16 Şubat 2024 Cuma

Gezegenimizin Sınırları

1962 yılında Rachel Carson Sessiz Bahar kitabını yayımladı. Bu kitap hepimize endüstrinin üretip tarımın da bolca kullandığı DDT’nin doğaya ve insanlığa ne derece büyük bir zarar verdiğini anlattı. Ancak bu kimyasalın kullanımı 2004 yılına kadar serbestti. Hatta günümüzde bile birkaç ülkede hala kullanılıyor. Bu bize bu kadar tehlikeli bir zehri kullanmakta bile fazla seçici olmadığımızı açıkça göstermeye yeterli.

1972 yılında ise Club of Rome, Büyümenin Sınırları raporunu yayımladı. Bu rapor doğaya verdiğimiz zarara değil doğayı daha ne kadar sömürebileceğimize odaklanmıştı. Elbette 1972 yılında henüz “sürdürülebilirlik” kavramını konuşmaya başlamamıştık ve dolayısıyla doğanın kaynaklarını sürdürülebilir olarak kullanmak gibi bir düşünce aklımızdan fazla geçmiyordu. Gene de bu rapor bize 1972 yılındaki tüketim hızımızla devam edecek olursak 2072’de doğanın önemli kaynaklarını tüketeceğimizi söylüyordu. Yarı yolu geçtik, 48 sene kaldı 2072’ye. Ayrıca bir de tüketim hızımız 1972’ye oranla epey arttı. Onun için de ciddi kaynak sıkıntısına girmemize 48 seneden oldukça kısa bir süre var.

2009’da çoğunluğunu Avrupalıların oluşturduğu bir grup bilim insanı “Gezegenin Sınırları” kavramını ortaya koydu. Bu Rachel Carson’ın açtığı yoldaki en önemli bilimsel gelişmeydi. Gezegenin sınırları, yeryüzünde yaşamaya devam edebilmek için doğaya daha en fazla ne kadar zarar verebileceğimize dair bir sınır koyuyordu. Daha ne kadar fazla alanda tarım yapabiliriz, daha ne kadar fazla su kullanabiliriz, biyoçeşitliliğe daha ne kadar zarar verebiliriz, tarımda daha ne kadar fazla suni gübre kullanabiliriz gibi sorulara cevap aradık. Aradan geçen süre içerisinde çoğu bilim insanı bu sorulara cevap bulmaya yöneldi ve bulduğumuz cevaplar hiç de iç açıcı değil. Gezegenin dokuz sınırından altısını aşmış durumdayız, yani insanlık olarak bu gezegendeki varlığımızın da sonuna doğru hızla yaklaşıyoruz.

Peki bu sorunların farkında mıyız? Birleşmiş Milletler önderliğinde 2015’te toplanıp yeryüzündeki varlığımızı sürdürebilmek için kendimize 17 tane amaç belirledik. Bu amaçlara 2030 yılına kadar ulaşabilirsek sürdürülebilir olacağımızı düşündük. Aradan geçen 9 yılda ise değil bu amaçlara ulaşmak, neredeyse ters yönde hareket etmeye başladık.

Bugün geldiğimiz noktada ne doğanın kaynakları bizim iştahımızı doyurmaya yetiyor ne de doğaya bunun karşısında verdiğimiz zarar azalıyor. İşin kötüsü de bu durumu durdurmak için çaba gösterme niyetimiz de yok. Ama felaketler üst üste gelmeye başlayınca da durdurmak için çok geç olacak. Adım atabilmemiz mümkün mü? Elbette, yalnız hepimizin rahat yaşadığımız alanları terk ederek çözüme katkıda bulunmaya başlamamız gerekiyor.

Rahatlık alanlarımızdan vazgeçmediğimiz müddetçe her anlamda doğanın sınırları bizi zorlamaya devam edecek. Mesela, çoğumuz sıkça cep telefonu değiştiriyoruz ve eski telefonlarımız bir çekmeceye atılıp kalıyor. Döngüsel ekonomi çerçevesinde telefonu değiştirmek yerine yenilesek ya da o kadar ileri bile gitmeyip eski telefonlarımızı geri dönüşüme göndersek, kıymetli metallere olan ihtiyaç hızla azalır. İhtiyaç azaldığında Erzincan İliç’te olduğu gibi makul kapasitesinin üç katına çıkarak topraktaki son gram kıymetli metali de çıkartmaya çabalamayız ya da çıkartmak zorunda kalmayız. Doğanın fiziksel şartlarını zorlayıp kolay üretilen ama son derece zehirli tonlarca kimyasalın bir nehir yatağına dökülmesine de neden olmayız. Dökülen onca zehir Fırat’ın sularına karışmasa bile o bölgedeki hayatı öldürmez. “Hırsızın hiç mi suçu yok?” diyeceksiniz ve haklısınız ama hırsız sadece son noktada devreye giriyor. Biz de kendi hatalarımızı unutup sadece hırsızı suçladığımız müddetçe sorunlara çare bulmamız imkansızlaşıyor.

Sınırları belli bir gezegende yaşıyoruz ve bu gezegenin kaynaklarını sonsuzcasına kullanıyoruz. Bu ciddi bir sorun ve çözüm ancak bizim isteklerimize gem vurmamızla başlayabiliyor, yoksa bu yolun sonu göründü, hem de fazla uzakta değil.

Bu yazı Dünyahali'nde yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder