15 Aralık 2022 Perşembe

Yeşil Mutabakat ve Döngüsellik

Maslov’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi içinde Batı Avrupa’ya baktığımızda çoğunluğun fizyolojik ve güvenlik ihtiyaçlarını sağlamakta olduğunu görmek zor değildir. Toplumun geneline bakıldığında sosyal ihtiyaçlarla saygınlık ihtiyacının bile bir yere kadar karşılandığını kabul edebiliriz. Ancak Maslov kişinin kendisine odaklandığı için bu ihtiyaçların temelinde bulunan çevreyi fazla sorun haline getirmemiştir. Beslenme ihtiyacımız giderildiğinde daha sağlıklı kaynaklardan beslenmeyi düşünmeye başlarız. Kişisel güvenliğimiz sağlandığında anlık değil uzun vadeli güvenliğimizi ya da güvenliğin sürdürülebilirliği konuşulmaya başlanır. Yani toplum olarak bakıldığında bireysel ihtiyaçlar doyurulduğu zaman bu huzurun kalıcı ve sürdürülebilir olması ana unsur olarak ortaya çıkar. Daha sürdürülebilirlik kavramını günlük yaşama taşımamızdan önce bile bu düşünce vardır yalnız son senelerde gittikçe artan bir biçimde sürdürülebilirlik kişisel ve sosyal ihtiyaçlarla birlikte anılmaya başlandı.

Çok uzak geçmişte değil, 1952 kışında Batı Avrupa’da temel ihtiyaçların giderilmiş olduğuna inanılan bir ortamda oluşan hava kirliliği Londra’da beş gün içinde on ila on iki bin kişinin hayatını kaybetmesine yol açtı. Belki de bu olay gelişmiş ülkelerin çevre sorunlarına bakış açısını değiştirdi. 1962 yılında yayımlanan biyolog Rachel Carson’ın Sessiz Bahar kitabı da çevre kirlenmesine yeni bir boyut kazandırdı. Öncelikli olarak gelişmiş ülkelerde oluşan bu yeni düşünce yapısı 1960’ların sonu gelindiğinde en azından kendi yaşadıkları ortamda çevre sağlığına önem vermenin de temel ihtiyaçlardan biri olması gerektiğine toplumu inandırdı.

Endüstrileşmenin çevreye verdiği zarar göz önünde olduğu için de sürdürülebilirlik düşüncesi öncelikle çevresel sürdürülebilirlik olarak algılandığında ilk adımlar çevrenin korunması yolunda atıldı. 1992 yılında Rio’da toplanan ve günümüzde konuşulan çoğu çevre anlaşmasının temelini oluşturan Dünya Zirvesi’nin bile resmi adı Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı idi. Kısaca, daha sürdürülebilirlik kavramlarının ortaya tam anlamıyla konulmuş olmadığı zamanda bile çevre ile ekonomik kalkınmanın ilişkisi ve bir yandan ekonomik büyüme sağlanırken diğer yandan çevreye verilen zararın nasıl azaltılacağı başlıca tartışma konularından biri haline geldi.

Gelişmiş ülkeler çevre ve ekonomik büyüme ikileminin kolay çözümünü kirleten sanayilerin gelişmekte olan ülkelere kaydırılmasında gördüler. Bu gelişmekte olan ülkeler açısından da alan memnun satan memnun durumu yarattığı için neredeyse günümüze kadar kimse bu konuda fazla ses çıkartmadı. Hatta bugüne geldiğimizde dahi gelişmekte olan ülkelerin çoğunluğunda “ekonomik büyüme mi yoksa çevresel koruma mı?” diye sorulduğunda cevap “ekonomik büyüme” oluyor.

Ancak özellikle iklim krizinin ön plana çıkması ve çoğu çevre sorununun yerel değil küresel çözümlere ihtiyaç duyuyor olduğunun görülmesi önce Batı Avrupa toplumu tarafından özümsendi. Burada bir kez daha Maslov’dan söz etmek gerekiyor. Sadece İhtiyaçlar Hiyerarşisinde alttaki ihtiyaçlarını gideren topluluklar daha üst ihtiyaçlarını giderebilmek için çaba harcamaya başlarlar. Toplumsal özgüven ve başkalarına saygı ile birlikte gelişen küresel ahlak kavramı “biz burada temiz bir ortamda yaşıyoruz ama bize bunu sağlayan bireyler uzak bir yerde kirliliğin içinde yaşamak zorunda kalıyorlar” bilincinin özellikle çevreci politika yapıcılar tarafından sıkça konulmasına destek oldu.

Bilim dünyasında da bu düşünce paralelinde gelişen gezegenin sınırları, sorunun sadece kendi kapımızın önünü temizlemek değil tüm gezegenin sağlıklı olması gerektiğini açıkça gösterdi. Bu bilgiler ve ihtiyaçlar toplamı, Batı Avrupalı karar mekanizmalarının da desteği ile Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’nın ve hemen ardından Paris İklim Anlaşması’nın kabul edilmesinde önemli rol oynadı.

Gezegenin Sınırları çalışmasına baktığımızda, orada belirtilen dokuz çevresel sınırın da önemli olduğunu, ancak en önemlisinin iklim krizi olarak belirtildiğini görürüz. Bu gerçek kalkınma amaçlarının belirlenmesinde de Paris Anlaşması’nda da ana sorunlardan biri olarak ortaya konulmuştur. Yalnız Avrupa Birliği çevresel problemler konusunda bir adım daha atarak bu problemlere olan yaklaşımı kurumsal yapısının da içine entegre etmiştir.

Ülkemizde Avrupa Yeşil Mutabakatı Sınırda Karbon Düzenlemesi Mekanizması dediğimiz iklim krizi ile ilgili çalışma bağlamında değerlendiriliyor olsa da bu mutabakat iklimi ilgilendiren konular da dahil olmak üzere gezegenin tüm sınırlarına toplu bir bakış içerir. Bu konuları şöyle sıralamak mümkündür:

Temiz enerji

İklim krizinin en önemli sorumlusu enerji üretimidir. Enerji üretiminde kullanılan kömür, petrol ve doğal gaz yandığında çıkan karbondioksit atmosferin daha fazla ısınmasına neden olur. Avrupa Birliği 2050 yılına kadar iklime zarar vermeyen bir topluluk olduğundan temiz enerji kullanımı Avrupa Yeşil Mutabakatı'nın ana hedefidir. Temiz enerji, üretimi ve tüketimi sırasında atmosfere sera gazı salmayan enerjidir. Elbette tüm enerji türleri bir noktaya kadar sera gazı salarlar. Mesela bir barajın yapımında kullanılan çimentonun elde edilmesi sırasında karbondioksit salınsa da hidroelektrik enerji santralleri temiz enerji kaynakları olarak kabul edilir. Ne yazık ki AB son dönemde doğal gazı bile bir temiz enerji kaynağı sayma konusunda adımlar atmıştır. 

AB'nin iklim dostu olma yolundaki hedeflerinden biri, 2050 yılına kadar net sıfır sera gazı salan bir topluluk olmaktır. Bu bağlamda atılacak ilk adım da enerji sistemlerini karbondan arındırmaktır. Bu çaba içerisinde temel ilkeler şunları içerir:

  • Enerji verimliliğine öncelik vermek,
  • Büyük ölçüde yenilenebilir kaynaklara dayalı bir enerji sektörü geliştirmek,
  • Karşılanabilir bir AB enerji arzını güvence altına almak,
  • Tamamen entegre, birbirine bağlı, dijitalleştirilmiş bir AB enerji piyasasına sahip olmak.

Görüldüğü gibi buradaki kuralların bir kısmı iklim ve çevreyle ilgili olsa da diğerleri Avrupa’nın enerji bağımsızlığına yönelik hususlardır. Bu enerji bağımsızlığı yolunda atılacak en başlıca adım enerji sistemlerinin elektrifikasyonudur. Buradan anlamamız gereken şey, eskiden kömür, petrol ve doğal gaz yakarak sağladığımız enerjiyi artık elektrik kullanarak elde etmektir. Yani, fabrika kazanlarını ısıtmak için doğal gaz değil elektrik kullanmak, taşımacılıkta elektrikli araçlara dönmek bu sistemin başlıca adımlarıdır. Bunun gerçekleşebilmesi için en başta elektrik enerjisinin fosil yakıtlara dayanmayan kaynaklardan üretilmesi gereklidir. Bu da Avrupa’nın geneli için geçerli olamadığından AB Enerji Sistemi Entegrasyonu Stratejisi, daha döngüsel bir sistem elde etmeye yönelik önlemleri ve daha fazla doğrudan elektrifikasyonu uygulamaya koymaya çabalar. Bunun yanı sıra Avrupa hidrojenin başı çektiği daha temiz yakıtlar geliştirmeye yönelik önlemleri içeren bir enerji geçişi için çalışmaları hızlandırır. Yalnız, hidrojen bir enerji kaynağı değil bir yakıttır. Önce hidrojeni üretip depolar, sonra da bu hidrojenden ısı veya elektrik enerjisi elde ederiz. Hidrojeni yenilenebilir enerjiden elde ettiğiniz elektrikle suyu ayrıştırarak elde ederseniz bu hidrojen tamamen yeşil bir yakıt olur. Yaktığınız zaman da enerji elde edersiniz ve havaya da sadece su buharı çıkar. Dolayısıyla yeşil hidrojen kesinlikle döngüsel bir enerji sisteminin temelini oluşturur.

Sürdürülebilir Sanayi

AB'nin iklim hedeflerine ulaşmak için takip edilen bir diğer alan da Döngüsel Ekonomi Sanayi politikasının uygulamaya konulmasıdır. Bu politika vatandaşları ekonomik olarak güçlendirmek, bölgeleri canlandırmak ve en iyi teknolojilere sahip olmak amacıyla geliştirildi. Arka plandaki esas amaç da bir ortak pazar olarak kurulan ve gelişen Avrupa Birliği’nin iklime duyarlı ve döngüsel ekonomi dostu bir pazar halini almasıdır. Son yıllarda gelişmekte olan ülkelere kaydırılan ve geçen zamanda bu ülkelerin kuralları ile çalışmaya başlayan çelik ve çimento gibi enerji yoğun endüstrilerin karbondan arındırılması ve modernleştirilmesi de AB ekonomisine uzun vadede önemli kaynak sağlayacaktır.

Bu strateji bağlamında malzeme israfını azaltmaya odaklanacak bir sürdürülebilir ürünler politikasının da uygulamaya konması öngörülüyor. Bu strateji ürünlerin hem yeniden kullanılma ve hem de güçlü geri dönüşüm süreçlerine sahip olacak biçimde üretilmesini de kapsamaktadır. 

Tarladan Çatala

Tarladan Çatala stratejisi, gıda sürdürülebilirliği konusunun yanı sıra üreticilere, yani çiftçilere ve balıkçılara verilen desteği kapsar. İki ayrı açıdan bakacak olursak, tarımda suni kimyasalların daha az kullanılması verimi etkileyecektir. Yalnız bu kimyasalların daha az kullanımının aynı zamanda üretimin sürdürülebilirliğine katkı sağlaması beklendiğinden çevre açısından çok yararlı bir adımdır. Ancak aynı zamanda olası verim kaybı üreticiler tarafından pek de hoş karşılanmayacaktır. Bu strateji üreticiye kısaca “siz çevreye saygılı ve sürdürülebilir üretim yapın, biz de sizi maddi anlamda destekleyelim” mesajı vermektedir.

Program şu başlıca hedefleri içerir:

  • 2030 yılına kadar AB tarımının %25'ini organik hale getirmek.
  • 2030 yılına kadar tarım ilacı kullanımını %50 azaltmak.
  • 2030 yılına kadar gübre kullanımını %20 oranında azaltmak.
  • Tarımda ve su ürünleri yetiştiriciliğinde antimikrobiyallerin kullanımını 2030 yılına kadar %50 azaltmak.
  • 2030 yılına kadar gıda israfını %50 oranında azaltmak.

Burada bizim açımızdan dikkat edilmesi gereken husus tarım ilacı ve gübre kullanımının kısıtlanmasıdır. Bu konuyu üreticimize ilettiğimizde “bizim ihraç ettiğimiz ürünlerin analizinde zaten tarım ilacı çıkmıyor” bu stratejiye uyum bağlamında yeterli değildir, çünkü istenen ürünün içeriğinde kimyasal bulunmaması değil ürünlerin doğal yöntemlerle üretilip korunması ve bu şekilde döngüselliğin sağlanmasıdır.

Biyoçeşitlilik

Avrupa Birliği'nin biyoçeşitliliğinin korunmasını amaçlayan stratejisi orman alanlarının ve denizlerin yönetimini, çevrenin korunmasını ve türler ile ekosistemlerin kaybı konusunun ele alınmasını hedefler.

Etkilenen ekosistemlerin restorasyonunun, organik tarım yöntemlerinin uygulanması, tozlaşma süreçlerine yardımcı olunması, serbest akan nehirlerin eski haline getirilmesi, çevredeki yaban hayatına zarar veren böcek ilaçlarının azaltılması ve yeniden ağaçlandırma yoluyla gerçekleşmesi amaçlanır. Biyolojik çeşitlilik stratejisi, aynı zamanda Avrupa Birliği'nin iklim değişikliğini azaltma stratejisinin de önemli bir parçasıdır. 

2030 için AB Biyolojik Çeşitlilik Stratejisi şu hedefleri içermektedir:

  • Deniz alanlarının ve karaların %30'unu ve özellikle yaşlı ormanları korumak.
  • 2030'a kadar 3 milyar ağaç dikmek.
  • En az 25.000 kilometrelik nehri serbestçe akar hale getirmek.
  • 2030 yılına kadar tarım ilacı kullanımını %50 oranında azaltmak.
  • Organik tarımı artırmak.
  • Tarımda biyoçeşitliliği artırmak.
  • Arılar başta olmak üzere tozlayıcıların azalmasını tersine çevirmek.

Görüldüğü gibi bu strateji biyoçeşitlilik kavramında algıladıklarımızdan çok biyolojik çeşitliliğin insan kullanımı ve iklim krizinin önlenmesi amacıyla doğru bir düzene oturtulmasını amaçlamaktadır. Bunun sonundaki beklenti de Avrupa’nın tarımsal çıktısını sürdürülebilir biçimde artırmaktır.

Sürdürülebilir hareketlilik

Ulaşım yöntemlerinden kaynaklanan salımların azaltılması, Avrupa Yeşil Düzeni kapsamındaki bir başka hedef alandır. Kara, deniz ve hava taşımacılığında sürdürülebilir ve alternatif yakıtların benimsenmesini artırmak ve içten yanmalı motorlu araçlar için salım standartlarını sabitlemek ve hatta çoğu noktada bu araçların kullanımını yasaklamak amaçlanmaktadır. Sadece getirilecek yasaklarla çözüm sağlanamayacağı için de biyoçeşitlilik başlığında görüldüğü gibi akarsuların sadece suda yaşayan canlılar için değil tüm taşıt araçları için bir fayda sağlaması gibi çözümler üzerinde durulmaktadır. Aynı zamanda elektrikli bireysel taşıma araçları ve toplu taşımanın geliştirilmesi de bu stratejinin kapsamı içerisinde değerlendirilir.

İnşaat ve binaları yenileme

Yeni yapılaşma ve eski yapıları yenileme insanlığın kullandığı en fazla sera gazı salımına neden olan iki ham maddeye dayanır: Çimento ve çelik. Bu iki maddenin yapı taşlarının doğadan eldesi açısından önemli bir kısıtımız olmasa da bunların üretimi sırasında atmosfere çokça sera gazı salınır. Bundan dolayı öncelikle üretilecek yeni teknolojilerle bu ham maddelerin kullanımının azaltılması, ama ötesinde, eğer bu maddelere mutlaka ihtiyaç duyuyorsak o zaman binaların daha akılcı yöntemlerle inşa edilmesi ya da yenilenmesi gerekmektedir.

Ayrıca Avrupa’nın çoğu noktasında binaları yıkıp baştan yapmaktansa yenileme yöntemi ile ömürlerini uzatmak ve daha enerji verimli hale getirmek mümkündür. Elimizdeki binaları bu şekilde elden geçirerek daha uzun süre ve daha sağlıklı biçimde kullanılır hale getirmek döngüselliğin önemli çıktılarından biridir. Bunun ötesinde binaların tekrar kullanılabilir beton bloklar halinde inşa edilme çalışmaları da ileride bu blokların aynı Lego bloklar benzeri, bir başka inşaatta kullanılmalarına imkan tanımaktadır.

Tüm bu kuralların ötesinde yapılan çalışmalarda kirliliğin önlenmesi de Yeşil Düzen’in parçalarından biridir. Özellikle kullandığımız kimyasallardan artakalanlar önemli bir kirlilik kaynağı yaratmaktadır. Mikroplastikler gibi kirleticilerin sistemden çıkartılması için yapılacak çalışmaların başında bu kirleticilerin hayatımızın bir parçası olmamalarını sağlamak gelmektedir. Bugün PET şişeleri kullanıyor olmamızın arkasındaki önemli nedenlerden biri ucuz ve hafif olmalarıdır. Yalnız çoğu PET şişe tek kullanım için tasarlanmaktadır. Bu da yarattığımız sistemin döngüselliğini büyük ölçüde geri dönüşüm ile kısıtlamaktadır. Oysa tasarım anında bu malzemeler birden çok defa kullanılacak biçimde tasarlanacak olsa, muhtemelen ham madde olarak PET yerine başka bir malzeme tercih edilecek ve çoğu mikroplastik kirliliği doğrudan ortadan kalkacaktır. Ama bu sonuca PET şişeleri yasaklamakla ulaşılamaz. Önemli olan PET şişeleri gerektirmeyecek şekilde altyapıyı baştan tasarlamaktır. Eski zamanlarda çoğu çeşmeden su içmek mümkündü ve PET şişe bir ihtiyaç olarak kabul edilmiyordu. Ne zaman ki musluktan içilen suya güvenmez olduk, o zaman da PET şişe hayatımıza girdi. Bunun tersi bir dönüşümün Avrupa’da sağlanması ve tek kullanımlık malzemelerden daha kalıcı ve döngüsel kullanımlı malzemelere geçilmesi amaçların başında geliyor.

Yalnız tüm bu kurallar içinde unutmamamız gereken önemli nokta Avrupa’nın bunu başta kendisini korumak için yaptığıdır. Yani, iklimi ve çevreyi korumanın yanı sıra malzemeyi de korumak ve olabildiğince döngüsel kullanmak yaşamı sürdürülebilir kılmanın ötesinde ekonomik anlamda da uzun vadede ciddi getirisi olan bir çabadır. Avrupa Birliği’nin düşüncesi Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması türü kurallarla uluslararası ticareti dönüştürerek bu çabayı yeryüzüne yayabilmektir. Bugün biraz hızlı hareket ettikleri ve aynı zamanda COVID19 pandemisine de denk geldiklerinden dolayı Yeşil Mutabakatın uygulanmasında sorunlar yaşasalar da doğru olan AB’nin seçtiği yoldur. Bizler de sırf fazla vergi yüküyle karşılaşacağımız için değil uzun vadede bu çözümün daha sürdürülebilir olduğuna inandığımız için şimdiden hazırlanmalıyız.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder