12 Haziran 2022 Pazar

İklim Krizi mi? Ekonomi mi?

Günlük yaşam içerisinde sürdürülebilirlik, dirençlilik, döngüsellik gibi kavramlar her geçtiğimiz gün karşımıza daha sık çıkmaya başladı. Hatta bu kavramlarla o denli sık karşılaşmaya başladık ki artık konuştuğumuz bir diğer konu da bu kavramların içinin ne derece boşaldığı olmaya başladı. Oysa bu kavramların hepsi geleceğimize yön veren, son derece kıymetli yol haritaları ve yazık ki bu kavramların içi yavaş yavaş boşalmaya başladı.

Bu karmaşanın içinde sanki sürdürülebilirliği anlamak biraz daha kolay olur diye düşünüyor insan. Benim yaşamakta olduğum hayatı sürdürebilmem sürdürülebilirliğin temelinde yer alsa gerek. Ama bu noktada gözümüz çocuklarımıza takılıyor. Ben hayatımı sürdürebiliyorum ama onlar gelecekte sürdürebilecekler mi? Peki, ya bizim şirket? Ben başka yerde de iş bulup hayatımı sürdürürüm ama bu iş yapış şeklimiz ne kadar devam edebilir? Kolayca göreceğiniz gibi, bu sorular ve bunlara verilen cevaplar gittikçe uzayıp karmaşıklaşabiliyor. Bu bağlamda sürdürülebilirliğin tanımı durduğumuz yere ve baktığımız açıya göre değişebiliyor. Ancak biz bu kavramı pek çok durumda bolca kullanıyoruz ve ne yazık ki körlerin fili tanımlaması benzeri, kafalarımızda oluşan düşünceler çoğu zaman birbirinden oldukça farklı oluyor.

Birleşmiş Milletler de sürdürülebilirliğin tanımını yapmaya çalışırken oldukça zorlandı. Sonunda Norveç’in eski başbakanı Gro Harlem Brundtland liderliğindeki bir çalışma grubu çoğumuzun kabul edebileceği bir tanım ortaya koydu:

Sürdürülebilirlik, gelecek nesillerin kendi ihtiyaçlarını giderebilme imkanlarını ellerinden almadan bugün bizim ihtiyaçlarımızı giderebilmemizi sağlamaktır.

Böyle baktığımız zaman yeryüzünün bize bu sene için verdiği imkanların 365 gün yetmesini sağlamamız gerekiyor. Oysa biz bu kaynakları Temmuz ayının sonu gelmeden tüketmiş oluyoruz, yani senenin son beş ayı gelecek nesillerin kaynaklarından tüketiliyor. Bu da gezegenimizi gelecek nesillere sağlam bir biçimde bırakmamızı ciddi biçimde engelliyor. Bugün içinde yaşadığımız çoğu krizin geçici olduğunu, COVID19 bittiği  zaman sona ereceğini ya da Rusya Ukrayna’dan çekildiğinde gıda fiyatlarının normale döneceğini sanıyoruz. Ne yazık ki tüm bu problemler bizim gezegenin sınırlı kaynaklarını sınırsız biçimde harcama çabamızın bir sonucu olarak karşımızdalar.

Kaynakları sorumsuzca tüketmenin bir diğer sonucu da bu tüketimin doğaya verdiği zarardır. Bilim insanları doğaya verdiğimiz zararı inceleyerek dokuz ayrı problem alanı belirlemişlerdir. Bu problem alanlarında acil önlemler alınarak kötüye gidişin engellenmesiyle çevresel sürdürülebilirlik sağlanabilir. Bu problem alanlarının en önceliklisi iklim krizidir. İklim krizi önlenmediği takdirde karşımıza çıkacak olan sorunlar geri kalan tüm tedarik sorunlarını ve çevresel problemleri gölgede bırakacak büyüklüktedir. Ayrıca iklim krizinin yaratacağı sorun diğer tüm çevresel problemleri de çözülemez hale getireceğinden kısaca "sorun, iklim krizi ise geri kalan tüm problemler teferruattır" dememiz mümkündür.

Geçen zaman içerisinde iklim krizinin yaratacağı problemleri biraz daha iyi anlama fırsatını yakaladık. Bugün başımıza gelecek her şeyi biliyoruz dememiz elbette mümkün değil çünkü doğa her daim sürprizlerle dolu ve karşımıza şu ana kadar düşünmediğimiz bir sorun çıkartabiliyor. Ancak şunu söylememiz kesinlikle doğru olur: Bilimdeki gelişme ile farkına varabildiğimiz her nokta problemlerin umduğumuzdan daha ciddi ve kötü sonuçlar doğurabileceğini bize gösteriyor. Dolayısıyla, gelecekte bir sihirli değneğin ortaya çıkıp tüm sorunları yok edeceğini düşünmemiz hiç doğru olmaz. Tersine bugün karşımızda büyüyen ne gibi sorunlar varsa gelecekte adını bile duymadığımız başka sorunlarla karşılaşacağımızı kabullenmekte fayda var. Mesela müsilajı düşünün. Bir sene önce çoğumuzun kelime dağarcığında bulunmayan bu sözcük bugün özellikle Marmara Denizi çevresinde yaşayanlar açısından orta büyüklükte bir kabus anlamı taşıyor.

İklim krizinin en önemli nedeni bizim kömür, petrol ve doğal gaz bağımlılığımızdır. Bu yakıtlar yandığı vakit atmosfere karbondioksit gazı salınır ve bu gaz yeryüzünün ısınmasına neden olur. Uygarlığımızın geliştiği son 10 bin yıl içerisinde atmosferin ortalama sıcaklığı pek fazla değişmemiştir. Zihninizde canlanması için, son buzul çağında Dünya’nın bugünden 6 derece daha soğuk olduğunu söyleyebiliriz. O dönemde toplam insan nüfusu bir milyon seviyesine bile ulaşamamıştı. Sıcaklıkların bugünkü seviyede dengelenmesi insanlığın tüm gezegene yayılarak nüfusunun 8 milyar seviyesine ulaşmasına yardımcı oldu. Bugün ise o denge noktasından 1,3℃ daha ısınmış durumdayız. Bu ısınma 2℃ seviyesine çıktığında normalden epey farklı bir hayat yaşamaya başlayacağız. Unutmayın, buzul çağı bugünden sadece 6℃ derece daha soğuktu, bugünden 2℃ daha sıcak bir atmosfer de bugünkü kadar çok sayıda insanın yaşamasına imkan vermeyecektir. Hele sürdürülebilir bir yaşam ulaşabileceğimiz bir hedef olmaktan tamamen kopacaktır.

Bugün atmosfere senede yaklaşık 60 milyar ton sera gazı salıyoruz. Atmosferin ısınmasına neden olan bu sera gazlarının toplamının 1000 milyar tonu bulması atmosferin de 2℃ ısınması anlamına geliyor. Yani bugün yaşadığımız gibi 16 yıl daha yaşamamız gezegenimizin en az 2℃ ısınmasına neden olacak. Bu ısınma gerçekleştiğinde de bunu geriye döndürebilecek sihirli bir değnek yok. Yeryüzü kendisini yavaş yavaş tamir edebiliyor ama bu tamirat bizim zamanlamamızda değil gezegenin zamanlamasında, binlerce veya milyonlarca yılda gerçekleşiyor. O nedenle bizim neden olduğumuz hasarı geri çevirmemiz mümkün değil, olsa olsa hasar vermeyi kesebiliyoruz.

Bu krizi önlemenin kolay bir yolu yok ne yazık ki. Sadece et tüketmeyi bırakmak ya da sadece özel aracınızı benzinliden elektrikliye çevirmek bu sorunu gidermeye yetmiyor. Einstein’ın da dediği gibi, başımıza gelen bu sorunu çözmenin yolu başımıza bu sorunu açan sistemin araçlarıyla mümkün olamaz. Dolayısıyla da küçük değişikliklere değil düşünce ve davranış yapımızda büyük bir değişime ihtiyacımız var. Bu kadar büyük bir değişimin gerçekleşebilmesi için de insanların sorunun boyutunun farkına varması gerekiyor. 

Yakın zamanda yapılan bir araştırmayla halka ülkemizdeki en önemli sorun sorulmuş. Ağırlıklı cevap ekonomi olmuş. İklim krizi verilen cevaplar arasında listeye bile girememiş. Bu durumun ülkemize has bir tutum olmadığını görebilmek çok da zor değil. İnsanlar öncelikli olarak bir yaşam kavgası içerisindeler. Bu kavga içerisinde de ay sonunu değil yüzyılın sonunu onlara anlatabilmek ve yüzyılın sonunda çocuklarının ya da torunlarının yaşaması için bu ay sonunda sıkıntılarının artacağını anlatmak hiç de kolay değil. Bundan dolayı da iklim krizinin çözümü için devletlerin atabilecekleri büyük adımlar hep kısıtlanmak zorunda kalıyor.

Elbette bu problemin basit bir çözümü var. Tüm ekonomik sistemi değiştirip üretim sistemlerini ve yönetimini küresel bağlamda tek merkezden yapıp, bu sistemlerin sahipliğini kişilerden alarak insanlığın tamamına verdiğimizde sorunu kolayca halletmek mümkün. Bu, yukarıda bahsettiğimiz Einstein’ın öğüdünü tutmak oluyor. Bizler hep sistemin içinden çözümler arayışında olduğumuzdan sorun çözümsüz bir hal alıyor.

Bu durumda bir çözüm bulabilme imkanı da hızla kayboluyor. İnsanlığın bundan sonra yaşadığı her on yıl bir önceki on yıldan daha zor ve daha fazla felaketlerle dolu olacak. Her sene insanlara “sizin için en önemli sorun nedir?” diye sorduğumuzda cevap gene ayın sonunu getirebilmekle ilgili olacak. Bizim devletlerden ve şirketlerden taleplerimiz ayın sonunu getirmekle alakalı olduğu müddetçe de iklim krizi her geçen gün daha ağırlaşarak devam edecek. Unutmayalım, bu gezegende insanlardan bağımsız bir şirket veya devlet henüz yaratılmadı. Bu sistemlerin tümünü bizler yarattık ve şimdi yarattığımız bu düzen içinde çözüm arayışındayız. Bu düzen ise hala bizim isteklerimize uygun hareket ediyor. Bize sorulduğunda “ekonomi” dediğimiz için devletler en temiz ya da en doğruyu değil en hızlı ve en ucuzu tercih ediyor. Şirketler de en kazançlı olanı çevresel etkilerini fazlaca umursamadan üretip pazara sürüyorlar.

Aslında buradaki ara çözüm alım ve kullanım gücü yüksek kişilerle sistem üzerindeki etkisi fazla bireyleri etkilemekten geçiyor. Yeryüzündeki tüketimin önemli kısmını yapan Afrika’daki insanlar değil. Gelişmiş ülkelerdeki tüketicilerin fikir değiştirmesi tüketim kalıplarında önemli ve hızlı değişime yol açabilir. Küçük bir umut ışığı Avrupa Yeşil Mutabakatı gibi üretim sistemlerinin kalıplarını değiştirmeye yönelik uygulamalarla ortaya çıkıyor. Umalım ki bunlar çok küçük ve çok geç olmasın.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder