1 Ocak 2023 Pazar

Türkiye iklim krizinin neresinde, karşı karşıya bulunduğumuz manzara ve öneriler

İklim krizi insanlığın her daim karşılaştığı en büyük sorundur. Tarih boyunca insan toplulukları iklimdeki değişikliklerle yüz yüze geldiği zaman önemli kırılma noktaları oluşmuş, insanlığın varlığı bile yer yer tehlikeye girmiştir. Bugün içinde yaşadığımız sorun da bunlardan farklı değildir, hatta çok daha kötü bir durumda olduğumuz da söylenebilir. Bundan önceki iklim krizlerinin tümünde gezegenin çevresel sınırlarına bu denli dayanmamıştık. Gidecek yerimiz, üretecek alternatif ürünlerimiz vardı. Bu alternatifler hepimizi beslemeye zor da olsa yetiyordu. Bugün ise karşımızdaki korkunç felakete bir de bizim yaptığımız büyük hatalar eklendi ve neredeyse insanlığın geleceğini tehlikeye atabilecek bir problem ortaya çıktı.

Ülkemiz bu problemlerin belki de en yoğun yaşanacağı bölgede bulunuyor. Binlerce yıldır insanlığın beşiği olmasıyla övündüğümüz bu bölge ne yazık ki binlerce yıldır da insanlığın üretim yükünü taşımak zorunda kalıyor. Sularımız kirli, toprağımız yorgun derken direncimizi azaltacak bir ortam içindeyiz. Bir de iklim krizini buna ekleyecek olursak hayat gittikçe zorlaşacak gibi duruyor.

Türkiye’nin iklim krizinden kırılganlığına baktığımız zaman üç noktayı değerlendirmemiz gerekiyor. Bunların ilki maruziyettir. Türkiye ortalama sıcaklıkların artacağı ve yağışların da azalacağı Akdeniz Havzası’nın doğu kesiminde bulunmaktadır. Bunun bizim açımızdan anlamı öncelikle sıcak hava dalgalarının vereceği zararın artmasıdır. 2050 civarına geldiğimizde ülkemizin güneyinde 50 ℃ sıcaklıkların görülmesi normal karşılanacaktır. İstanbul gibi kuzey şehirlerinde bile 40 ℃ üzeri sıcaklıklar görülecektir. Bu, yazın her günü böyle sıcaklıklarla baş etmemiz gerektiği anlamında düşünülmemelidir. Sadece bugün İstanbul’da nasıl 35 ℃ normal ama sıcak bir gün olarak değerlendiriliyorsa, 2050’de 42 ℃ normal ama sıcak bir gün kabul edilecek. 

Zaten son yıllardaki yağışların uzun aralıklardan sonra aşırı şiddetli hale gelmesine alışmaya başladık. Bu yağış rejimi artık alışılmış bir durum halini alacak. Yani uzun süre yağış almayan toprak kurumaya başlayıp nemini tamamen yitirdikten sonra gelecek sağanak yağışlar toprağın içine işlemeden sele dönüşmeye devam edecek. Bu durum aslında tarımda su eksikliğine bağlı verim kaybına neden olacaktır. Bu verim kaybının ne ölçüde gerçekleşeceği tarımdaki sulama çalışmalarının bugünle su ihtiyacının ciddileşeceği yakın gelecek arasında ne derece ilerleyeceği ile bağlantılıdır. İşte damlama sulamaya geçilmesi gibi önlemler kırılganlığı belirleyen ikinci noktaya işaret eder. Felaketlere maruz kalıyor olabiliriz ama buna karşı uyum kapasitemiz yeterince gelişmişse uğrayacağımız zararı azaltmamız mümkündür. Bugün bulunduğumuz noktada bu uyum önlemlerinin yeterince ciddiye alınmamasından dolayı iklim zararları her geçen gün artmaktadır. Hasarların bir kısmı tarım sigortaları tarafından karşılanıyor olsa da gelecekte tarım sigortaları da yetersiz kalacaktır.

Kırılganlığımızın son ölçütü de hassasiyettir. Bugün ısrarla Orta Anadolu bölgesinde ciddi sulama ihtiyacı olan pancar üretimi yapılmaktadır. Yeraltı suyu bittiği anda da pancar üretimi sona erecektir. Bu, pancar üretiminin iklime karşı son derece hassas bir bitki olduğunu bize gösterir. Pancar üretimi yerine daha az kazandıran ama iklime karşı hassasiyeti daha düşük olan tahıllar tercih edilecek olursa kırılganlığımızı azaltabiliriz.

İklim krizine karşı kırılganlığımızı azaltarak uyum sağlamamız mümkündür ancak bunun önemli bir sorun olduğunu kabul ederek bu yolda hızla adımlar atmaya başlamalıyız. İklim krizi şiddetleniyor ve bizim de hızlanmamız gerekiyor.

İklim krizine karşı kırılganlığımızı belirleyen bir dışsal unsur da ülke nüfusumuz ve bu nüfusumuzun demografik yapısıdır. Hem nüfusumuzun hem de yaşlı nüfusumuzun artıyor olması iklim krizinin etkileri ile mücadele edebilmemizi güçleştirecektir. Bunun üzerine yakın gelecekte komşularımızda ve onların yakın çevrelerinde oluşabilecek insan hareketliliği ülkemizi kötü şekilde etkileyebilir. Kısacası, Etiyopya, Sudan, Bangladeş ve Pakistan’da oluşabilecek ağır iklim felaketleri milyonlarca kişinin daha düzgün bir yaşam umuduyla bizim bölgemize doğru hareketlenmesine yol açacaktır. Ülke içerisinde kendi sorunlarımızı çözecek uyum önlemlerini almayı başarsak bile böylesi bir göç dalgası ile baş edebilmemiz imkansız olacaktır. Bundan dolayı dış ilişkilerimizde de bu gerçekliği akılda tutarak hareket etmemiz gerekmektedir.

Ülkemiz iklim krizinin bu derece etkisine giren bir konumdayken ne yazık ki iklim politikaları iklim krizinin etkilerine uyum sağlamaktansa iklim değişikliğini durdurma yönüne yoğunlaşıyor. Bu davranışı politika belirlemede Avrupa Birliği'nin etkisine bağlamak mümkündür. Avrupa Birliği'nin de benzer şekilde politik yoğunluğu uyumdansa azaltıma yöneltmiş olması ve sonucunda bizim politikalarımızı da etkilemesi doğaldır. Ancak burada bir denge sağlamak iki yönden gereklidir. İlki doğal olarak sağlanması gereken kaynaktır. Ülkenin kısıtlı kaynaklarını daha acil ihtiyaçlarımıza kanalize etmek her zaman için daha mantıklı bir çözüm olacaktır. Ama bunun ötesinde ülke olarak Birleşmiş Milletler'e verdiğimiz ve gelecekte vereceğimiz niyet beyanlarında ülke durumumuzu dürüstçe ortaya koyarak uyum ihtiyaçlarımızın seviyesini göstermemiz gerekiyor. Bunun anlamı şudur: Ülke olarak iklim krizinden ne derece sorumlu olduğumuzla bu krizden ne derece etkileneceğimizi bir denge içerisinde ortaya koymalıyız. Bugüne kadar verdiğimiz niyet beyanları sadece azaltıma yönelik olduğundan uluslararası ortamda ülkemizi haksız bir konuma oturtmuştur. Bu konuda geliştirdiğimiz politikanın bugün bulunduğu noktayı mükemmel olarak nitelendirmemiz zordur, ancak ana problemimiz bir şeyler yapmamaktansa yaptıklarımızı ve yapacaklarımızı doğru olarak ortaya koyabilmektir.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder