sorusunun cevabı basit, sistemde dönen resmi rant o derece büyük ki devlet bu konuya el uzatmak istemiyor. Yani devlet parasının önemli bir kısmını bizden doğrudan vergi alarak değil bize enerji satarak kazanıyor, bundan vazgeçmesi de çok zor.

1 Eylül 2012 Cumartesi

Sera gazları salımı hesaplaması konusunda nasıl kandırılıyoruz?

Orijinal yayın: 01.09.2012 T24 İnternet Gazetesi
Bir kaç sene önce hem Almanya'da büyük bilgisayar üreticilerinden birinde çalışıp hem de bireysel olarak sera gazı salımlarını azaltmaya yönelik çalışmalar yapan bir arkadaşla Türkiye'de sohbet ederken şaka yollu “Peki ama Türkiye'ye gidip gelirken uçakla uçmandan dolayı saldığın karbondioksitten dolayı suçluluk duymuyor musun?” dediğimde bana “o benim değil ki, şirketin salımı” dedi. Bu mantığa göre benim Alman arkadaşım ayrı bir varlık, çalıştığı şirket ise daha başka bir varlık olarak hesaba katılıyor. Ama burada ciddi bir soru veya sorun çıkıyor karşımıza: Şirketler neden sera gazı salarlar atmosfere? Durduk yerde sadece iş olsun diye değil. Şirketler mal veya hizmet, ne üretirlerse üretsinler, bu üretimi yapabilmek için atmosfere sera gazı salarlar. Biz de bu şirketlerin ürettikleri mal veya hizmetleri satın aldığımıza göre aslında şirketler bu sera gazı salımlarını bizim için yapmış olurlar.
Aldığımız her üründe ve her hizmette bunların bize üretilmesi ve ulaştırılması için atmosfere sera gazı salındığını hesabımızın içerisine katmadan adaletli bir sera gazı salım hesaplaması yapamayız. Şu anda dünyanın geri kalanına karşı Avrupa Birliği ve Amerika atmosfere sera gazı salımı açısından aslında gayet çevreci bir görüntü sergiliyorlar. 1990-2009 aralığında ülkemizin sera gazı salımı %97,9 artmışken ABD sadece %7,2 artış gösteriyor, AB ortalaması ise %26,3 azalmış. Bu resme bakınca “bak  adamlar çevreye ne denli önem veriyorlar ve bu konuda bir şeyler yapmaya çalışıyorlar” denilebilir. Ama işin aslı öyle değil.
Gelişmiş ülkeler üretimde kendilerine ek kar sağlamayacak olan tüm üretim alanlarını son yirmi sene içerisinde az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere kaydırdılar. Mesela Avrupa Birliği artık neredeyse çimento üretmiyor. Çimento üretim usulleri gereği çok fazla enerji gerektiren, çevreyi fazla pisleten ama bunların karşısında fazla da kar getirmeyen bir madde olduğu için AB çimento üretimini bırakıp bu sektörü bizim gibi ülkelere devretmiş durumda. Bunun sera gazlarına yansıması da onların salımlarının düşüp bizimkilerin yükselmesi halinde görülüyor. Mesela İngiltere'de bir ev yapmak isterseniz, evin çimentosu, demiri, tuğlaları, kapı pencereleri ve yer karoları yurt dışından geldiği için karbondioksit salmadığınızı düşünerek içiniz rahat edebilir. Evde karbondioksit salarak ürettiğiniz temel sistem daha yüksek kar marjına sahip olduğu ve az sera gazı saldığı için İngiltere'de üretilmesinde sakınca olmayan elektronik güvenlik sistemleri olacaktır. 
Bu nedenlerden dolayı, gerek bireyler, gerekse de devletler sera gazı salımlarını hesaplarken adil olmak istiyorlarsa hesabı ürettikleri mal değil tükettikleri mal üzerinden yapmak zorundadırlar. Ancak çoğu kuruluş ve devlet bir kandırmaca içerisinde bilinçli olarak kişileri yanıltma yolunu seçiyor. Mesela İngilizlerin karbon hesaplama araçlarını incelerseniz (http://carboncalculator.direct.gov.uk/index.html) göreceksiniz ki bu hesaplama çok basit üç konuya dayanıyor. Eviniz nasıl ısınıyor, evinizdeki elektrikli aletler ne kadar elektrik yakıyor ve ne kadar seyahat ediyorsunuz? Bunun da batı kültürü açısından anlamı şu: Evinize izolasyon yaptırırsanız, daha az enerji tüketen yeni ev aletleri alırsanız ve tatile tren ya da otobüsle giderseniz dünyayı korumak için gerekli şeyleri yapmış olursunuz.
Bu bildiğiniz en adisinden kandırmacadır. Her sebze yemek yerine et yemeyi, hem de kırmızı et yemeyi tercih ettiğinizde dünyayı korumanın tersine bir adım atmış oluyorsunuz. İhtiyacınız olmamasına rağmen “ama bir alana ikinci bedava” denildiğinde ikinciyi de almayı seçiyorsanız bu da bir tercihtir. “Ama kırmızı bluzumu çok sık giymesem de bu ayakkabı onunla güzel durur” bir tercihtir. Bu tercihlerimiz bizi tüketim toplumu haline sokuyor, daha fazla tükettikçe doğayı daha fazla kirletiyoruz, ama sera gazı hesabı yapanlar tüm bunları yok sayarak sizleri sadece televizyonu bekleme modu yerine düğmesinden kapatmanın doğaya yeterli derecede yardımcı olacağına ikna etmiş durumdalar. Size bir sır vereyim mi? Eğer senede bir defa tatile uçakla gidiyorsanız ömrünüzün geri kalanında televizyonunuzu düğmesinden kapatmanız saldığınız karbondioksitin bedelini ödemeye yetmez.

20 Temmuz 2012 Cuma

Sera Gazları Salımı Konusunda Nasıl Kandırılıyoruz?

Orijinal yayın: 20.07.2012 T24 İnternet Gazetesi
2009 yılında verilen resmi rakamlara göre dünyada en fazla CO2 salan ülkeleri listeleyecek olursak, en başta Çin ve ABD geliyor. Türkiye ise bu listede 22. sırada yer alıyor: 
                                              Milyar
                                              Ton CO2
-------------------------------------------------
Çin                                       6877
ABD                                     5195
Hindistan                           1585
Rusya Federasyonu        1532
Japonya                             1092
Almanya                               750
İran                                        533
Kanada                                 520
G. Kore                                  515
İngiltere                                 465
Suudi Arabistan                   410
Meksika                                 399
Avustralya                              394
İtalya                                       389
Endonesya                            376
Güney Afrika                          369
Fransa                                   354
Brezilya                                  337
Polonya                                  286
İspanya                                  283
Ukrayna                                  256
Türkiye                                    256 
Ama doğal olarak ilk aklımıza gelen Çin ve ABD arasındaki nüfus farkı olduğu için aynı listeye kişi başına düşen CO2 salımı olarak bakacak olursak çok değişik bir tablo ile karşılaşıyoruz. 1. sıradaki Çin kişi başına 5.1 ton CO2 ile 55. sıraya geriliyor. ABD ise gene de gelişmiş ülkeler arasında en yüksek salım olan 16.9 ton CO2 ile 11. sıraya geliyor. En tepede 40.1 ton CO2 salımıyla Katar var. Yani çölde yaşanır bir hayat sürmenin ciddi bir petrol harcaması ile mümkün olduğunu anlıyoruz. Türkiye ise 3.6 ton CO2 ile 77. sırada yer alıyor. Dünyada kişi başına düşen CO2 salımı 4.3 ton, AB ortalaması ise 7.1 ton. Bir Kongolu'nun ortalama salımı ise 43 kilo, yani bir Amerikalı bir Kongolu'nun 393 katı CO2 salıyor atmosfere.
Bu şekilde bakıldığında ülkemizin performansı gayet güzel görünüyor, ancak temel bir problem var bu resimde: Kişi başına CO2 salımı 1971-2009 arasında dünyada sadece %14 artarken ülkemizde bu artış %211 yani dünya ortalamasının 15 katı. Aynı dönemde dünyada toplam CO2 salımındaki artış aynı dönemde %105, ama ülkemiz için bu artış %520. Bu bize temel bir sorunu işaret ediyor: Ülkemizin CO2 salımındaki artış dünya ortalamasının çok üzerinde olduğu için, bugüne kadar kendimizi korumak için kullandığımız “ama biz daha gelişiyoruz, bakın kişi başına düşen salım miktarımız dünya ortalamasının altında” söylemi çok kısa vadede geçerliliğini yitirecek. Bu sebeple de attığımız adımlara çok dikkat etmeliyiz. Özellikle çimento sektörü gibi gelişmiş ülkelerin CO2 salımlarını düşürmek için ülkelerinden kovdukları sektörlere kucak açarak salımlarımızı halk sağlığına da zarar verir biçimde arttırmanın bir anlamı olmadığına inanıyorum.

17 Temmuz 2012 Salı

Bilimcilerin Birlikte Çalışmaları Üzerine

Orijinal yayın: 17.07.2012 T24 İnternet Gazetesi
Aslında arklı şeyler yazmak için hazırlıyordum kendimi ama sonunda düşündüğümden çok değişik şeyler döküldü ekrana.
Ben bilimin değişik alanlar arasında işbirliği yapılarak kuvvetleneceğine inanıyorum. Bilimde benim çıkış noktam elektronik mühendisliği idi. Sonrasında fizik okudum, kimya bölümünde çalıştım, tekrar fizik bölümüne döndüm. İnşaat mühendisleri ile, jeofizikçiler ile, biyomedikal mühendisleri ile, moleküler biyologlarla ve çevre mühendisleri ile ortak çalışmalarım oldu. Bu çalışmaların tamamından öğrendiğim temel bilgi bilimin kimsenin tekelinde olmadığı ve aslında daha kuvvetli bilim yapabilmek için bu değişik disiplinlerin birlikte hareket etmeleri gereğidir. Ortak çalışmalar sonunda daha başarılı olunduğunu gözlemledim. Doktora temelim akışkanların fiziği olduğu için de son on senede çalışmalarımı bunun bir uygulama alanı olan iklim fiziğine kaydırdım. Dolayısıyla da sözümün esası iklim bilimi üzerine olacak.
Küresel iklim değişikliği bugüne kadar insanlığın karşılaştığı en büyük sorun. Bu büyük sorunun anlaşılması kadar etkilerinin incelenmesi ve bu etkilerin en aza indirilmesine çalışılması da birden fazla disiplinden bilimcilerin birlikte çalışabilmelerini gerektiriyor.  Mesela benim grubumun iklim değişikliğini modellemek için kullandığı yazılımların geliştirilmesinde fizikçiler, kimyacılar, atmosfer bilimciler, astronomlar olduğu gibi matematikçiler ve bilgisayar mühendisleri de var. Bu büyüklükteki projeler ancak bu kadar değişik yeteneklere ve bilgiye sahip bilimcilerin bir araya gelmesiyle başarıya ulaşabiliyor. Bu yazılımı günler hatta haftalar boyunca çalıştırdığımızda ülkemizde nasıl bir iklim değişikliği olabileceği konusunda bir bilgi sahibi olabiliyoruz. Ancak iklim değişikliği açısından bu da yeterli değil çünkü bu sefer bu bilgiyi kişilerin anlayacağı hale dönüştürmemiz gerekiyor. Bilimcilerin en zorlandığı kısım da bu. “2050 yılında İstanbul'un yaz aylarında en yüksek sıcaklıklarının ortalaması bugünkü 29 dereceden 33 dereceye yükselecek” demek bilimciler için bir anlam taşısa da bilimci olmayanlar “canım dört derece farktan ne olur ki?” diyerek tehlikenin büyüklüğünü görmezden gelebiliyorlar. Bu sebepten de bilimsel bilgiyi senaryolar haline getirerek kişilerin günlük hayatına sokabilmemiz gerekiyor. Bu da bizim edebiyatçılarla da ortak çalışma yapmamız gereğini doğuruyor, çünkü 2050 yılının 10 Temmuz günü İstanbul'da en yüksek sıcaklık 47 derece olduğunda neler yaşanacağını en güzel onlar senaryolaştırarak anlatabiliyor.
Yüksek sıcaklıkların tarıma etkisini araştırmak için ziraat mühendisleri ile ortak çalışmak gerekiyor. Yeni hava koşullarında salgın hastalıkların nasıl değişeceğini anlamak için tropik hastalık uzmanlarının konuya katılmalarına gerek var. Orman yangınlarındaki artışı ve daha sıcak havada yayılabilecek orman zararlılarını incelemek için orman mühendislerine ihtiyacımız var. Tüm bu alanlardaki zararların önlenebilmesi için yapılması gerekenleri hesaplayabilmemiz için ekonomistler, uluslararası kararlar alınabilmesi ve problemin takibi için siyaset bilimciler ve neler yapılmasını çocuklardan başlayarak öğretebilmemiz için iklim değişikliği alanında çalışacak eğitimciler gerekli.
Kısacası, bir matematik problemi üzerinde çalışmak için bir matematikçinin yeterli olduğu durumlar çok görülebilir ama iklim değişikliği gibi hem anlaşılması, hem de sonuçlarının azaltılması hususunda pek çok alandan insanın birlikte çalışmasını gerektiren bir konuda başarı ancak tüm bilimcilerin birlikte çalışması ile geliyor. Ülkemizde bilimin pek çok alanında görülen “bu benim alanım” yaklaşımı ülkemizde iklim biliminin gelişmesine zarar veriyor bu sebeple benim kapım herkese açık, iklim değişikliğinin herhangi bir bileşeni üzerinde çalışmak isteyen herkesle birlikte çalışabilirim çünkü gerçek bilimin ancak böyle ilerleyebileceğine inanıyorum.

7 Temmuz 2012 Cumartesi

Sürdürülebilir Kalkınma Olamaz!

Orijinal yayın: 07.07.2012 T24 İnternet Gazetesi

20-22 Haziran 2012'de Rio'da yapılan Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Konferansı'na dünyanın pek çok ülkesinin liderleri ile birlikte 45.000 kişi katıldı. Bu toplantı sonunda çıkan bildiri en temel anlamı ile son yirmi senede sürdürülebilir kalkınma alanında dünyada bir ilerleme sağlanmadığını kabul ederek geleceğe de ümitle bakmamıza katkıda bulunmayacak sinyaller veriyordu. Bunun çok basit ve temel bir sebebi var: 
Sürdürülebilir kalkınma özünde bir tezattır. Yani sürdürülebilir biçimde kalkınma olamaz ve eğer kalkınıyorsak bunu devamlı olarak sürdürmemiz mümkün değildir. 
Kalkınmanın ekonomi açısından anlamı kalkınan herkesin her geçen gün daha fazla mala sahip olması ya da en azından mala sahip olma gücüne sahip olmasıdır. Daha fazla mala sahip olabilmek için tek temel yol daha fazla üretmektir. Daha fazla üretebilmek için de ana ihtiyaçlar sermaye, ham madde ve iş gücüdür. Sermaye ve iş gücünün artışı ve limitsizliği çok tartışılabilir bir konu olmakla birlikte ham maddenin sınırlı olduğu kesindir. Yani bir araba fabrikası sonsuza kadar araba üretemez çünkü bir noktada dünyadaki madenler üretilen araba miktarına yetmeyecek hale gelecektir. 
Dünyada her ne üretirseniz üretin, sonunda bu ham madde engeline takılacaksınız ve bizim bu dünyadan başka bir dünyamız yok. Büyük şirketler bizleri uzaydan ham madde bulacakları konusunda kandırmaya çalışabilirler ama ben bir bilimci olarak hesap kitap biliyorum. Uzaydan bir asteroid yakalayıp içindeki madenleri çıkartacak teknolojiye ulaşmamız bugün için çok zor. Unutmayın, bunu söyleyen Amerikalı şirketlerin ülkesi 1969 yılında aya gidebilmişken bugün yerden 400km yükseklikteki uluslararası uzay istasyonuna astronot gönderebilmek için Ruslar'a para veriyor. Çünkü artık böyle bir teknolojiye sahip değiller. Onun için, unutun bize uzaydan mucizevi bir yardım geleceğini. Hepimiz bu gezegene sıkışmış durumdayız ve bu gezegen bize ne veriyorsa onunla yaşamak zorundayız. 
Diyelim dünyanın tamamı bir gece uyuyup ertesi sabah ABD kadar “kalkınmış” olarak uyansa hepimizin ihtiyaçlarının giderilmesi için bize bu dünya gibi beş dünyanın kaynakları gerekli olurdu. O zaman elimizdeki problem şu, sadece bir dünyamız olduğuna göre hem kalkınmaya devam edip hem de bunu sürdürülebilir kılmanın bir yolu var mıdır? Aslında var, ama bu cevap da pek işimize gelmiyor. Eğer bu gece 7 milyar kişi olarak uyusak ve yarın sabah bunun beşte biri, yani 1.4 milyar kişi olarak uyansak dünyanın kaynakları bize yarın için yeterli olurdu. Ama biraz daha “kalkınacak” olursak, o zaman kaynaklar 1.4 milyar kişiye değil sadece 1.2 milyar kişiye yetecekti. Sonuç olarak eğer kalkınmayı sürdürmek istiyorsak bunun tek yolu kalkındıkça nüfusu ciddi biçimde azaltmaktan geçer, hem de öyle böyle değil, 7 milyardan 1.4 milyara düşmemiz gerekir. Böylesi bir olay da söz konusu olamayacağı için dünya nüfusu arttıkça kişi başına düşen “şeylerin” miktarı da artamaz, aksine azalmak zorundadır, çünkü dünyadaki tüm “şeyleri” üretmek için kullanılacak ham madde miktarı sınırlıdır. 
Günlük hayatımızı ilgilendiren en önemli ham maddelerin başına petrol geliyor. Bugünkü harcamamamızı hiç arttırmayacak olsak dünyadaki petrol bize iyimser gözle bakıldığında 90, kötümser gözle bakıldığında da sadece 40 yıl daha yetecek miktarda. Bu petrolü çıkartıp yakmanın iklime olan etkisini hesaba bile katmıyorum burada. Ya petrol bitince ne olacak? Tarlalarımızda yetiştirdiğimiz patates 50 kuruşa alıcı bulamadan çürürken yurt dışından 2 liraya patates getirmeye daha ne kadar devam edebileceğiz petrol olmadan? Bu sadece petrol. Bir de siz varın alüminyum, demir veya bakır rezervlerini düşünün. Hadi diyelim bakır kablo yerine her yere fiberoptik döşedik, ama aynı zamanda tarlalarımızı da bioyakıt üretmeye ayırdık. Bu durumda büyümekte olan nüfusumuz ne ile beslenecek? Şu andaki kalkınmaya dayalı hayat tarzımızı sürdürmemiz artık mümkün değil. Bunu ne kadar çabuk anlarsak sürdürülebilir kalkınmanın aslında temel aldığı kavrama daha acısız bir şekilde geçebiliriz. O kavram da sürdürülebilirliktir. Yani kaç kişi olursak olalım, dünya bizim yaşam biçimimize yeterli besin ve ham maddeyi üretebiliyorsa ve kendini de yenileyerek bunu üretmeye devam edebiliyorsa sürdürülebilir bir hayat yaşıyoruz demektir. Ancak bugün bile dünyanın kaynaklarını tüketmeye başladığımıza göre sürdürülebilir bir yaşamın temeli büyümeye dayalı düşünce yapımızı değiştirmekten geçiyor. Bunun da ilk adımı nüfus kontrolüdür.

16 Haziran 2012 Cumartesi

Rio'dan yirmi yıl sonra

Orijinal yayın: 16.06.2012 T24 İnternet gazetesi
1980'lerde gelişmiş ülkeler belirli bir refah seviyesine ulaştıklarından artık çevre sorunlarına da ilgi gösteren güç odaklarını da politik yelpazelerinde barındırmaya başladılar. Ayrıca 1970'lerde ortaya çıkmaya başlayan insanlığın dünyanın iklimini değiştirmekte olduğu gerçeği Birleşmiş Milletler'i 1992 yılının Haziran ayında Rio de Janeiro'da bir konferans düzenlemeye yöneltti. Ana teması Kalkınma ve Çevre olan bu konferansa 108'i devlet ya da hükümet başkanı olmak üzere 172 ülkenin temsilcileri katıldı. Konular devletler arasında bu derece üst düzeyde ilk defa ele alındığından tüm taraflar arasında inanılmaz bir iyimserlik hakim oldu (günümüzle kıyaslandığında). Bu konferans sonunda iki önemli belge imzaya açıldı:
İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması (Framework Convention on Climate Change – UNFCCC): Bu anlaşmanın temel amacı insan kaynaklı sera gazlarının dünyanın iklimini değiştirmesine engel olmaktır. Konuyu ortaya bu şekilde koyduğumuz anda buna hayır diyecek kimseyi bulmak kolay değildir. Endüstri Devrimi'nden sonra sanayileşmenin ve nüfus artışının çevremizi her geçen gün biraz daha kirlettiğini biliyoruz. Devletlerin de bunu azaltma yolunda çaba göstermek üzere bir karar almaları gayet doğaldır. Bu anlaşmayı da Birleşmiş Milletler'e yeni üye olan Güney Sudan hariç 195 ülke kabul etmiş durumdadır. Ülkemiz de 2004 yılında bu anlaşmayı meclisten geçirerek anlaşmaya taraf olmuştur. Anlaşmanın temelinde iki ana madde yatar: 
1.    İklim değişikliği öylesine büyük ve tehlikeli bir problemdir ki dünya ülkeleri bu problemin bilimsel anlamda kesinlikle kanıtlanmasını beklemeden harekete geçmek zorundadırlar. Çünkü gerekli adımların atılması için bilimsel kesinliğe ulaşılması beklenecek olursa artık harekete geçmek için çok geç kalınabilir.
2.    Atmosferdeki sera gazı miktarının insanlar için gerekli besin miktarının üretimini engellemeyecek ve sürdürülebilir kalkınmaya imkan verecek seviyede tutulması gereklidir. 
Bu iki maddeyi de dünyadaki (neredeyse) tüm ülkeler kabul etmiştir. Kabul edilmeyecek gibi de değil bu maddeler. Kim bunlara “hayır” diyebilir ki. Ama iş bu maddelerin nasıl gerçekleştirileceğine gelince anlaşmazlıklar da başlıyor. Gelişmiş ülkeler gelişmişliklerini endüstrileşmelerine, endüstriyi de bu sera gazlarının salımına bağlı olarak sağladıklarından, sera gazlarının miktarındaki bir azaltma doğal olarak bu ülkelerin refah seviyelerinde de bir azalma olarak algılanıyor. Bu sebeple de sera gazı salımlarının çoğunluğundan sorumlu olan gelişmiş ülkeler bu konuda ciddi kısıntıya gitmek istemiyorlar. Öte yandan gelişmekte olan ülkeler de gelişmiş ülkeler seviyesine ulaşmak istediklerinden bir azaltma yapmayı doğru bulmuyorlar. Sonuç olarak da özellikle son üç yıldır hemen hemen herkes ana fikirler konusunda hemfikir olsa da atılacak adımlar konusunda ciddi bir tıkanıklık yaşanıyor. 
Biyolojik Çeşitlilik Anlaşması (Convention on Biological Diversity – CBD): Bu anlaşmanın da üç temel amacı vardır: 
1.    Biyolojik çeşitliliğin korunması
2.    Biyolojik çeşitliliğin sürdürülebilmesi
3.    Genetik kaynakların tüm insanlığın mirası olarak eşit şekilde paylaşılması 
İklim değişikliği ve biyolojik çeşitlilik deyince aklımıza nedense kutup ayıları geliyor hep. Unutun artık kutup ayılarını lütfen. Biyolojik çeşitlilik denince aklınıza “mis gibi kokan domatesler kalmadı artık” veya “eskiden Boğaz'dan uskumru çıkardı” gelsin. Nasıl olup da kağıt üzerinde ülkemiz de dahil olmak üzere 168 dünya ülkesinin biyolojik çeşitliliği koruyacaklarına söz verdiklerini ve korumak için neredeyse hiçbir şey yapmadıklarını unutmayalım. 
İşte bu şartlar altında dünya ülkeleri gelecek hafta bir kez daha Rio'da toplanarak 20 sene önce ne de güzel kararlar almış olduklarını konuşacaklar. Sonuçları hepimiz çok merakla bekliyoruz değil mi?? Bir de unutmadan, bu seneki toplantının adında bile artık çevre, iklim ya da biyolojik çeşitlilik yok, Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Konferansı hepimize hayırlı olsun.

24 Mayıs 2012 Perşembe

İklim değişikliği bir piyasa başarısızlığıdır!

Orijinal yayın: 24.05.2012 T24 İnternet Gazetesi
Piyasaların temel görevi toplumun refahını sağlamaktır. Piyasalar bu görevlerini başaramadıklarında başarısız sayılırlar ve başarısız piyasaların toplumun refahını sağlamaya geri dönebilmeleri dış müdahalelere bağlıdır. Bu bağlamda bakıldığında, uzun vadede iklim değişikliği şu andaki piyasa sisteminin başarısız olduğunun bir göstergesidir, bundan dolayı da toplumun refahı için acilen bir dış müdahaleye gerek vardır.
Tekrar tekrar aynı şeyleri söylüyorum ama:
1. Dünyanın toplam tüketimi göz önüne alındığında yeraltında bize sadece 100 yıl daha yetecek kadar fosil yakıt var. Yani tüketimimizi hiç arttırmasak bile yeraltındaki kömür, petrol ve doğalgaz bize en fazla 100 yıl daha yetebilir. Tüketimimiz de artmakta olduğuna göre elimizde bize normal şartlar altında 50-60 yıl daha yetecek kaynak var elimizde. Bunlar bittiği zaman nasıl yaşayacağımız sorusunun cevabının toplum açısından hiç de güzel bir cevabı olmadığını biliyorsunuz. Bu sebeple, fosil yakıtlarının böylesine hızlı ve alternatif düşünülmeden tüketilmesine neden olduğu için piyasa ekonomisi başarısız olmuştur. Bugün bunun etkilerini görmüyoruz belki, ama önümüzdeki 50 yılda bizi bu bağlamda büyük zorluklar bekliyor.
2. Bugün için çoğu dünya vatandaşının temel arzusu bir Amerikalı gibi yaşamaktır. Ancak herkes bir Amerikalı gibi yaşayacak olsa değil bu dünya, bu dünya gibi dört tane dünyanın tüm kaynakları toplumun ihtiyacını gidermeye yeterli olmayacaktır. Kaynakların yeterli olmadığı bir hedef belirleyip insanları bu hedefe koşullandırdığı için piyasalar başarısız olmuştur. Geçtiğimiz hafta önemli endüstri gruplarının dünyadan çıkıp asteroidlerde maden aramak için bir ortaklık kurduğunu okudunuz. Düşünün bakalım bunu kar için mi yapıyorlar yoksa dünyada artık kolay ve ucuza çıkartılabilen madenler kalmadığı için mi? İnsanlık bu yüzyıla kadar dünyanın limitlerine dayanmamıştı. Avrupa çok kalabalıklaştığında birden Amerika keşfedildi ve yeni bir yayılma alanı yaratıldı. Ancak şu anda yayılabileceğimiz kadar yayıldık ve kullanabildiğimiz kadar kaynağı kullanıyoruz. Hatta kaynak kullanımımız o seviyeye geldi ki artık gelecek kuşakların da kaynaklarını tüketmiş durumdayız.
3.  Şu anda yeraltında olan tüm fosil yakıtlarını çıkartıp yaktığımızda atmosferdeki karbondioksit seviyesi şu andakinin iki katına ulaşacak. Bunun doğal sonucu olarak da dünyanın ortalama sıcaklığı 6-10 derece artacak. Bunlar artık bilimin tartışmadığı gerçekler. Bu sıcaklık artışı ülkemizin güney bölgeleri çöle dönüşecek ve Karadeniz Bölgesi Akdeniz İklimi'ne sahip olacak demektir. Şu andaki nüfus artışımızla (Sayın Başbakanımız'ın bunu arttırma çabalarını göz önüne almadan) yaklaşık 20 sene içerisinde kendi nüfusumuzu besleyemez hale geleceğiz. İklim değişikliğinin böylesi bir sonucu ciddi anlamda bir piyasa başarısızlığıdır.
Bu bağlamda piyasa başarısızlığı şu demektir: Dünyanın her yerinde herkes daha mutlu ve daha refah içinde yaşayamayabilir, toplumda zenginle fakir arasındaki makas açılabilir, ama zengine de fakire de baktığımızda herkes 10 veya 20 sene öncesine göre daha düzgün bir hayat yaşıyorsa piyasa doğru yolda sayılabilir. Ancak insanlığın geneli gittikçe daha zor şartlar altında yaşıyorsa, piyasa başarısız olmuş demektir. Şu anda biz hayat kargaşası içerisinde fazla farkına varmıyoruz, ama içinde bulunduğumuz sistem iflas aşamasını geçmiş durumdadır. Bu sebeple de hepimizin acilen duruma müdahale etmesi gerekmektedir.
Daha önceki yazılarımdan birine görüş olarak bir okurumuz “siz bilim insanları delisiniz, kaynak varsa neden kullanmayalım” demişti. Lise biyoloji kitaplarında okuruz, çoğu hayvan toplulukları kaynaklar kısıtlı olmaya başladığında ellerinden gelen tek şeyi yaparak üremeye ara verirler. Biz hem limitsiz üremeye hem de tüketmeye devam ediyoruz. Bu yolun bir sonu olduğunu hayvan toplulukları görebiliyorsa bizim de en az onlar kadar akıllı olmamız beklenmez mi?

26 Nisan 2012 Perşembe

İklim Adaleti Nasıl Sağlanır?

Orijinal yayın: 26.04.2012 T24 İnternet Gazetesi

1992 yılında kabul edilen  İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi'ne ülkemiz de imza attı. Bu sözleşmeye imza koyan ülkeler atmosfere karbon dioksit salımlarını 1990 seviyesinin altında tutmaya “söz veriyorlardı”. Biz aradan geçen 20 yılda 1990 seviyesinin altına düşmeyi bırakın 1990 seviyesinin iki katından fazla salıma ulaştık. Burada ciddi bir sorun olduğunda iklim değişikliği ile ilgilenen herkes hemfikir, ancak sorunun kaynağını bulmak ve çözüm yolları üretmek biraz daha zor konular.

Öncelikle “İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi'ne taraf olan her ülke 1990 seviyesinin altına nasıl düşebiliyor?” sorusuna dikkatle eğilmemiz gerekiyor. Bunun pek çok gelişmiş ülke için temelde basit bir cevabı var: Tüm bu ülkeler ağır sanayilerini kendi ülkelerinden dışarıya taşıdılar. Mesela Avrupa karbon dioksit açısından en kirli endüstrilerden biri olan çimento üretimini neredeyse tamamen bırakarak bu üretimi Türkiye gibi ülkelere devretti. Doğal olarak da Avrupa'nın karbon dioksit salımı azalırken ülkemizin salımı artmış oldu. ABD, Japonya ve AB üretim sektörlerini Çin'e, hizmet sektörlerini de Hindistan'a taşıdıklarından Çin ve Hindistan'ın salımları son yıllarda ciddi miktarda artarken ABD, Japonya ve AB karbon dioksit salımları konusundaki hedefleri tutturmuş oldu.
 

Günümüz dünyasında üretim verginin en düşük ve işgücünün de en ucuz olduğu ülkelerde yapıldığı için ülkelerin yaydıkları karbon dioksit üzerinden hesaplama yapmak gelişmiş ülkelerin daha da gelişmelerine çanak tutmanın ötesine geçemiyor. Yakın bir zaman sonra biz Avrupa Birliği'ne girmek istediğimizde, ya da Çin Amerika'ya mal satmak istediğinde bizim ve Çin'in salımları bir problem olacak. AB karbon dioksit salan endüstrilerini bize devredip tüm kirli işlerini bize yaptırdıktan sonra karşımıza dikilip ukala bir edayla “ama siz çevreye hiç saygılı değilsiniz, önce salımlarınızı azaltın, sonra sizinle görüşmelere devam edelim” diyecek. Benzer konuşmalar Çin'in ürettiği malların ticaretinde de görülmeye başlanacak, şu anda görülmüyor olmasının tek sebebi Çin'in rekabet edilmeyecek kadar ucuz olması. Çin malları biraz pahalandığında emin olun diğer faktörler devreye girecek.
 
Bir yandan kendisini temiz gösterme uğruna (maddi sebeplerin yanında) endüstrilerini dışarıya taşıyan gelişmiş ülkeler, diğer yanda da temiz olmamayı da göze alarak milli gelirlerini arttırmak isteyen ülkelerin olduğu bir dünyada iklim adaleti nasıl sağlanabilir?
 
Bu sorunun aslında gelişmiş ülkelerin pek de kabul etmeye yanaşmayacakları basit bir cevabı var: Eğer karbon dioksit kotalarını üretim üzerine değil de tüketim üzerine koyacak olursak tüm dünyada iklim adaletini sağlamak yolunda ciddi bir adım atmış oluruz.
 
Bizim ülkemizde zor olur böyle bir kota çalışması ama diyelim oldu, yani bir gazete aldığınızda, gazete bedeli 25 kuruş, karbon vergisi de 10 kuruş olsa, bu vergiler bir fonda toplanıp “sadece” atmosferden karbon dioksit çekecek projelere kullanılsa ve gene mesela gazete çöpe atılmak yerine geri kazanıma götürüldüğünde karbon vergisinin yarısı geri alınsa fena mı olur? Böylelikle daha fazla tüketen ülkeler tüketimleri üzerinden daha fazla karbon vergisi ödeyeceklerinden hem tüketimlerini dizginlemek zorunda kalırlar, hem de toplanan vergilerle gerek temiz teknolojiler, gerekse de atmosferi temizleme çalışmaları yapılabilir.
 
Bunun çok zor uygulanır bir fikir olduğunun farkındayım, ancak dünyadaki pek çok iklim bilimci bu veya buna benzer bir çözümün dünyanın tek çaresi olduğunda hemfikirler. Bu çözümü üretecek olanlar bizleriz, “iklim değişikliğini durdurmak için bizler neler yapabiliriz?” diyorsanız, işte size cevap. Karbon dioksit salımına kota uygulamak bir çözüm değil, asıl çözüm kotayı tüketime uygulamaktan geçiyor ve böylesi bir kotayı uygulama cesaretine sahip hükümetleri başa getirmekten.