6 Kasım 2017 Pazartesi

Temel Paradigma Olarak İklim Değişikliği


İçinde yaşamakta olduğumuz küresel iklim değişikliği atmosferdeki sera gazı dediğimiz, dünyadan çıkan ısının uzaya çıkmasını engelleyen gazların artışından kaynaklanmaktadır. Bu, dünya tarihinde ilk defa meydana gelen bir olgu değildir. Doğadan kaynaklanan nedenlerden dolayı daha önce de iklim değişiklikleri görülmüştür. Ancak bu sefer farklı olan bu değişikliğin doğal kaynaklardan değil insanların bilinçli tercihlerinden kaynaklanmasıdır.
Bu bilinçli tercihin en önemli nedenlerinden biri Batı Avrupa’da ve Kuzey Amerika’nın doğu kıyısında yer alan geniş kömür rezervleridir. Bu kömür rezervlerini çıkartıp kullanan İngiltere, Fransa, Almanya ve ABD gibi ülkeler, bu rezervlerin ürettiği taşınabilir enerji kaynakları nedeniyle ekonomik bir gelişmişlik seviyesi yakalamışlardır.
Kömürün kullanımı ile başlayan endüstrileşme ve teknolojik atılım diğer fosil yakıt türleri olan petrol ve doğal gaz kullanımı ile devam etmiştir. Ancak bu sefer petrol ve doğal gaz yatakları ilk sanayileşen ülkelerin sınırları içerisinde olmadığından sömürgeler ve kurulan hegemonyalar sayesinde bu kaynakların kullanımı mümkün olmuştur.
Bugün dünya düzeni içerisinde devletler iklim değişikliğinin önlenmesi konusunda adımlar atıyor görüntüsü vermeye çabalamaktadırlar. Ancak atılması gerekli olan önemli adımlar hala gelirleri yer altından çıkartılan kömür, petrol ve doğal gaza bağlı olan dev şirketler tarafından ya engellenmekte ya da yavaşlatılmaktadır. Yalnız bu dev şirketler de problem içerisinde kendi sorumluluklarının farkında olduklarından en azından hukuki sorumluluğu üstlerinden atabilmek için iklim değişikliği paradigmasını kendi çıkarlarına göre şekillendirmektedirler.
1960 ve 70’lerde sigara şirketlerinin kullandıkları taktikleri bugün petrol ve kömür şirketleri kullanıyor. Uzun süre sigara içtikten sonra bunun neden olduğu hastalıklarla mücadele etmek zorunda kalan bireyler, sigara üreticisi şirketleri mahkemeye verip önemli tazminatlar kazanmayı başardılar. Bunun arkasındaki temel sebep sigara kullanımı ile ortaya çıkan rahatsızlıklar arasındaki tıbbi bağın artık rahatlıkla kurulabilir olmasıdır. Konu mahkemeye intikal ettiğinde hakimleri ilgilendiren soru söz konusu kişinin rahatsızlığının sigara kullanımından olup olmadığıdır. Bu nedenle de bu sorun ilk ortaya çıktığında sigara üreticisi şirketler bilimsel kanıtların yetersizliğini öne sürerek uzun süre kaçabilmişlerdir. Aynı durum bugün kömür ve petrol satan şirketler için de geçerlidir.
Fosil yakıt şirketleri bugün için iklim değişikliğini sorgulama paradigmasını kendi çıkarları doğrultusunda şekillendiriyorlar. İklim değişikliği paradigmasının aldığı şekil ise başta bu alanda çalışan bilim insanları olmak üzere konunun taraflarını fazla etkiler gibi görülmüyor (görünmüyor). Bu paradigmanın bugün aldığı şekli ve bilimsel açıdan alması gereken şekli şu biçimde tanımlayabiliriz:
Dünya’nın atmosferi genel anlamı ile parçacık alışverişine kapalı ama enerji alışverişine açık bir sistemdir. Bu tür sistemlerde sisteme eklenecek olan herhangi bir enerji miktarı sistemin tüm parçalarına dağılır ve bu parçaların işleyişleri üzerinde egemen güç olur. Yani kapalı bir kutudaki bir gazı ısıtacak olursak gazın sıcaklığı artar. Sıcaklık artışının anlamı gazın moleküllerinin tamamının ortalama hızlarının artmasıdır. Bu nedenle de artık bu sistemde “herhangi bir molekülün hızındaki değişimin sisteme eklenen enerji miktarına bağlı olduğunu kanıtlayabilir misiniz?” şeklinde bir soru sormak makul değildir. Çünkü sisteme eklenen enerjinin tüm elemanları etkilemesi termodinamiğin gerekli gördüğü bir davranış biçimidir. Dolayısıyla burada bilim insanı eklenen enerjinin herhangi bir molekülün hareketini etkileyip etkilemeyeceği ile ilgilenmez, çünkü termodinamik paradigması bu sorunun bu şekilde sorulmasını gereksiz kılar. Ancak bir kişi eklenen enerjinin bir molekülü etkilemeyeceğini düşünüyorsa o zaman kanıtlama sorumluluğu etkilemeyeceğini düşünen kişinin omuzlarındadır. Kanıtlama sorumluluğunun hangi görüş açısında olduğunu belirleyen de bu sistemin düşünce paradigmasıdır.
Dünya’nın atmosferine benzer şekilde  yaklaşırsak sera gazlarının miktarındaki artışın atmosferin ortalama enerjisini artırdığını görürüz. Ortalama enerjideki bu artış termodinamiğin bir gereği olarak sistemin içerisindeki tüm elemanlara düzgün bir biçimde dağılır. Dolayısıyla bu artış sistemin içerisindeki tüm parçaların işleyişlerini etkiler. Etkilemeyeceğini söyleyen kişi bunu kanıtlamak zorundadır, ama etkilemesi zaten işlerliği kabul edilmiş olan termodinamik paradigmasına dayandığından etkileyeceğini söyleyen kişinin kanıtlama zorunluluğu bulunmaz.
Termodinamik paradigmasından gelen kabulle iklimin tüm bileşenlerinin atmosferdeki artan enerji miktarından etkilendiği belirlendiyse, iklim olaylarının hangilerinin artan enerji miktarından etkilendikleri anlamlı bir soru değildir. Atmosferin ortalama enerji içeriği artıyorsa atmosferde meydana gelen herhangi bir olayın bundan etkilenmemesi mümkün değildir. Herhangi bir olayın atmosferin ortalama enerjisindeki artıştan meydana gelmediğini öne süren kişinin bunu kanıtlama sorumluluğu bulunur.
Ancak petrol şirketleri ve onların çıkarlarını gözeten devletlerin çabasıyla iklim değişikliği paradigmasının bakış açısı bu şekilde gelişmemiştir. Özellikle son senelerde iklim bilimcilere herhangi bir iklim olayının iklim değişikliğinden olduğunu kanıtlama görevi verilmiştir. Bunun nedeni aynı geçmişte sigara kullanımında olduğu gibi, gelecekteki iklim hasarlarından dolayı hukuki süreç başlatıldığında mahkemedeki savunma süreci için pozisyon alma çabasıdır. Oysa bilimsel paradigma açısından probleme bakıldığında kömür, petrol ve doğal gaz yakarak gelişmiş ülkelerin ve bu ülkelerin petrol şirketlerinin şu anda görülmeye başlanan iklim felaketlerinde suçlarının olmadığını kanıtlamaları gerekmektedir.

Bilim paradigması bize iklim sistemindeki tüm olayların iklim değişikliğinden etkileneceğini söylüyor. Herhangi bir olayın iklim değişikliğinden olmadığını kanıtlamak ise bu iddiada bulunan kişinin sorumluluğundadır. Tam tersi değil.

14 Eylül 2017 Perşembe

Fırtınaların Geçmişi

2017 Ağustos ve Eylül aylarında ABD’nin güney eyaletleri üst üste iki büyük kasırga ile boğuşmak zorunda kaldı. Harvey ve Irma Kasırgaları birlikte yaklaşık 150 milyar dolar hasara yol açtılar. 2012 yılının son aylarında New York’u etkileyen Sandy Kasırgası, 2005’te New Orleans’ı yerle bir eden Katrina Kasırgası gene basınımızda bolca yer bulabilmişti. Ama nedir bu kasırgalar? Hep olurlar mı? Nerede olurlar? Bizi etkilerler mi? Tüm bu sorulara kısaca değinelim.

Isınan hava yükselir. Yükseldiği noktada artık daha az hava kaldığı için o noktada hava basıncı düşük olur. Havanın ısınmasının nedeni altındaki kara veya deniz yüzeyinin sıcak olmasıdır. Yalnız suyu sıcak olan denizlerin üstlerindeki havayı da ısıtmaları daha kolaydır. Okyanuslar üzerinde oluşan bu düşük basınç merkezleri o bölgedeki kuvvetli rüzgarları takip ederek hareket ederler. Sıcak hava da merkezin etrafında kuzey yarım kürede saat yönünün tersine, güney yarım kürede ise tam aksi yönde döner. Bu merkezin altındaki su ne kadar sıcaksa basıncı da o denli düşük olur, buna bağlı olarak da rüzgarlar o denli hızlı hareket eder.

Bu fırtınalar altlarındaki sıcak denizden enerji alarak beslenir. Deniz ne kadar sıcaksa fırtına da o denli kuvvetli olur. Ama karalar denizler kadar enerji sağlayamadığından rüzgarlar bu fırtınayı karaya doğru sürüklediğinde bu büyük fırtınalar gücünü hızla kaybeder. Bu nedenle de bizim yaşadığımız bölgede bu denli büyük ve güçlü fırtınalar gözlenmez.

Bu dev fırtınaların gözlendiği yerler Ekvator’un hemen kuzeyi ve güneyidir. Genelde Atlantik Okyanusu ve Amerika Kıtası’nın batı kesiminde Ekvator’un kuzeyinde görünen fırtınalara kasırga diyoruz. Eğer bu dev fırtınalar Pasifik Okyanusu’nun batı kıyılarında, yani Asya’nın açıklarında görülürse tayfun adını alır. Hint Okyanusu’nda oluştuklarında ise siklon ismi verilir. Bu fırtınaların çapı yüzlerce kilometredir ve oluşumlarından güçlerini kaybetmelerine kadar geçen süre bazen iki haftayı bulabilir. Buna karşılık hortum dediğimiz fırtına yerel ve küçük bir fırtınadır. Çapı yüz metre veya daha azdır, birkaç dakika içerisinde oluşup, büyük zarar verip hızla kaybolur.

Okyanuslarda oluşan fırtınaların rüzgar hızları belirli bir seviyeyi geçince bu fırtınalara önceden belirlenmiş bir listeden sıradaki isim verilir. Bu fırtınalara hep kadınların isimlerinin verildiği doğru değildir. Genelde isim listeleri bir kadın bir erkek ismi olacak şekilde hazırlanır. Mesela son ayda Atlantik Okyanusu’nda gördüğümüz Harvey ve Jose erkek, Irma ve Katia da kadın isimleridir.

Bugün için bu fırtınaların rüzgar hızlarını, yağış miktarlarını ve yönlerini önceden belirlemek veya ölçebilmek mümkündür. Bu nedenle de özellikle Atlantik Okyanusu’nda görülen fırtınalar son senelerde büyük maddi hasara yol açsa da can kaybı fazla olmamaktadır. Mesela Irma Kasırgası’nın ABD’nin Florida Eyaleti’ne doğru gideceği ve büyük hasar yaratma potansiyeli olduğu neredeyse bir hafta önceden belli olduğundan bu fırtınadan zarar görebilecek kişilerin çoğunluğu tahliye edilebilmişti. Ama eski zamanlarda tüm bu teknik bilgilerden yoksun olduğumuzdan bu fırtınaların verdiği hasar da çok yüksek olabiliyordu. Mesela 1970 yılında Bangladeş’i vuran Bhola Siklonu 500 bine yakın insanın ölümüne yol açmıştı. 1970 yılı Kasım ayı başında Hindistan’ın doğu tarafındaki Bengal Körfezi’nde oluşan bu fırtına Bangladeş’i vurduğunda oluşturduğu rüzgarın hızı saatte 185 kilometreyi geçiyordu. Bununla kıyaslandığında Eylül ayındaki Irma Kasırgası Florida’ya ulaştığında rüzgarın hızı sadece saatte 130 kilometreydi.

Ancak Bhola Siklonu (ve diğer fırtınalar) rüzgarın hızı yanı sıra kıyıya vuran dalgaların şiddetini de artırdı. Rüzgar bu dalgaları devamlı kıyıya doğru şiddetle savurduğundan her gelen dalga bir öncekinden biraz daha yüksekti. Bunun sonucu olarak oluşan fırtına kabarması deniz seviyesinin yerel olarak metrelerce yükselmesine neden oldu. Bangladeş’in güneyi de Ganj ve Brahmaputra nehirlerinin deltası olduğundan ortalama yükseklik çok azdı. Bu fırtınada ölenlerin önemli bir kısmı rüzgardan değil denizin yükselmesi nedeniyle hayatını kaybedenlerden oluşuyordu.

Bhola Siklonu vurduğu sırada Bangladeş henüz bağımsız bir ülke olmayıp Doğu Pakistan adı ile bilinen ve Pakistan’a bağlı bir bölgeydi. Bu sırada Pakistan yönetimindeki cunta bu felakete acil önlem alıp yardımda bulunmadığından Bangladeş ve Pakistan arasındaki ilişkiler fazlasıyla gerginleşti ve olaylar Bangladeş’in Mart 1971’de Pakistan’dan kopmasıyla sonuçlandı. Böylelikle Bhola Siklonu tarihteki en büyük can kaybına yol açan fırtına olmasının yanı sıra bir ülkenin parçalanmasının başlangıcı olarak da tarihteki yerini aldı.

Her ne kadar televizyonlarda ABD’yi vuran kasırgalardan bahsediliyor olsa da özellikle can kaybı açısından bakıldığında Atlantik Okyanusu’ndaki fırtınalar Pasifk Okyanusu’nun batısı ve Hint Okyanusu ile kıyaslandıklarında o derecede ciddi insan kayıplarına yol açmıyorlar. 

Tarihte en fazla can kaybına yol açan 30 fırtınaya baktığımızda bunlardan sadece bir tanesinin, 1780’te daha fırtınalara isim verilmeye başlanmadan önce oluşan Büyük Kasırga’nın Atlantik’te oluştuğunu görüyoruz. 30 büyük fırtınadan 6 tanesi Çin ve Japonya’yı etkilemiş. Geri kalan 23 büyük fırtına Hindistan, Burma ve Bangladeş’e zarar veren fırtınalar. Bu da bugün de tarihte olduğu gibi bu büyük fırtınalardan fakirlerin daha fazla zarar gördüğünün en önemli göstergesi olarak karşımıza çıkıyor. 

500 bin kişinin hayatını kaybettiği Bhola Siklonu ile kıyasladığımızda ABD’yi vuran ve basında da yer bulan Katrina Kasırgası resmi olarak 1836 kişinin ölümüne yol açtı. Ancak bunun yanında bu kasırganın oluşturduğu maddi hasarın ise 108 milyar dolar olduğu söyleniyor.

Bu seneki kasırgalardan Harvey sırasında büyük bölgeler yağan yağmurdan dolayı sel sularıyla boğuşmak zorunda kaldı. Harvey Kasırgası’nın maddi bilançosu 75 milyar doların üzerinde olsa da can kaybı sadece 71 kişiydi. Irma Kasırgası sırasında 81 kişi hayatını kaybetti ama hasarın 65 milyar doların üzerinde olduğu tahmin ediliyor.

Kısacası, bu dev fırtınalar yüzünden kuvvetli ekonomiye sahip ülkeler para, yüksek nüfusa sahip ülkeler de can kaybediyorlar. Önceden uyarı sistemleri para kaybını fazla azaltmasa da can kaybını azaltma yönünde fayda sağlayabiliyor. Dileğimiz nüfus yoğunluğunun yüksek olduğu ülkelerde de erken uyarı ile can kaybının azalmasıdır.

11 Eylül 2017 Pazartesi

İsteseniz de kasırga yapamazsınız

Şimdi, hemen saçmalamaya ve saçmalıkları yaymaya başlamadan önce biraz fizikten bahsedelim:

Güç ve enerji farklı iki kavramdır. Güç birim zamanda harcanan enerjidir. Evimizdeki ampul 100 Watt güç verir demek, bu ampul bir saat boyunca yanacak olsa 100 Watt x 60 dakika x 60 saniye = 360000 Joule = 360 KJ enerji harcar demektir. Ama bundan 1000 kat daha güçlü bir ampulü 3.6 saniye süreyle yakacak olursak gene 360 KJ enerji harcarız. Yandığı zaman ise bu dev ampul çok uzaklardan görülebilir, ama sadece 3.6 saniye süreyle.

Enerji santralleri, adı üzerinde, enerji üretirler. Mesela diyelim sizin evde geceleri yanan 5 tane 100 Wattlık ampul var. Bunları yakabilmek için 5 x 100 Watt = 500 Watt güç gerekir. Işıklar ortalama 365 gün 12 saat açık dursa sırf sizin evi aydınlatmak için 2.2 Megawatt-saat enerji gereklidir. Bu hesap tam böyle yapılmaz, ama bu hesabı anlayacak olursanız, doğrusu da bundan çok da farklı değildir.

Şimdi diyelim tüm sizin evi ve evdeki herkesi ve her şeyi bir sene boyunca aydınlatmaya gerekecek olan enerjiyi aldık ve onunla bir lazere güç sağladık. Ama bu güçlü lazer için gerekli olan güç diyelim ki 1 trilyon watt. Sizin eve bir sene gerekli olan enerji ile bu lazeri sadece 0.008 saniye yanık tutabiliriz. O dev lazeri bir saniye yakabilmek için 125 evin bir senelik aydınlanma ihtiyacı olan enerjiyi bir saniyede vermemiz gerekir.

Peki bu lazeri bir kasırgayı oluşturmak için kullanmak istersek ne kadar süre açık tutmamız gerekir? Kasırga ne kadar süre devam ediyorsa, o kadar. Mesela Irma Kasırgası yaklaşık 10 gün sürdü ve ortalama gücü 5 trilyon watt idi. Bu kasırgayı oluşturmak için gerekli olan güç her saniye için 625 tane evin bir senelik aydınlanma enerjisidir. 10 gün = 10 x 24 x 60 x 60 saniye = 864000 saniye. Her saniye için 625 evin elektriği gidiyorsa bu 864000 x 625 = 540 milyon evin bir senelik enerjisi demektir. Her evde ortalama 4 kişi yaşasa, bu yaklaşık 2 milyar kişinin bir senelik aydınlatma enerjisidir.

Şimdi gelelim saçmalık kısmına. Diyelim ki elimizde öyle bir teknoloji var ki Irma gibi bir kasırgayı yaratabiliyoruz. Bu kasırgayı yaratmak için kullanmamız gereken enerji 2 milyar kişinin bir senelik aydınlatmasına karşılık geliyor. Bu kadar enerjiyi üretmek için ne gerekli? Veya mesela Türkiye'nin tüm enerji üretimi ne kadar? Türkiye yaklaşık 200 Megawatt enerji üretiyor. 7 trilyon Watt gücündeki bir fırtınayı yaratmak için Türkiye'nin ürettiği gücün 7 trilyon / 200 milyon = 35000 katı gerekli.

İnsanların bir kasırga yaratamayacak olmasının arkasındaki temel sebep bu enerji hesabıdır. Irma büyüklüğündeki bir fırtınanın gücü Türkiye'nin tamamının ürettiği gücün 35000 katıdır. Bu kadar enerjinin kimseye çaktırmadan gizlice üretilmesi mümkün değildir. Bir nükleer santral 100 Megawatt enerji üretse 70 bin nükleer santralin gizlice çalışması gerekir. Bilmem farkında mısınız? Dünyada çalışan 450 tane nükleer santral var.

Kasırgalar gibi dev fırtınalar veya depremler insanlığın üretebildiğinden çok daha fazla enerji barındırırlar. Bu nedenle de insanlığın bu konuda bir etkisinin olması imkansızdır.

Yalnız, basit meteorolojik değişiklikleri teknolojik olarak sağlayabilmek mümkün olabilir. Mesela Michio Kaku'nun dediği gibi, 1 trilyon watt gücündeki bir lazeri saniyenin çok küçük bir aralığında bulutlara çevirerek normalde su damlacıkları oluşmayacak bir ortamda su damlacıkları oluşturmak mümkün olabilir. Yani yağmur bırakması beklenmeyen bir buluttan yağmur yağmasını sağlamak için lazerler kullanılabilir. Ama burada bile daha sadece laboratuvar çalışmaları yapılabiliyor.

Burada anlaşılması gereken bir başka konu da şu: "Ya sizin bilmediğiniz bir teknoloji varsa?" Yukarıda yazdıklarım herhangi bir teknoloji içermiyor, sadece basit bir enerji hesabına dayanıyor. Dünyada madde ve enerjiyi yoktan var edecek bir teknoloji yok. Bir sır vereyim mi? Böyle bir şeyin olması doğa kurallarına aykırı. Teknoloji doğa kurallarına dayanarak üretilir, doğa kurallarını yıkmak için değil. Teknolojiyi bir büyü gibi görmeyi bırakmak için ülkemizle birlikte tüm dünyada da temel bilimler eğitiminin gelişmesi gerekiyor. Gelişen temel bilgisi belki kasırgaların şiddetindeki artışın iklim değişikliğinden olduğunu anlamamız da kolaylaşır.

6 Eylül 2017 Çarşamba

İklim Değişikliği Gerçekleri

İlkin sonunda bu yazının sonunda ne bilmeniz gerektiğini söyleyeyim: Dünyanın iklimi hızla değişiyor. Bu değişim bizim kömür, petrol ve doğal gaz yakmamızdan kaynaklanıyor. Bir yandan bunu durdurmaya çalışırken diğer yandan da önlemler almak zorundayız.

Şimdi gerisini anlatayım: İklim değişikliği dünya açısından duyulmadık bir olgu değildir. Dinozorların yaşadıkları dönemde ortalama sıcaklıklar bugün olduğundan yaklaşık 10-12 oC daha yüksekti. Yaşadığımız son buzun çağında (100 bin yıl önce) ortalama sıcaklıklar bundan 5-6 oC daha yüksekti. Bizim içinde yaşadığımız dönemi özel yapan iki ana problem var. İlki, şimdiye kadarki sıcaklık değişimlerinin hiçbiri canlıların tercihleri ile oluşmuyordu. Bugünkü değişiklikler tamamen bizim eserimiz. İkincisi de, daha önceki değişikliklerin hiçbiri bu kadar kısa sürede olmuyordu. Dinozorların çağına girilmesi milyonlarca, buzul çağına girilmesi binlerce yıl sürmüştü. Bugün olan değişiklikler bizim yüzlerce yıl mertebesinde bir sürede geçmişte milyonlarca yıl süren değişikliklere benzer değişikliklere neden olacağımızı gösteriyor.

Elimizde bu olayın detaylarını gösteren epey bulgu var. Mesela geçtiğimiz 100 yıl içerisinde dünyanın ortalama sıcaklığı yaklaşık 1oC arttı. Bu bilgiye varabilmek için iklim biliminde 30 yıllık ortalamalar kullanılır. Yani 1880-1910 yılları arasındaki ortalama sıcaklıklara göre 1980-2010 yılları arasındaki sıcaklıklar yaklaşık 1 oC artmış diyebiliriz. O yıllar arasındaki en soğuk yılla, tarihte ölçülen en sıcak yıl olan 2016’nın ortalama sıcaklığı karşılaştırıldığında bu fark çok daha büyük olabilir (1.6 oC gibi). Dolayısıyla “bakın işte son iki senedir kar yağıyor demek ki küresel ısınma yok” bilimsel bir argüman değildir. İklimden bahsederken 20-30 yıllık ortalamalar kullanmak gerekir. 20-30 yıllık ortalamalar da dünyanın hızla ısınmakta olduğunu söylüyor.

Aynı zamanda da atmosferdeki karbondioksit (CO2) oranı da artıyor. Endüstri devrimi öncesi (1750) yaklaşık milyonda 280 molekül (ppm) olan CO2 oranı bugün 410 ppm’e ulaşmış durumda. Özellikle 1956 yılından beri CO2 oranındaki artışı deneysel olarak gözlemleyebiliyoruz. Bu oran zamanımızda her yıl 2-3 ppm artıyor. Eğer önlem alınmazsa da böyle artmaya devam edecek.


Atmosferdeki CO2 oranı son 800 bin sene içerisinde değil 410 ppm, 300 ppm bile olmamıştı. Bu bilgiyi de Antarktika’dan çıkartığımız buz kalıplarındaki hava kabarcıklarından elde edebiliyoruz. Buzul çağları sırasında 180 ppm’e düşen CO2 oranı buzul çağları arasındaki dönemde de 280 ppm seviyesine yükselmiş. Bugün ise 410 ppm. Bu bir şeylerin yanlış gittiğinin bir göstergesidir.

Yanlış gittiğinin göstergesidir dememin sebebi, yaklaşık 1850 yılından beri bu konuda yapılan çalışmalar CO2 gazının dünyadan yayılan ısıyı uzaya bırakmayarak dünyanın ısınmasına yol açacağının kanıtlanmış olmasıdır. Hatta, 1896 yılında daha sonra Nobel ödülü de almış olan İsveçli bilimci Svante Arrhenius, eğer CO2 oranı iki kat artacak olursa (yani 560 ppm olursa) dünyanın 5-6 oC ısınacağını ortaya koymuştu. Bugünkü hesaplarımız da benzer sonuçlara ulaşıyor. Yani bilim detaylarda farklı sonuçlar verse de altında yatan fizik çok basit ve bize “ne kadar çok CO2 o kadar çok ısınma” diyor. Unutmayalım, bugün CO2 oranı 410 ppm, 560 ppm’e varmamıza 150 ppm var, senede 2.5 ppm artıyor olsa bu 60 sene içerisinde atmosferdeki CO2 oranı 560 ppm olacak anlamına geliyor. Bu da dünyanın bugünkünden 5-6 oC daha sıcak olması demektir.

Dünya ülkeleri uzun süre önce bu sorunun farkına vardılar. 1992’de Rio’da toplanan dünya ülkeleri Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) adını verdiğimiz bir anlaşmaya imza koydular. Bu anlaşmaya göre iklim değişikliği kötüdür ve o kadar kötüdür ki bilimin kesin sonuçlara ulaşması beklenmeden tüm ülkeler bu ısınmanın durdurulması için ellerinden geleni yapmalıdırlar. Neler yapıldığının ve nelerin yapılacağının belirlenmesi için her sene bu sözleşmeye taraf olan ülkeler bir konferans çerçevesinde bir araya gelirler. Ülkemiz de bu anlaşmaya taraftır. 2010 yılında Cancun’da toplanan 16. Taraflar Konferansı’nda tüm ülkeler ortalama küresel sıcaklık artışının 2 oC’nin üzerine çıkmaması gerektiği konusunda bir karar aldılar. Yani, 2 oC üzerindeki bir ortalama sıcaklık artışı dünya açısından kabul edilemezdir.

Atmosferdeki CO2 artışının en önemli kaynağı bizim yaktığımız petrol, kömür ve doğal gazdır. Atmosferdeki CO2 seviyesini 280 ppm’den 410 ppm’e çıkartmak için ne kadar kömür, petrol ve doğal gaz yakmış olduğumuz bellidir. Bu yaktığımız fosil yakıtlar dünyayı yaklaşık 1 oC ısıtmıştır. Dolayısıyla daha ne kadar yakarsak 2 oC’nin üzerine çıkacağımız da bellidir. Ancak dünyada bizi 2 oC’nin üzerine çıkartacak bol miktarda fosil yakıt bulunmaktadır. Bu nedenle bilinçli bir karar vererek bu fosil yakıtları yer altında bırakmak zorundayız.

Ama dünyanın bugünkü gidişatına bakacak olursak 2 oC hedefini yaklaşık 2035-2040 aralığından geçeceğimiz görülmektedir. Yani böyle gidersek sadece 20 sene sonra dünya eskiye oranla 2 oC daha sıcak olacak. “2 oC’den ne olur” demeyin. 5 oC buzul çağı ile bugün arasındaki farktır. 2 oC ısınma da hayatımızda önemli getirecektir. Eğer böyle devam edersek 60 yıl sonra dünya 5-6  oC daha sıcak olacak, yani buzul çağı ne kadar soğuksa aynı şekilde sıcak.

Bu değişikliklerin bir kısmını şimdiden yaşamaya başladık. “100 yılda bir görülür” denen sel baskınları, fırtınalar, sıcak hava dalgaları ve kuraklıklar artık her 10 yılda bir görülmeye başlandı ve bunların sıklıkları daha da artacak.  


Dünyada bu olayların sıklığının nasıl artmakta olduğunu en fazla dikkatle izleyen sigorta şirketleridir. Sigorta şirketleri özellikle 1950 yılından bu yana iklim felaketlerinden doğan hasar ödemelerinin hızla artmakta olduğunu söylüyorlar. Mesela Sandy Kasırgası’nın ABD’ye verdiği zarar 100 milyar dolar mertebesindedir. ABD’de son yaşanan Harvey Kasırgası’nın verdiği hasar ise ilk belirlemelere göre 180 milyar dolar civarındadır. Buna çevresel maliyetleri katmazsak tabii.

İklim risklerini azaltmak için yapmamız gereken şey hazırlıklı olmaktır. Hazırlıklı olmaktan kasıt ise toplumun her kesiminin iklim değişikliğinin önemli bir problem olduğunu anlaması ve her yaptığı işte bunu aklından çıkartmadan çalışmasıdır.

Ancak ülkemizin iklim değişikliğinin etkilerini azaltmak yolunda yaptığı çalışmalar çok da yeterli değildir. Burada görev her anlamda hepimize düşüyor. Devletin girişeceği altyapı yatırımları, son noktada tuğlayı koyan işçi iklim değişikliğine inanmayacak olursa fazla başarılı olamıyor. Bunun örneklerini son yıllarda bolca gördük. Dolayısıyla burada hepimizin elimizi taşın altına koymamız gerekiyor. Üsküdar’da minibüsün vapurla yarıştığı fotoğrafı hatırlarsınız. O fotoğraftaki olayın sebebi devletin altyapı sorunu değildir. Eskiden o noktada akan suların denize ulaşmasını sağlayacak küçük bir açıklık varken Marmaray çalışmaları sırasında kaldırım yeniden yapılırken ustalar o açıklığı koymayı atlamışlardı. Bu nedenle sorun hepimizin el birliği ile çözülebilir ancak. Ne kadar planlarsanız planlayın işi yapan kişileri inandıramazsanız çözüme ulaşılamayabileceğinin en basit örneğidir Üsküdar’daki o fotoğraf.  

Bu bağlamda ilerlememiz gereken iki alan bulunmaktadır. İklimin değişiyor olması sadece 250 yıldır fosil yakıtlarla gelişmelerini sağlamış olan batılı devletlerin suçu sayılabilir. Ama bugünden sonra olacaklar hepimizin sorumluluğudur. Bu nedenle öncelikle küresel ısınmanın 2 oC’nin üzerine çıkmaması için elimizden geleni yapmamız gerekiyor.

Ülke olarak unutmamamız gereken şey bizim enerji alanında önemli biçimde dışa bağımlı olduğumuzdur. Ülkemizde enerjiyi sağlayan kömür, petrol ve doğal gazı döviz vererek yurt dışından satın alıyoruz. Son YEKA ihaleleri bize gösterdi ki, böyle devam etmek zorunda değiliz. Artık rüzgardan enerji üretmek kömürden daha ucuza mal oluyor, güneşten enerji üretmek ise neredeyse kömürden üretmeyle başa baş gidiyor. Ama unutmayalım, rüzgar ve güneş enerji sistemleri her geçen gün ucuzluyor, kömürün bedelinin ise artmakta olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu nedenle gelişme hızımızı koruyabilmek için yeni enerji teknolojilerine yatırım yapmalıyız ve bunu iklim taahhütlerinden bağımsız düşünmeliyiz.

1992 yılındaki çerçeve sözleşmesi (UNFCCC) her ülkenin elinden geleni yapması gerektiğini söylüyor. Ancak ülkemiz bu anlaşmanın gereklerini uygulamayı düşünmediğinden azaltması gereken sera gazı salımlarını yaklaşık %130 artırmıştır. Bizimle benzer şekilde ABD de anlaşmanın şartlarını yerine getirmeyi kabul etmemiştir. ABD önce Kyoto Antlaşmasına taraf olmamış, sonra da Paris Anlaşmasından çekildiğini bildirmiştir. Ancak ABD burada bizden çok daha farklı bir yol izleyerek hem sera gazı salımlarını fazla artırmamış (aynı dönemde %4 civarında) hem de bu alanda teknolojiler geliştirerek zaten gerekli adımları atmıştır. Bugün elektrikli motor kullanan Tesla ABD piyasasındaki en büyük otomotif şirketidir, hem de yüz yıldan fazla geçmişi olan Ford ve GM gibi şirketleri geride bırakarak. Bu da bize iklim ve enerji alanındaki gelişmeleri uluslararası anlaşmalardan bağımsız olarak düşünmek gerektiğini gösteriyor.

Kalkınma denildiğinde ekonomik düşünce yapısında enerji akla geliyor. Ancak Çin ve Hindistan gibi gelişmekte olan ülkeler kalkınma yolunda GSMH büyümelerini enerji artışından ayrıklaştırmaktadırlar. Bunun anlamı şu, bir birim fiyata satılacak ürün üretmek için harcaman gereken enerji miktarı her geçen zaman biriminde azalmalıdır. Ülkemizde ise üretim ile enerji tüketimi birbirine bağımlı kabul edildiğinden ayrıklaştırma gündemde bile olmayan bir konudur. Oysa iklim değişikliğini durdurmanın tek yolu üretim ile enerji tüketimini birbirinden ayıracak yollar bulmayı becermektir. Enerji verimliliği bu yolların en başında gelir. Gelişirken fazla enerji tüketmemek mümkündür. Çin bunun en önemli örneği, ama isterseniz bize biraz daha benzeyen Uruguay’a da bakabilirsiniz.

İklim değişikliği bağlamında ilerlememiz gereken ikinci ana alan da kendimizi korumaktır. Seller ve yoğun yağışlar artacağından kanalizasyon altyapımızı, kuraklıklar artacağından tarımsal altyapımızı, sıcak hava dalgaları artacağından sağlık altyapımızı gelecekteki değişikliklerin getireceği problemlerle baş edebilir hale getirmek zorundayız. Bugün ülkemizde iklim değişikliği ile mücadele dendiğinde akla sera gazı salımlarının azaltılması gelmektedir. Oysa ülkemizin konumu açısından daha önemli olan problem kendimizi gelecekteki büyük değişime karşı koruyabilmektir.

İklim değişikliği insanlığın karşılaştığı belki de en büyük problem ve ülkemiz bu problemden en fazla etkilenecek bölgelerden birinde yer almaktadır. Bu nedenle bu problemin farkında olmak ve önlem almak hepimizin üzerine düşen bir sorumluluktur.

21 Ağustos 2017 Pazartesi

Normal bilim yapmaya daha ne kadar devam edeceksiniz?

İklim değişikliği bugüne kadar karşılaştığımız problemlerden çeşitli nedenlerle farklı bir problemdir. Diğer konularla arasındaki en önemli fark küresel bir problem olması ve tüm gezegeni derinden etkileme ve değiştirme riski taşımasıdır. Bu nedenle de iklim değişikliği problemine bakışımız diğer tüm konu ve sorunlara yaklaşımımızdan doğal olarak farklı olacaktır. Bilim alanında aşina olduğumuz klasik problemlere alışılmış ve üzerinde anlaşılmış bir yaklaşım söz konusudur. 

Normal bilim dediğimiz bu yaklaşımda gözlemler ve deneylerle kurduğumuz hipotezi sınayarak kurallara varmaya çalışırız. Bu tür bilimsel yaklaşımda belirsizlikler bir yandan çok az olduğundan, öte yandan da belirsizliklere izin verilmediğinden yargılara varma konusunda keskin davranma zorunluluğu vardır. Mesela CERN’de yapılan deneyler sonunda Higgs bosonunun varlığını kanıtlamak için elde edilen verilerin şans eseri oluşmayacağı bizim normal hayatta kullandığımız kesinliklerin çok ötesinde belirlenir. Bunun nedeni de normal bilimin doğasıdır. Normal bilimde belirsizliklere yer yoktur.

1992 yılında Rio’da toplanan dünya devletleri iklim değişikliğini görüştüler ve önemli kararlar aldılar. Bu kararların belki de en önemlisi sözünü ettiğimiz belirsizlikle ilgili olan karardır. Dünyadaki neredeyse tüm ülke yetkilileri iklim değişikliğinin çok önemli riskler taşıdığına ve devletlerin bilimsel belirsizlikleri bahane ederek önlem almaktan kaçınmamaları gerektiğine karar verdiler.

İklim değişikliği bilimsel anlamda önümüze yeni ve değişik bir problem getirdi. Bu problemde artık hem önemli derecede belirsizlik bulunuyor hem de sonuçlar çok büyük riskler içeriyor. Bu yeni bilimsel yaklaşım gereksinimine de normal ötesi (post-normal) bilim adı verildi (Funtowicz ve Ravetz, 1992). 

Normal ötesi bilimin normal bilimden ciddi anlamda ayrılmasının en önemli nedenini belirsizlik ve risk oluşturuyor. Yani bu problemde normal bilimin kullandığı “verileriniz kaç standart sapma farklı olursa yeni bir bulgu sayılabilir” türü yöntemleri kullanabilmemize imkan bulunmuyor. Hepimiz biliyoruz ki içinde çok önemli belirsizlikler barındıran bir problemle uğraşıyoruz, ama bu belirsizlikler yakın ve orta gelecekte insanlık ve dünya açısından çok önemli riskleri de beraberinde getirebilir.

Normal ötesi bilimde bu nedenle bir bilim insanının laboratuvarından yaptığı deneyler yaklaşımının çok ötesine geçmemiz gerekiyor. Bu yeni yaklaşım içerisinde tüm paydaşları barındıran bir yaklaşım olmak zorundadır. İklim değişikliğinin ne olduğuna ve nedenlerine karar verdikten sonra yapılması gerekenler hepimizi ilgilendirdiği için tüm paydaşların da katılımı ile bir karar sistemi oluşturmak gereklidir. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) de tam olarak bunu sağlamak için oluşturulmuştur. Artık yeni bir bilimsel yaklaşım ve bilimsel verileri paylaşım yöntemine ihtiyacımız vardır.

Yalnız burada karşımıza iklim değişikliğinin en önemli problemlerinden birkaçı çıkıyor. Normal bilimdeki kütleçekim dalgalarının keşfi kimse açısından önemli bir kazanç veya zarar nedeni olarak kabul edilmeyecek olsa da normal ötesi bilimdeki iklim değişikliği problemi her şeyden öte ekonomiyi derinden etkileyecek bir problemdir.

İklim değişikliğinin (neredeyse) tartışmasız nedeni, miktarı atmosferde her geçen artmakta olan sera gazlarıdır. Sera gazlarının miktarındaki artışın en önemli nedeni de insanların yaktıkları kömür, petrol ve doğal gazdır. Dünyadaki en büyük şirketlerin önemli bir kısmı gelirlerini bizlere kömür, petrol ve doğal gaz satarak elde eden şirketlerdir. Dolayısıyla bu şirketler, tamamen maddi kaygılarından dolayı iklim değişikliği biliminin paydaşlarından biri oluyorlar.

Paydaşlardaki bu değişiklik probleme bakışımızı da etkileyebiliyor. Kütleçekim dalgalarının keşfi işine gelmeyecek bir Fortune 500 şirketi olmayacağından konuya tamamen normal bilim açısından yaklaşmamızda bir sakınca bulunmuyor. Ancak gelirleri sera gazı salmaya bağlı olan dev şirketler bilimsel verileri bir sis bulutu arkasına saklayarak kendi alternatif gerçekliklerini yaratma konusunda usta olduklarından normal ötesi bilimin de bilimsel veriye yaklaşımı daha temkinli olmak zorunda kalıyor.

Mesela 1998 yılı normalden çok daha kuvvetli bir El Nino senesiydi, yani dünyanın ortalama sıcaklığı küresel ısınmanın da etkisiyle uzun yıllar ortalamalarının çok üzerine çıktı. Ancak bilim insanları bu fazla yükselişin sadece 1998 senesine özgü olduğunu ve ertesi sene El Nino şartları görülmediğinde ortalama sıcaklıkların azalacağını hemen söyleyebiliyorlardı. 1999 yılı sıcaklıkları 1998 yılından daha düşük çıktığında fosil yakıt lobisinin propaganda makinesi “küresel ısınma bitti” sloganıyla ortaya çıktı. Bu nedenle hepimiz ortaya koyduğumuz söylemlerde son derece dikkatli olmak zorundayız. Çünkü normal bilim yaparken kullandığımız argümanları normal ötesi bilim için de kullandığımızda bu lobiciler gerçekleri hızla ve büyük bir yetenekle saptırabilirler.

Tüm bunları anlatmamın arkasındaki ana neden özellikle bu yaz karşılaştığımız olağan dışı hava olaylarından sonra konuşmalara hakim olan “bu olaylar normal, hep olur” tarzının yarattığı etkidir. İklim biliminde normal tabii ki önemlidir, ama iklim değişikliği bu normalin her geçen sene biraz daha değişmesine neden olmaktadır. Bugün karşılaştığımız doğa olayları daha önce karşılaşmadığımız veya görmediğimiz olaylar değildir. Ancak küresel ısınma bu olayların hem şiddetini hem de sıklığını artırmaktadır. Bu nedenle de karşılaştığımız bu olağan dışı olaylara “bu olaylar normal, hep olur” tarzındaki bir yaklaşım önemli bir problem yaratır.

İklim değişikliği her ne kadar dev şirketlerin sattıkları kömür, petrol ve doğal gaz nedeniyle meydana geliyor olsa da onların sattıkları kömür, petrol ve doğal gazı satın alan da bizleriz. Biz karşımızda bir problem olduğunu algılar ve bir paydaş olarak çözüme yönelik adımlar atmak zorundayız. Ama duyduğumuz her “bu olaylar normal, hep olur” cümlesi çözüme yönelik adımlar atmak isteyen bireyin atacağı adımı tekrar düşünmesine neden olabilmektedir.

Normal ötesi bilimde bilim insanının sorumluluğu sadece normal bilimde kullandığı terminoloji ile konuşmak değil normal ötesi bilimin bizleri karşılaşmak zorunda bıraktığı belirsizlik ve riski de hesaba katarak davranmaktır. Bu sorumluluğu sadece normal bilim olarak gören bilim insanları çözümün değil problemin bir parçası olmaya başlıyorlar. Bu da 1992’de Rio’da tüm devletlerin üzerinde anlaştığı belirsizliklere rağmen önlem alınması prensibine zarar veriyor. 

5 Ağustos 2017 Cumartesi

Atmosfere sızan metan gazı yaşamın neredeyse sonunu getirdi

4.5 milyar yıllık dünya tarihinden yaşam ara sıra çok ciddi problemlerle karşılaşıp yokoluşun eşiğinden dönmüştür. Bu büyük yokoluş olaylarından beş tanesi tarihte önemli yer tutar. 

  1. Ordovisyan–Siluryan yokoluş olayı: 450–440 milyon yıl önce. Bu olay sırasında tüm canlı familyalarının %27'si tüm canlı cinslerinin %57'si ve tüm canlı türlerinin %60 - 70'i yok olmuştur. Bu tarihte yaşanmış en büyük ikinci yokoluş olayıdır.
  2. Geç Devonyan yokoluş olayı: 375–360 milyon yıl önce. Bu olay sırasında tüm canlı familyalarının %19'u tüm canlı cinslerinin %50'si ve tüm canlı türlerinin en az %70'i yok olmuştur.
  3. Permiyan–Triyasik yokoluş olayı: 252 milyon yıl önce. Bu olay sırasında tüm canlı familyalarının %57'si tüm canlı cinslerinin %83'ü ve tüm canlı türlerinin %90-96'sı yok olmuştur. Bu tarihteki en büyük yokoluş olayıdır ve bu nedenle de Büyük Ölüş adıyla anılmaktadır. Aşağıda bu konuda daha ayrıntılı bilgi vereceğim.
  4. Triyasik–Jurasik yokoluş olayı: 201.3 milyon yıl önce. Bu olay sırasında tüm canlı familyalarının %23'ü tüm canlı cinslerinin %48'i ve tüm canlı türlerinin %70-75'i yok olmuştur. Bu olayda dinozorlara rakip olabilecek büyük hayvanların neredeyse tümü yok olduğundan bir anlamda dinozorların önü açılmıştır. 
  5. Kretase–Paleojen yokoluş olayı: 66 milyon yıl önce. Bu yokoluş olayı dinozorların sonunu getirmiş olduğundan en iyi bilinen yokoluş olayıdır. Ayrıca ünlü fizikçi Luiz Alvarez bu olayın nedenini Meksika Körfezi'ne düşmüş olan yaklaşık 10 kilometre çapında bir göktaşına dayandırmış olduğundan popüler medyada da en fazla işlenen olaydır. Ancak diğer yokoluş olayları ile kıyaslandığından o derece de büyük bir hasar gözlenmemiştir. Bu olay sırasında tüm canlı familyalarının %17'si tüm canlı cinslerinin %50'si ve tüm canlı türlerinin %75'i yok olmuştur. Bizim açımızdan bu olayın faydası dinozorların ölümüne sebep olarak memelilerin egemen sınıf olarak dünyada hüküm sürmesinin önünü açmıştır.

Bu olayların tümü milyonlarca yıl önce meydana gelmiş olduğundan jeoloji biliminin fizik ve kimyadan destek almadığı 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın önemli bir bölümünde bu olayların varlığı, zamanları ve nedenleri gizemini korumuştur. Temel bilimlerdeki gelişmelere paralel olarak bu olayların zamanlaması konusundaki bilgilerimiz de her geçen gün netleşmektedir. Bundan 252 milyon yıl önceki Permiyan-Triyasik yokoluş olayının zamanlaması artık neredeyse yüz bin senelik bir hata payı ile belirlenebilmektedir.

Ancak gene de bu olayların tümünün nedenleri hala gizemini korumaktadır. En yakın ve net olarak belirleyebildiğimiz, dinozorların yok olduğu Kretase-Paleojen yokoluş olayında bile nasıl olup da tek bir göktaşının tüm dinozorların yok olmalarına sebep olmuş olabileceği hala tartışılan bir konudur.

Bu nedenle bilim insanları her geçen sene biraz daha tek bir nedendense yaşamın varlığını zorlaştıran çevresel nedenler üzerinde durmaya başlamışlardır. Bu çevresel nedenlerin en önemlilerinden biri de dünyanın yüzey sıcaklığıdır. Doğal olarak canlılar yaşamak için çok da geniş olmayan bir sıcaklık aralığına ihtiyaç duyarlar. Bu aralık uzun süre içerisinde değişecek olursa evrimleşerek veya yer değiştirerek bu değişikliğe ayak uydurmaları zor değildir. Ama bu değişiklikler ayak uyduramayacakları kadar hızlı meydana gelecek olursa yukarıdaki felaketlerin oluşması mümkündür.


Bu hafta Nature Communications'da yayınlanan bir makale Permiyan-Triyasik yokoluş olayının bugünden 251.9 milyon yıl önce meydana geldiğini ve buna sebep olan jeolojik olayın Sibirya'nın Tunguska bölgesindeki yanardağ patlamaları olabileceğini gösteren bir model ortaya koyuyor.

Sibirya'nın Tunguska bölgesi Türkiye'nin yaklaşık yarı alanına sahip bir bölge. Bu bölgede bundan 252.2 milyon yıl önce başlayan ve 300 bin yıl süren volkanik aktiviteler sonucu yeryüzüne çıkan magma geniş bir alanı kaplıyor. Soğuyan bu geniş magma tabakası alttan gelen sıcak lavların yüzeye çıkmasına engel olup yatayda yayılmasını sağlamış. 

Toprağın altındaki ağaç kökleri ve ölü canlılar çürüdüklerinde yavaş yavaş yüzeye metan gazı salarlar. Metan gazı karbondioksitten yaklaşık 25 kat daha etkili bir sera gazıdır. Yani metanın atmosferi ısıtma potansiyeli karbondioksitten kat kat fazladır. Ancak Sibirya'da toprağın 2-3 metre altı her zaman donmuş durumda bulunduğundan bu metan gazı yüzeye çıkamadan toprağın içindeki nemle birlikte donmuş halde bulunur. 

Permiyan-Triyasik yokoluş olayı sırasında dikeyde ilerleyerek yeryüzüne çıkma fırsatı bulamayan lavlar yatayda ve toprağın az altında yayılarak suyla karışık donmuş metanın eriyerek atmosfere sızmasına neden olmuş. Ani olarak atmosfere sızan metan gazı ise atmosferin hızla ısınmasına neden olarak çok kısa bir sürede yeryüzündeki yaşamın çoğunu yok etmiş. 

Ancak bu lavlar da kısa sürede donduğundan metan çıkışı da fazla uzun sürmemiş ve atmosfer kısa sürede eski sıcaklığına kavuşmuş. Yaşamın eski çeşitliliğine kavuşması ise en az 10 milyon yıla yakın zaman alabiliyor.

Bugün kuzey bölgelerdeki benzer metan yatakları iklim değişikliği alanında kaygıyla izleniyor. Fakat gelecekle ilgili yapılan projeksiyonlarda bu metan sızıntılarına yer verilmiyor. Bunun nedeni de 252 milyon yıl önce olduğu gibi bu olayın çok hızlı başlaması ve korkunç bir etkisi olması. Bu çıkışın ne zaman başlayabileceği hakkında bir bilgimiz olmadığından bu konuda modeller kurmakta da zorlanıyoruz. Ama bildiğimiz bir tek şey var. Bu 252 milyon yıl önce olmuş. Bugün tekrar etmemesi için de bir sebep yok.

29 Temmuz 2017 Cumartesi

Paris Anlaşması hedeflerinin tutturulabilmesine endüstri-öncesi tanımının etkisi:

Aralık 2015'de kabul edilen Paris Anlaşması küresel ısınmanın 2100 yılına kadar 2 dereceyle sınırlanmasını ve mümkün olduğunca 1.5 derece sınırında tutulmasına çalışılmasını öngörüyordu. Burada önemli olan sorulardan bir tanesi "hangi zamana göre 2 derece (veya 1.5 derece)?" sorusudur. Anlaşma metninde başlangıç noktasına "endüstri öncesi dönem" denmiştir. Ancak endüstri öncesi dönem tanımının önü açık bırakıldığından bu tanım anlaşmazlık yaratabilmektedir. 

ABD'nin önde gelen iklim bilimcilerinden Michael Mann'in Nature Climate Change'de yayınlanan son araştırması bu konuya açıklık getirmeye çalışıyor. Gelecekte neler olacağını öngörebilmek için gelecekte atmosferde ne kadar sera gazı olacağını bilmemiz gerekiyor. Bu bilgiye sahip olmadığımızdan tahmin yapmak zorundayız. Bu tahminlerin en kötüsü bu konuda çaba göstermeyeceğimiz düşüncesine dayanıyor (jargonda RCP 8.5 deniyor). Normal bir çaba gösterdiğimiz senaryoya RCP 4.5, elimizden gelen her şeyi yaptığımız senaryoya da RCP 2.6 adını veriyoruz.

Eğer endüstri öncesi dönem olarak 1850-1900 arasını kabul edecek olursak, RCP 8.5 senaryosuna göre %85 ihtimalle 2050 yılında 2 derecelik bir ısınmayı geçmiş olacağız. Bu senaryoda ısınma 2100 yılında 3.9 dereceyi rahatlıkla bulmuş olacak. RCP 4.5 senaryosuna göre 2100 yılında sıcaklık artışı 2.3 dereceyi bulacak. Elimizden gelenin en iyisini yaptığımızı kabul eden RCP 2.6 senaryosuna göre ise ısınmayı 2 derece ile sınırlama ihtimalimiz %75. Bu senaryoya göre ısınmayı 1.5 derecenin altında tutmak için %40 şansımız var. Yani sadece göstermelik çabalar dünyanın 2 dereceden fazla ısınmasını engelleyemeyecek, bu ise dünyanın çoğu bölgesi için önemli felaketlerin görüleceği anlamına geliyor. Bizi kurtarabilecek tek şey ise küresel ısınmayı engelleyebilmek için elimizden gelenin en iyisini yapmak.

Ancak tüm bunlar ısınmanın 1850'de başladığını kabul etmemize dayanıyor. Gerçekte endüstriyel anlamda 1700'lerin başından itibaren İngiltere'de kömür çıkartılıp yakıldığını biliyoruz. Bu nedenle eğer başlangıç noktasını 1850 yerine 1750 olarak alacak olursa yapılan çalışma bize 1750-1850 arasında da 0.2 derecelik bir sıcaklık artışı olmuş olduğunu gösteriyor.

Küresel ısınmanın 1750 yılında başladığını kabul ederek yukarıdaki hesabı baştan yapacak olursak 1.5 derece altında kalmak için %40 olduğunu düşündüğümüz şansımız %18'e iniyor. Sadece 2 derece ısınma ihtimalimiz ise %70'e düşüyor. RCP 4.5 senaryosuna göre ise 2048 yılında 2 derecelik sıcaklık artışını görüyor olabiliriz.

Bu sayıları 2 derece ısınmayı aşmadan ne kadar daha karbondioksit salabileceğimize, yani karbondioksit bütçemize tercüme edecek olursak şu sonuçla karşılaşıyoruz: Eğer başlangıç noktamızı 1850 yılı olarak alacak olursak 2 derece ısınmanın altında kalabilmek için en fazla 870 milyar ton karbondioksit daha salabiliriz. Unutmayın, bundan fazla salmak insanlığı ciddi anlamda büyük sorunlarla karşı karşıya bırakacağından bunu en yüksek limit olarak görüp daha da altında kalmaya çalışmak gereklidir. Ancak eğer endüstri devriminin gerçek başı olan 1750 yılını başlangıç olarak kabul edecek olursak elimizdeki karbondioksit bütçesi sadece 430 milyar tona düşüyor. Senede ortalama 42 milyar ton karbondioksit saldığımıza göre bu en geç on yıl içerisinde kömür, petrol ve doğal gaz yakmayı durdurmamız anlamına geliyor.

Makalenin tamamı: 

Importance of the pre-industrial baseline for likelihood of exceeding Paris goals
Andrew P. Schurer, Michael E. Mann, Ed Hawkins, Simon F. B. Tett and Gabriele C. Hegerl
Nature Climate Change - DOI: 10.1038/NCLIMATE3345

18 Temmuz 2017 Salı

Çok da uzak olmayan bir gelecekte...

1 Ocak: Yeni yıla neredeyse bir bahar havasında girdik. Az daha sıcak olacak olsa yılbaşı sofrasını balkonda kuracaktık. Gençlere anlatsam inanmazlar, 1981’i 1982’ye bağlayan gün de hava güzeldi. Sonra gece 3 civarında kar yağmaya başladı, ertesi gün herkes uyandığında ortalık bembeyazdı. Oysa bu sene yılın ilk günü uyandığımızda kazaklarla balkonda oturup çayımızı içebildik. Üzerimize güneş vuracak olsa kazağa bile gerek kalmazdı.

6 Ocak: Bizim ılık hava Kuzey Kutbuna da bulaşmış. Hani burası kadar değil ama orası da epey sıcakmış. Haberlerde kutupta sıcaklığın sıfır derecenin üzerine çıktığı söyleniyor.

10 Ocak: Ben anlamadım bu işi, Kuzey Kutbu bile sıfır derecenin üzerindeyken bizim meteoroloji yarın öğleden sonra kar başlayacağını, yarın geceden itibaren sıcaklıkların -5 derecenin altına ineceğini söylüyor. Daha bir hafta önce balkonda oturuyorduk.

12 Ocak: Gene okullar tatil, arabayı yerinden çıkartmaya da imkan yok, kar neredeyse diz yüksekliğine geldi. Çocuklar “kar, kar” diye sızlanıyorlar ama onları dışarı bırakamayacak kadar soğuk hava. Bu akşam da ayaz yaparsa yarın iyice buza döner bu kar.

15 Ocak: Daha yerden kar kalkmamışken sağanak yağış da ortalığı bataklığa çevirdi. Hava on derece birden ısınınca eriyen bu kadar kar suyu nasıl yol bulup da akacak. Yarın gene her taraf göl olur artık.

10 Şubat: Biz Akdeniz iklimini kışları serin ve yağışlı diye öğrenmiştik, serin olmasına serin de yağış nereye gitti anlamadık. Geçen ay başında bir yağdı, sonra da yüzünü göstermedi. Eskiden kışlar sanki daha yağışlı olurdu. Artık kışın yanımıza şemsiye almadan çıkıyoruz çoğunlukla dışarıya.

12 Şubat: Aptal ben, şemsiye almadan çıkarsam dışarıya olacağı bu. İliklerime kadar ıslandım. Bu hava iyice saçmaladı. Kış boyu bir ay damla düşmüyor, sonra da iki saatte ortalığı sel götürüyor. Bari okula varana kadar sabretseydi, kapıdan girene kadar sırılsıklam oldum. İşin yoksa tüm gün ıslak ıslak dolaş.

13 Şubat: Dün havanın garazı banaymış. Ben ıslandıktan sonra gene açtı. Sonra da sanırsın mayıs ayı. Bu havaların dengesi iyice bozuldu artık.

3 Mart: Yazlıkları çıkartsam mı? Millet utanmasa şıpıdık terlikle dolaşacak, ben paltoyla geziyorum hala. Eskiden mayısta yapmaz mıydık yazlık-kışlık değişimini? Ya hatta mevsimlik diye bir şey vardı. Şimdi şubat bitti mi yaz geliyor.

27 Mart: Ben hangi akla hizmet kışlıkları dolaba kaldırdım ki? Bir de kuru temizlemeciye falan götürüp kaldırdım, şimdi de donuyorum. Mart ayı sonunda 5 derece sıcaklık nerede görülmüş? Eskiden böyle değildi.

3 Mayıs: Çiftçiler yağmurun azlığından şikayet ediyorlarmış da daha yaz gelmedi ki. Hala geri çıkarttığım kışlıklarla dolaşıyorum. Ama adamlar da haklı, yağmur neredeyse hiç yağmadı bir aydır.

15 Mayıs: Bolu’da bir otoparkı su basmış, arabalar yüzüyordu suda. Buraya hiç yağmıyor, ama oraya sağlam yağıyor demek ki.

16 Mayıs: Sonunda buraya da yağdı. İyi ki üzerimde hala mont vardı, yoksa çok fena ıslanmıştım. Eskiden bu yağmur hep böyle şiddetli mi yağardı? Şemsiye dayanmıyor, yağdı mı ortalığı sel basıyor. Ama işte bu hep çarpık kentleşme, yağmurun ne suçu var. Akacak yer yok ki, su ne yapsın?

17 Mayıs: Bu normal değil artık, afet. Sokaktan sular bir akıyor, sanırsın yola dere yapmışlar. Hale bak, iki gün önce yağmur yağmadığından şikayetçiydik, bugün ortalığı sel bastı. Bu havaların ayarı iyice bozuldu.

30 Mayıs: İki hafta önce ortalığı seller götürdü, şimdi belediye bu yaz su sıkıntısı çekmemek için tasarruf yapmamız gerektiğini söylüyor. O iki hafta önce yağan yağmur suları nereye gitti? Bizim bodrumdaki pompa hala arada sırada suları çıkartmak için çalışıyor.

21 Haziran: Bugün artık resmen yazın başlangıcı, ben de yazlık kıyafetlere geçebilirim. Havalar o kadar dengesiz gidiyor ki ne giyeceğimizi ben de şaşırdım.

24 Haziran: Valilik yarın hamile ve engelli kamu çalışanlarının izinli sayılacağını söyledi. Hissedilen sıcaklık 45 derecenin üzerinde olacakmış. Ne ki bu hissedilen sıcaklık.

25 Haziran: Anladım hissedilen sıcaklığın ne olduğunu. Hava o kadar nemli ki kendini balık gibi hissediyorsun. İyi ki evde klima var, yoksa akşam çekilmez ev.

25 Haziran: Gecenin on ikisi oldu hava hala serinlemek bilmiyor. Klima olmasa dayanamayız da tüm yaz klimalı odada oturarak da geçmez ki. Eskiden en azından geceleri hava serinlerdi. Hatta hatırlarım memlekette damda yatardık gittiğimizde. Milletin derdi sıcaktan uyuyamamak değil damdan düşüp kolunu veya bacağını kırmak olurdu. Şimdi gündüz sıcak, gece daha da sıcak, hem de nemden yapış yapış oluyoruz.

28 Haziran: Hastanede çalışan bir arkadaş anlattı, son üç günde çok sayıda kalp yetmezliği vakaları gelmeye başlamış. “Sıcaktan” diyor. Eskiden bu kadar çok gelmezmiş. Bence eskiden ne bu kadar çok yaşlı vardı, ne de bu kadar sıcak hava. Şimdi Allah uzun ömür verin, insanlar da epey uzun yaşıyorlar. Eskiden olsa yaşlılar yaylaydı, damdı derken idare ediyorlardı da şimdi şehirlerde hayat kötü. Kliman da yoksa Allah kolaylık versin.

30 Haziran: Bu sıcağın üzerine bir de elektrikler kesildi. Tabii bu milletin hepsi klimalarına dayanırsa devletin elektriği yeter mi? İnsanlarda en ufak saygı ve akıl kalmadı. Düşünemiyorlar bu kadar klimaya elektriğin yetmeyeceğini. Ama elektrikler kesilince hava biraz serinledi mi ne? İnşallah akşama kadar gelir elektrik, yoksa vallahi arabada yatarım klimayı açıp.

18 Temmuz: Sabah biz evden çıkarken bir şey yoktu ama simitçiye vardığımızda kıyamet koptu. Sanki gök yarıldı. Buna bardaktan boşanmak bile denmez, bardak küçük gelir, kovadan boşanırcasına yağdı. İki saat simitçide hapis kaldık. Sonra hafif sakinlediğinde okula koşabildik. Afet bu ya, normal yağmur böyle olmaz. Sabah hava neredeyse kararmış gibiydi, şimşekler, yıldırımlar, sanırsın kış mevsimindeyiz. Haberlerde Sarıyer metrosunu su basmış diyor, sadece Hacıosman-Taksim arası çalışıyormuş. Evde de elektrik yok. Mahalledeki trafoyu su basmış.

31 Ağustos: Konya Ovası’nda artık sadece güneş enerji santralleri yapılacakmış. Anladığım kadarıyla bir yandan fazla yağış düşmüyor artık, öte yandan da yer altı suyu bile çıkmıyormuş. Onun için bırakın şeker pancarını veya mısırı, buğday bile zor yetişiyormuş. Çiftçiler “buğday yetiştirmek için uğraşacağımıza güneş enerjisi işine gireriz” diyorlarmış. Buğdayı da Ruslardan alırız artık. Eskiden biz Konya Ovasına tahıl ambarı derdik, şimdi kendi buğdayımızı zor yetiştiriyoruz.

17 Ekim: Sabah kalktık inanılmaz bir rüzgar. Köprüde bile trafik adım adım gidiyor. Tüm vapurlar iptal olmuş. Hani lodosu biliriz de bu biraz delirmiş hali lodosun. Köprünün iki başındaki bayrak direklerinden de bayrakları kopartmış.

18 Ekim: Biz bayraklara dertlenirken lodos çok daha ağır iş çıkartmış başımıza. Kadıköy’de dalgalar o derece çıldırmış ki sular taşları aşıp metroya dolmuş. Kadıköy istasyonu büyük zarar görmüş. Uzun süre de o suyu boşaltamazlar, boşaltsalar da tuzlu su sistemlere zarar vermiştir, o istasyondan epey zaman hayır gelmez.

9 Kasım: Donduk bugün. Havalar sıcak gidiyor derken bugün birden soğudu ne olduğumuzu anlamadık. İnşallah üşütmem. Dolaptaki yedek kazakla eve giderim ama bu akşam paltoları çıkartmak gerekecek.

10 Kasım: Daha kasım ayının başındayız, kar nereden çıktı. Hani fazla yağmadı ama yollar az da olsa kayganlaşmıştı. Bu havaların düzeni tamamen bozuldu. Ya sıcak ya soğuk. Eskiden ilkbahar ve sonbahar diye mevsimler vardı, şimdi iki mevsime indik, hava ya sıcak ya da soğuk.

17 Kasım: Sanki geçen hafta kar atıştırmamış gibi bugün de “bahardan kalma bir hava var sayın seyirciler”. Sabah montla çıktım evden ama öğlen o bile fazla geldi. Aslında montu da yağmur atıştırır diye almıştım ama epeydir yağmıyor. Geçen ayın ortasında o lodos fırtınasıyla birlikte yağmıştı en son. O da felaket bir fırtınaydı. Kadıköy istasyonu hala kapalı. Metro Ayrılık Çeşmesi’ne kadar çalışıyor. Bu ayın sonunda normale döneceğini söylüyorlar.

7 Aralık: Hava lütfetti de azıcık yağmur gördük bu hafta. Eskiden kış dediğin daha yağışlı olurdu. Şimdi kış desen kış değil, sonbahar desen sonbahar değil garip bir havada yaşıyoruz. Ben çocukken hatırlarım üst üste kaç gün yağdığı olurdu havanın. Ama şimdiki gibi bardaktan boşanırcasına değil; yağardı biraz, sonra hafif açardı, çıkıp caddede biraz top oynardık, sonra gene kapayıp yağardı. Sokaklardan sel aktığını pek hatırlamıyorum. Şimdi ne zaman yağsa sel götürüyor, yağmadığı zaman da hiç yağmıyor.

28 Aralık: Çocuklar yılbaşının geçen seneki gibi karlı olup olmayacağını soruyorlar. Daha bu hafta sonu bisiklet binmeye kazakla gittik. Geçen seneki karı görmemiz zor görünüyor. Yağmur yağsa yeter.