1 Ekim 2022 Cumartesi

Gelişmekte Olan Ülkeler Açısından Karar Noktası

Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin (UNFCCC) Taraflar Konferansı (COP) her yıl bu zamanlarda toplanır. Başladığı 1995 yılından bu yana tartışılan en önemli konu iklim değişikliğini önlemek için sera gazı salımlarının ne kadar azaltılması gerektiği ve bu azaltımı kimin ve hangi hızda yapacağıdır. 

Bu sözleşme 1992 yılında imzalandı ve gelişmiş ülkeler sera gazı salımlarını 1990 yılı seviyesinin altına indireceklerini kabul ettiler ve bir kısmı da bunu başardı. Ama nasıl? Yüksek miktarda salıma neden olan endüstrilerini gelişmekte olan ülkelere kaydırarak bir sanayi dönüşümü gerçekleştirdiler. Artık az salıma neden olan üretimi kendi ülkelerinde gerçekleştiriyorlar, çok salıma neden olan ürünleri ise gelişmekte olan ülkelere ürettirip kendileri ürünleri satın alıyorlar ve böylece, en azından kağıt üzerinde azaltım sağlamış oluyorlar. Yalnız küresel sera gazı salım miktarlarına baktığımızda bir azalma görmüyoruz.

1997 yılında aynı sözleşme kapsamında Kyoto Protokolü imzalandı. O zamanki en büyük salıma sahip olan ABD bu protokole taraf bile olmadı ve bildiği yolda devam etti. Avrupa Birliği üyeleri bu protokolün uygulanmasında başı çektiler, ama bir kez daha salımlar gelişmekte olan ülkelere kaydığından iyileştirici bir etki görülmedi.

Her ne kadar Kyoto Protokolü bir işe yaramamış olsa da süresinin dolduğu 2012 yılından itibaren yeni bir anlaşmaya geçilebilmesi için yoğun çaba harcandı fakat bu çabalar başarısız oldu. 2015’te Paris’teki Taraflar Konferansı’nda 2020 - 2030 yılları arasını kapsayan ve tüm ülkeleri içine alan bir anlaşma kabul edildi. Bu anlaşma komik denecek seviyede düşük bir ön kabul üzerine kurgulanmıştı. İklim krizini durdurmak için almamız gereken önlemlerden bağımsız olarak ülkelere iklim krizini durdurmak için neler yapmayı planladıkları soruluyor ve bu soruya verdikleri cevap üzerinden de ülkelerin yapacakları belirleniyordu. Mesela bu soru ülkemize sorulduğunda biz “şu anda senede 450 milyon ton sera gazı salıyoruz ve bunu 2030 yılında 1197 milyon tona çıkartmayı planlıyoruz, eğer bize maddi imkan sağlarsanız bu seviyeden yüzde 21’e kadar azaltım sağlayabiliriz” gibi bir cevap verdik. Diğer ülkeler arasında da salımlarını uzun süre artıracaklarını söyleyenler oldu ve bunların tümü kabul edilerek Paris Anlaşması’na dahil edildi. Bu yapı içerisinde anlaşmanın ciddi bir fayda sağlamasını ummak ancak saflık olabilir. Nitekim anlaşmanın kabulünden bu yana gördüğümüz sonuçlar da sera gazı salımlarının küresel bağlamda azalmak yerine artmakta olduğunu bize gösteriyor. Bir tek araya giren pandeminin yoğun günlerinde bir azalma gördük ama sonrasındaki salımlar bu azalışı fazlasıyla telafi etti.

Paris Anlaşması’nın görüşmeleri sırasında taraf ülkeler bu taahhütlerin yeterli olmadığının bilincindeydi ve 2030 yılına kadar bu taahhütlerin sürekli olarak iyileştirilmesi de anlaşmaya eklendi. Yani ülkemiz vereceği bir sonraki taahhütte bir öncekinden daha yüksek bir azaltım oranı söylemek zorundaydı.

Paris Anlaşması’nın kabulü sonrasında başta Avrupa Birliği üyeleri olmak üzere çeşitli ülkeler sera gazı salımlarını hangi tarihte net olarak sıfıra düşüreceklerini açıklamaya başladılar. Ülkelerin topraklarında sera gazı salındığı kadar ormanlar ve diğer yutak alanları sayesinde karbondioksit de emilir. Net sıfır; ülkedeki yutak alanlarının karbondioksit emebildikleri kadar salım yaparak atmosfere ek bir sera gazı yüklenmemesi anlamına gelir. Elbette burada ülkelerin ne kadar salım yaptıklarının doğru olarak belirlenmesinin ötesinde ne kadar yutak alana sahip olduklarının da doğru ölçülmesi son derece önemlidir. Mesela ülkemiz yaklaşık 80 milyon ton sera gazı yutağına sahiptir. Son yapılan açıklamalarla 2053 yılında ülkemizin sera gazı salımının da bugünkü seviyesinden 80 milyon tona düşürülmesi öngörülmektedir. Bugünkü salımımızın 520 milyon ton seviyesinden 2053 yılında 80 milyon tona düşürülebilmesi için de şimdiden büyük adımların atılarak Paris Anlaşması’nın sona erdiği 2030 yılında ciddi boyutta bir azaltım yapılmış olması gereklidir. Sivil toplum örgütleri salım miktarımızın 2030 yılında 340 milyon tona düşürülmesi yolunda bir kampanya yürütüyorlar.

Yakın çevremizdeki gelişmekte olan ülkelerden birinin en büyük bankası için yabancı ortaklarla birlikte iklim stres testi çalışması yapıyoruz. İklim stres testi bankanın tüm varlığının iklim krizinin risklerinden nasıl etkileneceğini belirleyen bir çalışmadır. Bu çalışmanın iki ana bileşeni vardır. Bunların ilki iklim krizinin yaratacağı fiziksel risklerin bankanın varlıkları ve kredileri üzerinde yaratabileceği zararın belirlenmesidir. Yani siz bir çiftçiye kredi veriyorsanız ve bu çiftçinin tarlasındaki ürün kuraklıktan dolayı tamamen kayboluyor ve çiftçi size borcunu ödeyemez hale geliyorsa bu,banka için fiziksel bir risktir. Her sektör ve fiziki bölge için bu fiziksel risklerin ayrı ayrı belirlenmesi gerekir.

Ama bunun yanında bir de geçiş riskleri vardır. Yani bugünkü karbon yoğun ekonomiden yenilenebilir ve sürdürülebilir kaynaklı bir ekonomiye geçişte gerek piyasanın gerekse de devletlerin verdiği tepkiler vardır. Mesela bugün kredi verdiğiniz bir kömürlü termik santral bundan beş sene sonra fazla karbondioksit saldığı için devlet tarafından kapatılacak olursa, sizin kredinizin ödemesi tehlikeye girer. Ya da devlet bir karbon vergisi uygulayacak olursa çiftçinin mazot masrafı artacağından size borcunu geri ödeyemeyebilir. Bu geçiş risklerinin de fiziksel riskler kadar ciddi biçimde ele alınıp hesaplanması ve ona göre bir strateji geliştirilmesi gerekir.

Şimdi gelelim önemli probleme: Geçiş riskleri ve fiziksel riskler ters yönde çalışan sorunlardır. Yani, iklim krizini durdurmak için yoğun bir çalışma ortaya koyup ciddi önlemler alırsak bu geçiş risklerini artırır ama sonuçlar iklim krizinin artmasını engelleyeceği için fiziksel riskler azalır. Tersine iklim krizini engellemek için ciddi önlemler almayacak olursak bu da geçiş risklerini azaltırken fiziksel risklerin artmasına neden olur.

Gerçek sorun ise bunun az ötesinde bulunuyor. Geçiş riskleri de fiziksel riskler de sizin ülkenizde veya bölgenizde yaşansa da sizin kontrolünüz altında değil aslında. Siz istediğiniz kadar sert önlemler alın, diğer ülkeler buna uymazsa iklim krizi fiziksel riskleri fazlasıyla artırabilir, sonuçta siz hem geçiş riskleri hem de fiziksel risklerle baş etmek zorunda kalırsınız.

İşte gelişmekte olan ülkeler açısından en önemli karar noktası burada. Geçiş risklerini mi tercih edeceğim, fiziksel riskleri mi? Ya da iklim krizini durdurmak için mi savaşacağım, yoksa iklim krizinin bana vereceği zararı azaltmak için mi uğraş vereceğim? Daha da doğru bir yaklaşım sıfır ya da bir mantığından çıkarak bütçemin ne kadarını iklim risklerini azaltmak ne kadarını da iklim krizine dur demek için ayıracağım?

Bu konudaki baskı genelde Avrupa Birliği’nden geliyor. AB politikaları genelde azaltım üzerine kurulu olduğundan çevre ülkelerin de azaltıma yönelmelerini arzu ediyorlar. Ancak özellikle son Ukrayna - Rusya krizinin de gösterdiği gibi, kendi ekonomik politikaları zora girdiği anda iklim politikası en önce ödün verilen sorunlardan biri haline geliyor. Özellikle bu kış Rus doğal gazı Avrupa’ya ulaşmayacak olursa kömürün geri dönmesi hiç de şaşırtıcı olmaz. Dolayısıyla da gelişmekte olan ülkelerin bu bağlamda verecekleri kararlarda son derece dikkatli davranmaları gerekiyor, aksi takdirde hem bütçelerinin önemli bir kısmını iklim krizini durdurmaya harcayabilirler hem de iklim felaketleri ile baş başa kalırlar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder