30 Ekim 2022 Pazar

Sıfır Atıktan Fazlası

Ürettiğimiz kavramlar geri dönüp yeni kavramlar üretebilme yetimizi ve yeni kavramlarla düşünebilme becerimizi etkilerler. Bugün sıkça kullandığımız kavramlardan biri olan sıfır atık da döngüsel ekonomiye bakışımızı sınırlandıran kavramlardan birisidir. Bir adım geri çekilip baktığımızda sıfır atık aslında döngüsel ekonomi ile aynı şeyi söylüyor gibi. Öyle bir sistem kuralım ki burada atık oluşmasın ve kullanılan her şey döngünün sonunda tekrar sistemde girdi olarak kullanılsın. Kulağa son derece hoş gelen bir düşünce ama bu düşüncenin arkasında yatan ana fikir döngüsel ekonomi değil de geri dönüşüm olunca durum hızla değişip kısıtlanmaya başlıyor.

Bugünkü tasarım yapımız ne yazık ki doğrusal bir üretim - tüketim ilişkisi üzerine kurulmuş durumda. Bu tasarımın içindeki önemli kavramlardan biri de tüketimde en yüksek fayda ve verimi sağlayabilmek. Ya bu düşünce doğru değilse? Ya ana amaç tüketimde en yüksek verimi sağlamaktansa doğaya en az zararı verecek şekilde fayda sağlamaksa? Bu soruya doğru cevap verdiğimiz anda tüm tasarım biçimimiz de tartışmasız biçimde değişmek zorunda kalıyor.

Bunun da ötesinde, günümüzde kullandığımız çoğu sistem girdilerden en yüksek verimi sağlamak üzerine bile kurulmuş değil ve bunu göremeyeceğimiz bir biçimde jargona bulanmış durumda. Mesela çoğumuzun günlük yaşamında kullandığı otomobili ele alalım. Otomobil motorundaki enerji üretimi çok temel bir termodinamik prensibine dayanır. Anlayacağımız dilde bu şu demektir. Bir nesneyi yakarak üreteceğiniz enerjinin tamamını iş yapmak için kullanamazsınız. İş yapmak için kullanabileceğiniz enerji sistemin iç sıcaklığı ile dış sıcaklığı arasındaki fark tarafından belirlenir ve bu konuda yapabileceğiniz hiçbir şey yoktur. Yani, arabanın motorunun iç sıcaklığı ile dışarıdaki hava sıcaklığı arasındaki fark arabanın motorunun ne derece verimli çalıştığını belirler. Araba da ne denli hızlı giderse motorunu soğutmak o derece kolaylaşır. O nedenle yarış arabalarının motorları çok daha yüksek sıcaklıklarda çalışabilirler ve çok daha verimlidirler. Ama şehir içinde dur-kalk trafiğinde hareket eden bizim araçlarımızın motorları 90℃ sıcaklığın fazla üzerine çıkamazlar. Bu da araçların en yüksek verimini yaklaşık %16 ile sınırlar. Bu yaktığımız 100 litre benzinin 84 litresi havayı ısıtırken sadece 16 litresi arabayı bir yerden diğerine götürür anlamına gelir. Bir de arabanın bir tondan ağır olduğunu ve ortalama yolcu sayısının 1,5 olduğunu düşünecek olursak benzinin 84 litresi havaya, 14,4 litresi arabayı taşımaya ve sadece 1,6 litresi bizi taşımaya harcanır. Böyle bakıldığı zaman otomobil yüksek verimli bir araç bile değildir. Bu gerçeği görmemizi engellemek için yüz yıldan uzun süredir otomobil reklamları ile bu araçların ne derece mükemmel oldukları ve bizi özgürleştirdikleri anlatılır. Oysa arkada saklanan gerçek son derece kötü bir tasarıma işaret eder.

Elbette otomobilin tasarımına laf ederken o aracın üretildiği zamanın şartlarını da düşünmek gerekir. Yerden neredeyse bedava diyebileceğimiz bir fiyata petrol çıkıyor, bunu bir aracın içine koyuyorsunuz ve o araç sizi kolayca bir yerden diğerine götürüyor. At arabasıyla kıyaslandığında müthiş bir kolaylık bu. Ama fayda burada bitiyor, at arabasıyla kıyaslandığında müthiş bir icat. Bugüne geldiğimizde ise ürettiğimiz bu araçlar bizi bir yaşam şekline hapsediyor ve bu yaşam şekli de sürdürülebilir değil. Düşünsenize hiç otomobil olmayan bir şehirde yaşadığınızı. O şehrin bir ucundan diğerine ulaşmak için 100 kilometreden fazla yol kat etmeniz hayal bile edilemezdi. Olsa olsa 10 kilometre çapında olurdu en büyük şehirler. Dolayısıyla önce bir sistem tasarlıyoruz, sonra bu tasarladığımız sistem bizi esir ederek kendi hayat tarzını yaratıyor ve bizler de bu hayat tarzı içerisinde yaşayan sorgulama yeteneğinden her gün uzaklaştırılan canlılar haline geliyoruz. Bilim kurgu gibi görünse de durumumuz bu.

Bugün, İstanbul gibi büyük şehirlerde otomobil olmadan bir hayat yaşamayı hayal etmek neredeyse imkansız. “Siz böyle bir hayat yaşayabilir miydiniz?” şeklinde bir soru değil bu, lütfen yanlış anlamayın, benim çevremde de hiç araba kullanmadan yaşamayı seçen çok sayıda dostum var. Ama soru “hiç arabanın olmadığı bir İstanbul hayal edebiliyor musunuz?” Bir ucundan diğer ucuna arabayla bile uzun sürede gittiğimiz bir şehirde arabaların olmadığı bir hayat mümkün değil. Yani, önce bir araç tasarlıyoruz, bu araç ne kadar verimsiz olsa da bir hayat tarzı yaratıyor ve bu hayat tarzı da bizi tasarladığımız araca muhtaç bırakarak halkayı tamamlıyor. Bu halka her ne kadar döngüsel bir sistemmiş gibi görünse de aslında bizi sürdürülebilirlikten her geçen gün uzaklaştırıyor.

Böylesi bir probleme çözüm sağlamak için gene aynı sistemin içerisinden fikirler üretmeye çalışıyoruz. Mesela “elektrikli araba üretelim” diyoruz. Elektrikli araba da bin kilonun üzerinde bir ağırlık ve gene ortalamada yüz kiloya yakın (1,5 kişi) insanı taşıyacak. Bu verimin en iyi ihtimalle %10 olması anlamına geliyor. Bir de elektrik motorunun %100 verimle çalışmadığı, o elektrik üretilirken ve taşınırken maruz kalınan kayıpları da eklediğimizde elektrikli otomobil benzinli otomobilden birkaç kat daha verimli çıkıyor, ama gene de o verim %5 civarında kalıyor. Yani harcadığımız enerjinin %95’i boşa gidiyor. “O zaman hidrojen kullanalım” diyoruz, benzer ve hatta belki de daha kötü sorunlar hidrojen yakıtlı araçlar için de geçerli. Kafamız hiç “araba” kavramının dışına çıkamıyor. Oysa arabanın olmadığını kabullendiğimiz zaman öncelikle “şehir” kavramını baştan tasarlamamız gerekiyor. Kendimizi ve şehri otomobile uydurmak yerine şehre uygun taşıma sistemini tasarlamaya başladığımız anda sürdürülebilirlikten konuşmaya da hazırız demektir.

Bir adım geri çekilip elimizdeki gerçekliklere baktığımızda kocaman bir İstanbul, Ankara, İzmir ve diğer şehirleri görüyoruz. Bu şehirlerin otomobilsiz yaşanması neredeyse imkansız ve “bu sürdürülebilir değil” dediğimiz zaman çözüm yolu yokmuş gibi görünüyor. Oysa çözüm yolu var. Birleşmiş Milletler raporları 2050 yılına kadar en az 2 milyar insanın şehir nüfusuna ekleneceğini söylüyor bizlere. Ayrıca bu eklenecek 2 milyarın çoğunluğu bir milyonun üzerinde nüfusa sahip büyükçe şehirlere değil nüfusu 500 bin civarı olan küçük şehirlere eklenecek. Büyük şehirler için artık biraz geç kalmış olabiliriz ama cazibe merkezi olacak yeni ve küçük şehirleri sıfırdan yaratmak için hiç de geç değil. İşte o noktada tasarım önemli olmaya başlıyor.

Yaşadığımız hayatın ortasındaki açmazlardan birini size örnek göstererek sürdürülebilir olmasını istediğimiz sistemleri neredeyse sıfırdan tasarlamamız gerektiğini anlatmaya çabaladık. Sürdürülebilir bir hayat yaşamak istediğimiz bir şehri hayal edecek olsak çoğumuzun hayali ile sürdürülebilirlik gerçeği de farklı olacaktır. Dolayısıyla bu tasarım hayallerle değil bilimsel gerçeklerle yapılmalıdır. Eğer sürdürülebilir bir hayat yaşamak istiyorsak kendimizi bilimsel doğrulara bırakmaktan başka çaremiz yok. Sürdürülebilir bir yaşam dediğimiz zaman çoğumuzun hayaline ormanların ya da kırların ortasında, deniz gören bir yerde, bahçe içinde iki katlı bir ev geliyor. Maalesef 8 milyarı geçen insan nüfusuyla herkesin hayallerini doyuracak bir yaşam yaşaması mümkün değil. 8 milyar değil de 8 milyon kişi olsaydık her birimize öyle evler düşebilirdi ama o zaman da okul ve hastane gibi dertlerimiz olurdu mutlaka. O zaman yeni bir tasarıma geçmemiz gerekiyor.

Yeni tasarımın temellerinde birkaç belli başlı düşünce yer almak zorunda:

  • Biz sekiz milyardan fazla kişiyiz,
  • Biz yeryüzünün kaynaklarını tüketmek üzereyiz ve çoğu kaynak bize uzun süre yetmeyecek,
  • Bu gezegende sadece biz yaşamıyoruz, diğer canlıların da yaşamaya devam etmeleri uzun vadede bizim de sürdürülebilirliğimiz için gerekli bir koşul,
  • Aramızdaki eşitsizliği azaltacak çözümler düşünmeliyiz,
  • Yerel değil genel dengeli çözümü bulmalıyız.

En son koşul biraz jargon gibi gelebilir, onu şu şekilde anlatmak mümkün. Diyelim bir sitede yaşıyorsunuz ve her yağmurda evinizin bodrumunu su basıyor. Evinizin etrafını suyun geçemeyeceği bir duvarla çevirmek yerel bir çözümdür. Siz sorununuzu halledersiniz ama muhtemelen bu sefer de başka bir yeri su basar. Genel çözüm tüm siteyi içerecek biçimde bir su tahliye sistemi kurmaktır. Bu biraz daha pahalı bile olabilir ama çözüm birimizi değil hepimizi kurtarmak olmalıdır.

Bu yeni sistem tasarımı düşüncesi içerisinde şimdiye kadar sözünü ettiğimiz ve ileride de edeceğimiz çok sayıda fikir yer almak zorundadır. Bu fikirlerin belki de en önemlisi Yaşam Döngüsü Analizi’dir. Doğru yapılmış bir yaşam döngü analizi bize kurmayı düşündüğümüz sistemin fayda ve zararlarını tam olarak ortaya koyacaktır. Ayrıca bu analizi, bu sistemin çevresinde yer alan diğer sistemlerle de birleştirdiğimizde çok daha sağlıklı bir yapı elde etmek mümkündür. Ancak yukarıdaki kısıtları tüm analizlerin başlangıç noktası olarak düşünmeyecek olursak elde edeceğimiz çözümler de kısıtlı kalacaktır. Bu çıkmazlara hayal gücümüzü zorlayacak basit bir örnek verecek olursak:

Diyelim Karadeniz’de bir noktada nüfusu en fazla 300 bin kişi olacak yeni bir şehir kurmaya karar verdik. Bu şehrin sürdürülebilir olması için fosil yakıtlardan uzak durmak ve şehre otomobil sokmamak da aldığımız kararlar içerisinde. Elimizde bütçe olduğunu hayal ederek şehrin altyapısını mükemmel tasarladık. Şehri üst yapısı yürüyüş yolları ile kaplı; altta ise tünellerde yürüyen yollar ve merdivenlerle hareketlilik sağlanıyor. Isıtma ve soğutma gerekleri ısı pompaları ile sağlanıyor. Şehrin içine taşınması gereken mallar ise sadece geceleri elektrikli küçük araçlarla getiriliyor. Şehrin sebze ve meyve ihtiyacının önemli bir kısmı şehrin içindeki ve etrafındaki kent bahçelerinden üretiliyor. Hayalimizi geliştirmek mümkün ama ileri gitmeden durup gerçeklere bakalım:

Elektrifikasyonunu mükemmel hale getirmiş bu şehir için gerekli olan elektriği nasıl üreteceğiz? Güneş ve rüzgar enerjisi kaynakları mevcut ama çok da fazla olmayan (Karadeniz) bu şehir ihtiyacını nasıl karşılayabilir? Suyumuz var ama enerjimiz yoksa bu şehrin seçim yeri doğru mudur? Bu şehri Karadeniz’e kuracağımıza Güney Doğu Anadolu’ya kuracak olursak enerji ihtiyacımızı daha rahat halledebiliriz ama bu sefer de su daha önemli bir sorun halini alır. Kısacası, bugünkü bakış açımızla baksak bile oldukça temel teknik sorunlarla karşılaşıyoruz çünkü sistem hakkındaki bilgilerimizi de beraberimizde taşıyoruz. Yani,

  • Böyle bir şehirde bugün olduğu kadar elektrik ihtiyacımız olacak.
  • Su ihtiyacımız böyle bir cenneti yaşatmak için daha yüksek olmak zorunda.
  • Fazla su ihtiyacımızı karşılayacak sürdürülebilir su kaynaklarına yakın olmak zorundayız.
  • Karadeniz gibi bir bölgede yeterli güneş ve rüzgar kaynağı yok.
  • Ürettiğimiz enerjinin uzun süre depolanması çok pahalı ve zor.

Bunların tümü bugün içinde yaşadığımız dünyanın sorunları, yeni baştan tasarladığımız bir şehre de bugünkü tasarım sorunlarımızı taşımamalıyız. Yani, şehir içerisinde neredeyse kapalı sayılabilecek bir sistem içerisinde su kullanımı sağlayacak teknik imkanlar mevcut. Sadece bugünün eski altyapılarına bunları uydurmak son derece zor, ama yeni bir yaşam tasarlıyorsak o şekilde tasarlanması mümkün.

Bugün para kazanmak için güneş ve rüzgar enerjisi üretiyorsanız, Karadeniz’deki çoğu nokta sizin ihtiyacınızı karşılamayacaktır. Oysa sürdürülebilir bir enerji sistemi için güneş ve rüzgara dayanıyorsanız, o enerji size fazlasıyla yeter. Depolamada en küçük ve en hafif depolama opsiyonunu bulmaya uğraşırsanız hem ham madde ihtiyacınız hem de üretim maliyetiniz artar. Oysa toplam faydayı maksimize edecek olursanız daha ağır ve yavaş ama doğaya daha saygılı ve sürdürülebilir enerji saklama üniteleri üretebilirsiniz. Kısacası, tasarım parametrelerimizi kısıtlarımıza uyacak biçimde değiştirdiğimiz zaman sürdürülebilir sistemleri kalıcı bir biçimde tasarlayabilmemiz mümkün. Burada eksik olan bunları başarabileceğimize dair olan inancımız. İnanın, daha sürdürülebilir bir yaşam mümkün, yeter ki isteyelim.

Şimdi gelelim esas konumuza. Bu mükemmel şehri kurduk, enerjisini de suyunu da sağladık. Bugün anladığımız şekliyle sıfır atık geri dönüştürülebilecek şeylerin geri dönüşüme gönderilmesini içeriyor sadece. Oysa bizim ihtiyacımız bu döngü içerisinde geri dönüştürülecek bir şey çıkmayacak şekilde tasarım yapılması. İş geri dönüşüme kaldığı zaman zaten tasarımda çok hata yapmışız demektir. Aklımıza gelen en köklü ve eski örnek eski zamanlarda bakkaldan aldığımız bakliyattır. Bundan 50 sene önce paketli ürün diye bir kavram çok azdı, dolayısıyla paketin geri dönüşümü diye bir şey de söz konusu olmuyordu. Bugün için de aynı noktaya dönmemiz çok da zor değil. Her yere yürüyerek gittiğimiz bu modern şehrimizde alışveriş de haftada bir yapılan bir eylem değil. O gün neye ihtiyacımız varsa eve dönerken markete uğrayıp, alıp, filemize koyup eve dönebiliyoruz. Böylece çok sayıda torbayı yüklenip eve taşımamıza da gerek kalmıyor. Mercimeği içine koyduğumuz bir kilogramlık kabı markete götürüp, doldurup, ağzını kapatıp geri getirebiliyoruz. Hayat bugünkü kadar rahat mı? Elbette değil. Hayat bugünkünden çok daha sürdürülebilir mi? Kesinlikle. Dolayısıyla rahatlık ve sürdürülebilirlik arasında bir tercih yapmamız çoğu zaman gerekli olacak. Şimdilik rahatlığı seçtiğimiz için sürdürülebilir değiliz ve kendimizi sıfır atık gibi kavramlarla meşgul ediyoruz. Gerçek döngüsel sistemler kuracak olursak sıfır atık kavramı zaten kendiliğinden gerçekleşmiş olur.

Bu sistemlerin tamamı bir günde düşünülecek ve üretilecek sistemler değildir. Özellikle eski altyapının üzerine bu yeni sistemleri oturtmak çoğu noktada imkansız bile olabilir. Ancak her yeni yapılanma noktasında eski hatalarımıza devam etmek bizleri her geçen gün sürdürülebilirlikten biraz daha uzaklaştırır. Hepimiz caddelerin ve sokakların her daim kazılmasından şikayetçiyiz. Batı Avrupa ve ABD’de çoğu zaman bu tür bir kazma/doldurma olayıyla karşılaşmıyoruz. Bunun nedeni de altyapının ilk üretildiğinde sağlıklı üretilmiş olmasıdır. Onların altyapısı da zaman içerisinde eskiyip bakıma muhtaç hale geliyor ama senede en az üç defa kazılan bizim mahalle gibi değil durum. Sistem tasarımını döngüsel ve sürdürülebilir hale getirmek genelde hem maliyetli hem de uzun zaman alan bir çaba gerektirir. Bu maliyeti kaldıramadığımız durumları kabul etmek mümkün ama birkaç senede bir kaldırım taşlarının gereksiz yere yenilendiği sistemlerde maliyetin yüksek olduğu özrünün arkasına saklanmak da pek kolay olmamalı.

Döngüsellik ve sürdürülebilirlik bugüne kadar alıştığımız üretim ve tüketim kalıplarından sıyrılıp yeni bir düşünce yapısına bürünmemizi gerektiriyor. Bu bir gecede olabilecek bir değişim değil ama bir yerden de başlamamız lazım.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder