27 Aralık 2021 Pazartesi

Sürdürülebilir Üretim

Sanayileşmenin öncülüğünü yapan Batı Avrupa aynı zamanda da bu sanayileşmenin çevreye verdiği zararları da en yakından deneyimleyen bölge oldu. Bu nedenle de çevre hareketinin temelleri de burada atıldı. Bunun da ötesinde sanayileşme ile birlikte çevreye verilen zararın temizlenebilmesindeki zorluk da toplumsal hafızada kendisine önemli bir yer buldu. Bu nedenle çevreyi ön plana çıkaran partilerin de kendilerine mecliste yer bulabilmeleri daha kolay gerçekleşti. Çevre problemlerine hassas bir bakış açısı politik ana akıma yerleştikten sonra da sıra bu bakışı tüm uluslararası ilişkilerin temeline oturtmaya geldi. Bugün dünya politikasında finans odaklı bir bakışın hızla çevreye saygılı finansa evrildiği bir dönemden geçiyoruz. Bu dönemi neyin takip edeceğini söyleyebilmek kolay değil, ancak bugün gerçekleşen değişimleri ve temellerini anlayabilmek çok da zor değil.

Avrupa Birliği son otuz sene içerisinde gittikçe sanayi üretimini çevreye saygılı olmaya zorladı. Birlik içerisinde üretim yapan çoğu kuruluş da çözümü üretim koşullarının AB kadar sıkı olmadığı bölgelere doğru üretimlerini kaydırmakta buldu. AB içerisinde yapılan çalışmalar çevreye zarar veren üretimlerin kısmen yerel etkileri olsa da çoğu zararlı etkilerinin küresel çapta olduğunu ortaya koydu. Özellikle 2009’da Stockholm Resilience Center önderliğinde yapılan bir çalışma insanlığın her geçen gün gezegenin çevresel sınırlarını zorladığını ve bu sınırlara saygı duyulmadığı müddetçe sürdürülebilir bir yaşam sürmenin kısa süre içinde zorlaşacağını ortaya koydu. Bu çalışma, 2012’de hazırlığı başlayan Sürdürülebilir Kalkınma Amaçlarının da Paris İklim Anlaşması'nın da temellerini oluşturdu.

Yalnız Avrupa Birliği içinde gezegenin sınırlarına uygun biçimde yapılan üretimin iki önemli sorunu hızla ortaya çıktı. Öncelikle her alanda daha az su, daha az kimyasal, daha az enerji ve daha az arazi kullanılarak yapılan üretim sonunda doğaya daha az atık salınması üretim maliyetlerinin de önemli oranda artmasına yol açtı. Öte yandan Avrupa dışında aynı üretimler benzer kısıtlamalarla yapılmadığından AB’ye ihraç edilen ürünlerde zararlı bir içerik bulunmasa da hem daha ucuza üretildiler hem de üretildikleri bölgeleri kirlettiler. Bu ticaret şekli de Avrupa’nın hem cüzdanında hem de vicdanında yara açmaya başladı. Bu iki unsurun birleşmesi ise Avrupa Yeşil Mutabakatı adı verilen yeni üretim ve ticaret sistemini doğurdu. Artık Avrupa’da tüketilen her tür mal ve hizmete aynı üretim koşullarında üretilme zorunluluğu getirildi.

Bugüne kadar ülkemizde yapılan üretimde iki temel unsura dikkat ediliyordu: “Avrupa bu malları kabul eder mi?” ve “Bakanlık üretimde bu malzemeleri kullanmamıza izin veriyor mu?” Yani, ürünün içeriğinde yasaklı bir madde yoksa, bakanlık da üretimde kullanılan her şeye izin vermişse üreticimiz açısından bir sorun yoktu. Ancak Yeşil Mutabakat ile bu üretim biçimi hızla değişecek. Sadece ihraç edilen malın içerisinde bazı maddelerin bulunmamasının ötesinde bu maddelerin üretimin hiçbir aşamasında da kullanılmaması gerekecek. Hatta bunun ötesinde çalışanların sağlık sigortasından çocuklarının eğitimine kadar Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları altında yer alan tüm noktalara çok daha fazla özen gösterilmesi gerekecek. Kısacası, Avrupa Birliği’ne ihracat yapmayı uman üretici üretimini Türkiye’deki değil Avrupa Birliği’ndeki kurallarla yapmak zorunda kalacak.

Fakat, konu burada da bitmiyor. Dünya Ekonomik Forumu toplantılarından önce Küresel Riskler Raporu yayımlanır. Bu rapor paranın önündeki en büyük riskleri belirlemek ve eğer mümkünse bu risklere takılmayan bir yol çizme amacını güder. Son senelerde bu raporun belirlediği risklerin neredeyse tamamı (kısa dönemde oluşan pandeminin önemi hariç) çevresel sorunlardan oluşmaktadır. Yani, para artık çevresel risklerden doğabilecek hasarlardan fazlasıyla çekinmektedir. Finansal sürdürülebilirlik açısından bakıldığında da bu risklerin en aza indirilmesi ancak yukarıda sözünü ettiğim gezegenin sınırlarına saygılı üretim yapılmasıyla mümkündür. Bu raporu hazırlamış olan bilim insanları bugün Davos’un en önemli misafirleri olarak kabul edilmektedir. Dolayısıyla ülkemizde bilindiği şekliyle Yeşil Mutabakat = Sınırda Karbon Vergisi değildir. Yeşil Mutabakat, sera gazı salımlarını kontrol altına almayı da içeren çok sayıda çevre koruma tedbirini kapsayan bir çerçevedir. Bu çerçevenin en acil ele alınması gereken köşesi iklim krizi olduğundan bugün için Sınırda Karbon Vergisi gibi bir düzenlemeden söz edilmektedir. Oysa Yeşil Mutabakat çerçevesinde 2030 yılına kadar diğer çevresel problemlere eğilen kurallar da yürürlüğe girecektir. Bu nedenle de ihracat açısından bakıldığından AB’de uygulanan çevresel kuralların üretimimize yansıtılması akıllıca bir ilk adım olacaktır.

Bugün için AB Yeşil Mutabakatı’nın ticarete getireceği sınırların uygulanması Dünya Ticaret Örgütü kuralları ile çelişmektedir. Yalnız, finans artık bu sınırlara dikkat edilmemesinin yaratacağı risklerin bilincindedir. Bundan dolayı da kısa vadede Avrupa Birliği'nin koyacağı kuralların küresel ticarete yayılarak bir temel oluşturması beklenmelidir. Uluslararası üretim ve ticaretin sadece AB çerçevesinde değil, tüm taraflarca benimsenmiş çevresel koruma kuralları çerçevesinde yapılmasının en geç 2030 yılına kadar kurallaştırılması beklenmelidir. 

Ülkemizde de sürdürülebilir üretim bağlamında atılması gereken ilk adım tüm üretim basamaklarının en kısa zamanda kayıt altına alınmasıdır. Eğer biz bugünden ürettiğimiz her ürünün yaşam döngü analizi konusunda bir fikir sahibi olmazsak, başkaları karşımıza dikilerek bizden bu konuda bilgi talep edecek. Ayrıca, unutmayalım, üretimi iyileştirmenin başlangıç noktası neyi, nasıl ürettiğimizi tam olarak bilmekle başlar.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder