4 Ağustos 2025 Pazartesi

Bodrum Bodrum

Bu yazı Bodrum’un su sorunu üzerinedir ancak Bodrum’u çıkartıp Çeşme, Datça, Didim, Marmaris veya herhangi bir kelimeyi koyarsanız çıkarımlar fazla değişmeyecektir.

Geçmişte bir yerleşim yeri kuracağınız zaman ilk baktığınız şey, su kaynaklarına ulaşımı olurdu. Tarihte su kaynağı olmayan bir yerleşim kurulmamıştır. Arada savaşlar ya da değişen iklim nedeniyle bu su kaynakları da değişmiş, Akadlar gibi nice devlet, bu değişikliklerden dolayı tarih sahnesinden silinmiştir. Dünyada hiçbir yerleşim merkezi sonsuza dek kalıcı değildir ancak doğru planlama ile yerleşimin mümkün olduğunca uzun vadeli sürdürülebilirliği sağlanabilir.

Sürdürülebilirliği sağlamak için uygulanacak ilk şey, bir su planlaması yapmaktır. Elimizdeki su kaynakları ve bu kaynakların aylara göre dağılımı, o yerleşim bölgesinde kaç kişinin yaşayabileceğini belirleyen en önemli faktördür. Bu su planına uygun olarak bir imar planı yapılır ve yerleşimdeki kişi sayısı düzenlenir. Bunu yapmadığınız bir yerleşim merkezi sürdürülebilir değildir ve ancak zorlama çözümlerle kısa süre sürdürülebilir gibi görünebilir. Mesela İstanbul... Su havzalarının hepsini korusak bile İstanbul’un kendi havzasında topladığı su ancak 5-6 milyon kişiye yetecek miktardadır. Bu bilinerek yapılacak imar planlarının, şehirde 5-6 milyon kişiden fazla kişinin yaşamasına izin vermemesi gerekir. Bugün İstanbul’a su, kendi havzaları dışından, 200 km uzaktan taşınıyor. Bu, sürdürülebilir bir çözüm değildir. Ancak İstanbul’un bir avantajı, yaz-kış 18 milyon civarında insan barındırmasıdır. Yani bir altyapı yatırımı yapıldığında bunun sene boyunca kullanılacağından emin olabilirsiniz.

Tatil beldelerinde ise nüfus, kıştan yaza 10 kat artmaktadır. Bu durumda su planlamasını neye göre yapacaksınız? 200 bin kişilik kış nüfusuna mı, yoksa 2 milyonluk yaz nüfusuna mı? Bu, tüm tatil beldeleri için aynı yaklaşımı gerektirir. Beldeye sağlanan su kaç kişilik bir nüfusa yetecekse o kadar kişinin yaşaması için imar izni verilir. Bunu yapmadığınız zaman bugünkü su sorunu ile karşılaşırsınız. Bizde, bir kez daha politikayı katmadan söylüyorum, bu tür bir planlama yok ve belediyeler her fırsatta beldelerin genişlemesine kaynakların sürdürülebilirliğine bakmadan izin vermekteler. Bunun nedenlerini hepimiz biliyoruz, ondan dolayı oraya fazla girmeyeceğim.

Şimdi Bodrum özeline gelelim: Bodrum’un bir su master planı var mı? Yok. Yani şehre ne kadar su gelebileceği, iklim değişikliği ile bunun ne kadar azalacağı ve bu suyun kaç kişiye yeteceği bilinmiyor. Ayrıca bu suyu kimlerin kullandığı da bilinmiyor. Mesela, köylerde suyu ucuza alan çoğu kişi içme suyunu bahçe sulamakta da kullanıyor. Daha da ötesi, Bodrum’un eski altyapısından dolayı kayıp kaçak oranı son derece yüksek. DSİ bu oranın %60 civarında olduğunu söylerken, Bodrum Belediyesi ise %30 diyor. Hangisi olursa olsun, kayıp kaçak oranı düşürülecek olsa ilçenin su sorunu büyük ölçüde giderilir. Bu, su sorununa yönelik en önemli çözümdür.

Elbette Bodrum gibi bir yerde atık suların arıtılması da ciddi bir problemdir. Senede 40 milyon ton atık su çıkması beklenen bir ilçede, bunu arıtacak tesislerin de çalışır durumda olması gerekir. Bu tesisler olmadığı zaman bu atık sulara ne olduğu hepimizin malumudur. Bu “çözüm olmayan çözüm”ün de bölgenin doğasına yapmakta olduğu tahribat bizi sürdürülebilir olmayan bir geleceğe sürüklemektedir. Temiz suyu atık su ile birlikte bir problem olarak görmezsek o cennet dediğimiz koylar çok uzak olmayan bir gelecekte çöplüğe dönebilir.

Bodrum’a ilk gittiğim 1971 yılıydı. Sonrasında da defalarca gittim. Özellikle gençlik yıllarında başka bir yeri gözüm görmezdi. Ama 1985’te “taa dağın başı” dediğimiz yerler bugün beldenin neredeyse ortasında kaldı, dağ taş binalarla doldu. En son seferlerden birinde Gümüşlük’ten Oasis’teki bir konuşmaya iki saate yakın bir sürede, dur-kalk trafiğinde gidince pes ettim. Yaz aylarında Bodrum, ülkemizde metrekareye en fazla insan düşen yerlerden biri haline geliyor. Bu kadar insanın ihtiyacı olan suyu sağlamak ve atıklarını arıtmak çok ciddi bir planlama gerektirir ve bu planlama yok. Bunun bir özrü olamaz. Bir planlama olsa ve bu planlamaya uymak için gerekli finansman bulunamıyor olsa kabullenebilirim, ama planın olmamasının özrü olamaz. Bugüne kadar çok az yönetici çıkıp “Bodrum’un kaynakları 2 milyondan fazla insanı barındırmaya yetmez, başka bir arayışta olmalıyız.” diyebildi ve duyduğum kadarıyla da o başkan bir daha seçim kazanamadı.

Şimdi konuşulan şey Dalaman Çayı’ndan DSİ’nin Bodrum’a su getirerek bu problemi çözmesi. Bunun teknik olarak neden yanlış olduğunu anlamak zor değil. 2016’da yapılması planlanan bir hidroelektrik santrali için yapmış olduğumuz fizibilite çalışmasında, Dalaman Çayı’nda yeterli su olmadığı sonucuna ulaştık. On sene sonra, iklim değişikliği bu sonucumuzu daha da pekiştirdi. Yaklaşık Ömerli-Melen uzaklığı kadar bir uzaklıktan, çok daha engebeli bir araziden, o hattın taşıdığı su miktarının beşte biri kadar suyu ancak taşıyabileceğiniz bir yatırıma DSİ sıcak bakmamalı, bakmıyor da. Ayrıca Bodrum’un bugünkü su sorununu çözecek kadar su taşıyacak olsanız ne olacağını hepimiz biliyoruz: Daha fazla yapılaşma ve daha fazla su sorunu. Planlama tam da bunun için gerekli. DSİ’ye “Bize su getirin.” demek yeterli değil. “Biz ilçeyi şu plana göre şöyle geliştireceğiz ve bu gelişim için şu kadar suya, şu kadar süreyle ihtiyacımız var.” demek gerekiyor.

Bugün değil, yakın geçmişte yapılması gereken aynı İstanbul’da olduğu gibi, ilçenin su havzalarının korunması ve geliştirilmesidir. İlçeye yakın yapılması planlanan iki baraj için hızla harekete geçilmesi gerekiyor. Kısa vadeli çözüm, yaklaşık 200 km öteden su taşımak değil, daha yakındaki su havzalarını koruyup düzenlemektir.

Bunun ötesinde, su kullanımında da değişikliğe gitmek zorundayız. Bugün İstanbul’un suyu var ama geçen sene bu zamanlarda oldukça kötü durumdaydık. Gelecek sene de durumun kötü olmayacağını söylemek kolay değil. Hepimiz şehirsel su kullanımında yeni bir düşünce yapısına kavuşmak zorundayız. Cape Town’da su bittiği zaman olduğu gibi, arabasını yıkatmayan değil yıkatan ayıplanmalı. Su kullanımımız böylesi artmaya devam ederse yaptırdığımız depolar da yetmeyecektir. Bu depolara güvenerek huzurlu uyumayın, lütfen.

Bodrum için bir diğer konu da deniz suyundan temiz su elde edilmesidir. Sadece Bodrum değil, tüm Türkiye için aynı cevabı vermemiz gerekiyor: Deniz suyundan temiz su elde etmek öncelikle pahalıdır. Sonra inanılmaz düzeyde elektrik tüketir ve sonucunda da tuzlu suyu doğaya geri bıraktığınız için ekosisteme son derece zararlıdır. “Ama Dubai’de yapıyorlar.” Evet, yapıyorlar. Çünkü onların yakacakları kadar paraları var. Çünkü onların petrolleri var ve enerji için bütçelerinin yarısını yurtdışına vermiyorlar ve çünkü onların doğaya verdikleri zarar umurlarında değil. “Ama güneş ve rüzgar enerjisiyle elektrik üretip oradan da deniz suyundan temiz su üretmek mümkün.” Evet, mümkün. Ama bu daha da pahalı ve çevresel sorunları da çözmüyor. Bir de düşünün, temiz su üretmek için kamyon yüküyle para harcıyorsunuz ve sonunda ürettiğiniz suyun üçte biri ile üçte ikisi arasındaki bir kısmı kaçaklardan dolayı yere sızıyor ya da bahçe veya çim sulamak için kullanılıyor.

Kuyu suyu? Kendiliğinden geri dolan bir kaynak değildir. Siz su çektikçe yakındaki denizden tuzlu su da kaynaklara karışır ve bir süre sonra bu su da kullanılmaz hale gelir. Bu nedenle uzun vadeli sürdürülebilir çözüm tektir. Suyumuzu son derece dikkatli kullanmak ve suyumuzun yettiğinden fazla nüfusa sahip yerleşime izin vermemektir. İlk yapılacak şey, yeni imarı durdurmaktır. Zaten bir su sorunu var, ilçeye getirdiğiniz her yeni insan çözümün değil sorunun bir parçası olacaktır.

İşimize geldiğinde örnek gösterdiğimiz Avrupa’da çok sayıda şehirde, o şehrin yerlilerinin dışarıdan gelen turist sayısının sınırlandırılmasına yönelik hareketlerini görüyoruz. Bodrum, yaz aylarında 2 milyondan fazla kişiyi kaldırmıyor. Bunun sürdürülebilir çözümü Bodrum’u genişletmek değil mümkünse daraltmaktır. Bu, Bodrum Ticaret Odası’nın çok işine gelmeyebilir. Ancak geri kalan tüm çözümler yamalı bohça gibi olduğundan yeni problemlerin patlak vermesine sebep olacaktır.


21 Temmuz 2025 Pazartesi

Türkiye’de İklim Felaketleriyle Mücadelede Toplumsal Destek Ağlarının Rolü

İklim değişikliği hızlandıkça Türkiye, kasırga ya da hortum gibi felaketlerden ziyade, aynı derecede yıkıcı üç temel tehditle daha sık karşı karşıya kalıyor: sıcak hava dalgaları, ani seller ve kuraklık. Bu iklimsel aşırılıklar artık nadir görülen olaylar değil; toplumların, altyapının ve kurumların dayanıklılığını test eden düzenli krizler hâline geldi. Bu felaketlerle mücadele, yalnızca merkezi acil müdahale hizmetlerine dayalı, felaketin ardından tepkisel bir yaklaşımla sürdürülemez. Bunun yerine, toplum temelli, önleyici ve dayanışmaya dayalı bir yaklaşım benimsenmeli—bireylerin, felaket haline dönüşmeden önce iklim kaynaklı acil durumlara birlikte müdahale edebilecekleri toplumsal destek ağları oluşturulmalıdır.

Son yıllarda yaşanan olaylar, Türkiye’nin iklim kaynaklı felaketlere karşı kırılganlığının giderek arttığını açıkça ortaya koyuyor. Haziran 2025’te, 20’den fazla ilde sıcaklık 40°C’yi aştı ve sıcak hava dalgaları; özellikle yaşlılar, bebekler, kronik hastalar ve açık alanda çalışanlar üzerinde ciddi etkiler yarattı. Şehirler, kentsel ısı adası etkisi nedeniyle kırsal alanlara kıyasla birkaç derece daha sıcak hâle gelerek sorunu daha da derinleştirdi.

Ani seller; kısa ama şiddetli yağışlarla birlikte, çoğu zaman hazırlıksız yakalanılan bölgelerde meydana geliyor. Artvin’den Muğla’ya kadar birçok şehirde altyapı yetersiz kalıyor; evler zarar görüyor, yollar çöküyor ve ne yazık ki can kayıpları yaşanıyor. 2021 yılında Batı Karadeniz’de yaşanan seller, onlarca insanın hayatını kaybetmesine ve müdahale sistemlerindeki boşlukların ortaya çıkmasına neden oldu.

Kuraklık ise daha sinsi ama en az diğerleri kadar tehlikeli. İç Anadolu ve Güneydoğu Anadolu gibi bölgelerde azalan yağışlar ve artan buharlaşma oranları, tarımı tehdit ediyor ve su kaynakları üzerindeki baskıyı artırıyor. Bu eğilim, yalnızca çiftçileri değil, şehirlerdeki su güvenliğini de riske sokuyor.

Tüm bu örnekler, iklim felaketlerinin yalnızca hava olaylarından ibaret olmadığını, aslında sistemik kırılganlıkların bir sonucu olduğunu gösteriyor. Altyapı, yönetişim ve toplumsal farkındalık, iklim değişikliğinin hızına ayak uyduramıyor. Teknolojik çözümler ve kurumsal reformlar elbette gereklidir, ancak tek başına yeterli değildir. Bu nedenle Türkiye’nin, toplum temelli bir güvenlik ağı oluşturarak iklim krizine karşı direncini artırması gerekiyor.

Türkiye’de felaket yönetimi genellikle devlet ya da yerel yönetimler odaklı, tepkisel müdahalelere dayanıyor. AFAD ve yerel belediyeler, acil durumlara müdahale eden kilit aktörler. Ancak aynı anda birden fazla olay yaşandığında ya da olaylar geniş alanlara yayıldığında bu kurumlar çoğu zaman kapasite sınırlarına ulaşıyor. Ayrıca bu model, genellikle felaket yaşandıktan sonra devreye giriyor. Kritik saatler, yani felaketin oluşmadan önceki dönemi, çoğunlukla değerlendirilmeden geçip gidiyor.

Bu noktada toplum temelli afet yönetimi öne çıkıyor. Bu yaklaşım, yerel halkı eğiterek, güçlendirerek ve organize ederek, felaketlere dışarıdan yardım gelmeden önce müdahale edebilecek hâle getirmeyi amaçlıyor. Toplumsal destek ağları, sıcak hava dalgalarında yaşlıları kontrol etmek, sel öncesi su giderlerini temizlemek veya kuraklık zamanlarında su tasarrufu bilinci oluşturmak gibi önleyici eylemler gerçekleştirebilir. Bu ağlar, resmi kurumların alternatifi değil, tamamlayıcısıdır. Resmi kurumların karşısında değil yanında yer alır.

Toplumsal destek ağı, belirli bir mahalle veya topluluk içinde örgütlenen, iklim felaketleri öncesinde ve sırasında komşularına yardım edebilecek bilgi ve kapasiteye sahip bireylerin oluşturduğu esnek ve gönüllü bir yapıdır. Bu yapılar, WhatsApp grupları, cami gönüllüleri, gençlik ekipleri ya da mahalle dernekleri biçiminde örgütlenebilir. Hepsinin ortak özelliği, resmi uyarılarla bireysel davranışlar arasındaki boşluğu doldurmalarıdır.

Etkili destek ağlarının bazı temel özellikleri şunlardır:

Yerel bilgi: Kim nerede oturuyor, kim klima kullanamıyor, hangi sokaklarda su taşkını oluyor? Bu tür bilgiler genellikle merkezi otoritelerde bulunmaz. Olsa da günümüzde KVKK gibi engellere takılabilir.

Güven: İnsanlar, tanıdıkları bir komşunun kapısını açma konusunda çok daha isteklidir.

Hız: Resmi kurumlar harekete geçmeden önce, destek ağı üyeleri anında müdahale edebilir.

Kültürel uyum: Türkiye’de mahalle dayanışması, cemaat yapıları ve akrabalık bağları hâlen güçlüdür. Bu sosyal dokular üzerine inşa edilen sistemler daha kalıcı olur.

Bu ağların işlevsel olabilmesi için resmî tanınırlık, eğitim ve süreklilik gereklidir. Belediyeler, sivil toplum kuruluşları ve üniversiteler, bu ağlara iklim okuryazarlığı, ilk yardım eğitimi ve senaryo tatbikatları gibi araçlar sunabilir ve sunmalıdır. Ancak en başta gelen devletin acil müdahale gereken durumlar için bu toplulukları kendi destek yapısı olarak kurgulamasıdır.

2021 yılında Batı Karadeniz’deki seller sırasında birçok mahalleli, dışarıdan yardım gelene kadar kendi aralarında kurtarma ve yardım organizasyonları kurdu. 2023 yazındaki sıcak hava dalgasında bazı belediyeler, “serinleme merkezleri” açarak vatandaşlara yardımcı oldu. Bu tür örnekler, toplumun içindeki dayanışma kapasitesinin ne kadar yüksek olduğunu gösteriyor. Ancak bu kapasite, kurumsallaşmadığı sürece sürdürülebilir olmuyor.

Türkiye iklim değişikliğine karşı dirençli bir gelecek inşa etmek istiyorsa, yalnızca altyapıya ve teknolojiye değil, aynı zamanda toplumsal dayanışmaya da yatırım yapmalıdır. Toplumsal destek ağları, yalnızca bir afet yönetim aracı değil, aynı zamanda güven, empati ve kolektif bilincin bir göstergesidir.

Felaketlerin daha sık ve daha şiddetli olacağı bir döneme girerken, “Komşu komşunun külüne muhtaçtır.” atasözü, hiç olmadığı kadar anlamlı hâle geliyor. Bu nedenle, iklim krizine karşı verilecek en güçlü yanıt, birlikte hareket etmeyi öğrenmekten geçiyor.

Yarın çok geç olabilir. Dayanışmaya bugün başlamalıyız.

21 Haziran 2025 Cumartesi

Tarımda İklim Krizi: Türkiye’nin Gıda Güvenliği Alarm Veriyor

İklim değişikliği artık geleceğe dair soyut bir tehdit değil, bugünün tarımsal üretimini, çiftçilerin emeğini ve sofralarımıza gelen her lokmayı etkileyen somut bir kriz haline gelmiştir. Türkiye özelinde bu kriz, birbirinden bağımsız gibi görünen ama aslında aynı iklimsel bozulmanın sonucu olan iki büyük tehditle kendini göstermektedir: Artan zirai don olayları ve genişleyen kuraklık kuşağı. Bu iki sorun da geçici dalgalanmalar değildir. İklim sisteminde meydana gelen kalıcı değişimlerin doğrudan sonuçlarıdır. Bu değişimlerin tarımsal üretimimize, kırsal kalkınmamıza ve gıda güvenliğimize etkileri her geçen yıl daha da belirginleşmektedir.

Bir zamanlar “bahar donları” ifadesi yalnızca bazı istisnai yıllarda kullanılan bir terimdi. Bugün ise ilkbaharın neredeyse sonuna kadar uzanan şiddetli soğuk hava dalgaları, tüm Türkiye’nin tarım haritasını tehdit eder hale geldi. 2025 yılının Nisan ayında yaşanan zirai don olayı, sadece birkaç ilde değil, neredeyse tüm bölgelerde hissedildi. Meyve ağaçları, özellikle çiçeklenme döneminde oldukları için bu zirai donlardan en fazla zarar görenler oldu. Elma, kayısı, kiraz, şeftali ve fındık gibi birçok ürün, zirai donun etkisiyle büyük kayıplar yaşadı. Bu zarar yalnızca o yılki verimi değil, sonraki yıllardaki ağaç sağlığını ve verimini de etkileyecek düzeydeydi.

Bu zirai don olaylarının daha sık ve daha geç dönemlere kadar yaşanmasının temelinde, kutuplardaki hızlı ısınmanın yattığını görüyoruz. Kuzey Kutbu’nun dünya ortalamasının yaklaşık iki - üç katı hızla ısınması, kutup sarmalını (polar vortex) zayıflatıyor. Bu da kutup havasının kontrolsüz biçimde daha güney enlemlere sarkmasına neden oluyor. Yani, bir yandan küresel ortalama sıcaklık artarken, diğer yandan alışılmadık soğuk hava dalgalarıyla tarımsal üretim zarar görüyor. Bu çelişki, iklim değişikliğinin karmaşık etkilerinin en somut örneklerinden biridir.

İkinci büyük tehdit ise 30. enlemdeki subtropikal yüksek basınç kuşağının, yani Sahra ve Arap çöllerinin temel iklimsel kaynağının, giderek kuzeye doğru genişlemesidir. Bu genişleme, Türkiye’yi de kuraklık baskısına sokuyor. Bugün İç Anadolu, Güneydoğu Anadolu ve Ege’nin iç kesimleri gibi bölgelerde görülen su stresi, yalnızca mevsimsel bir problem değil. Artık sistematik hale gelen, kalıcı kuraklık sinyalleridir.

Bu durum yalnızca tarımsal verimi değil, ürün desenini, su kaynakları yönetimini ve tarımın sürdürülebilirliğini de doğrudan etkiliyor. Geleneksel olarak buğday, arpa, pamuk, mısır ve ayçiçeği gibi suya duyarlı ürünler yetiştiren bölgeler, artık bu ürünlerin geleceği açısından büyük risk altında. Yeraltı suyu kullanıldıkça su seviyeleri dramatik şekilde azalıyor, yüzey suları buharlaşıyor, barajlar istenen doluluk oranlarına ulaşamıyor. Birçok çiftçi, ekim alanlarını daraltmak veya üretimi tamamen bırakmak zorunda kalıyor.

Türkiye uzun yıllar boyunca “kendi kendine yeten yedi ülkeden biri” olmanın gururunu taşıdı. Ancak iklim değişikliği ile birlikte bu özelliğimiz ciddi bir tehdit altında. Zirai don ve kuraklık gibi iklim kaynaklı sorunlar, doğrudan tarımsal üretimi etkilediği için gıda arzı ve fiyat istikrarı da bundan payını alıyor. Örneğin 2025 zirai donunun ardından meyve fiyatlarında yaşanan büyük artışlar, bu sorunun yalnızca kırsalda değil şehirlerde yaşayan milyonlarca insanı etkilediğini açıkça ortaya koydu.

Ayrıca iklim koşullarının öngörülemez hale gelmesi, çiftçinin risklerini artırıyor. Girdi maliyetleri (gübre, tohum, ilaç, sulama) yükselirken ürün kayıpları da arttığı için tarım ekonomik açıdan sürdürülemez hale geliyor. Sonuç: Tarımsal üretici çaresizlikten kırsalı terk ediyor, genç nüfus tarımdan uzaklaşıyor ve ülke giderek daha fazla gıda ithalatına bağımlı hale geliyor.

Bu krizden çıkışın yolu belli: Tarım politikamızda köklü bir paradigma değişikliğine ihtiyaç var. Öncelikle, çiftçiye yalnızca üretici değil, aynı zamanda ekosistemin koruyucusu olarak bakan bir anlayış benimsenmeli. Tarımsal destekler, yalnızca verim odaklı değil, doğa dostu üretim yapan çiftçilere öncelik verecek şekilde yeniden yapılandırılmalı. Suyu dikkatli kullanan, toprağı koruyan, yerel tohumları yaşatan üreticiler teşvik edilmeli. Son katıldığım toplantıda bir dinleyici “tarımı kısa vadede en yüksek verimi almaya yönelik bir sistemden uzun vadede en uygun verimi almaya yönelik bir sisteme nasıl evirebiliriz?” diye sordu. Sanırım bu soru günümüzde en kararlılıkla cevap arayacağımız soru olmalı.

Ayrıca tarımsal üretim planlaması, artık sadece pazar ihtiyaçlarına göre değil, iklim riskleri göz önünde bulundurularak yapılmalı. Kuraklığa dayanıklı çeşitler, damla sulama teknolojileri, agroekoloji ve permakültür gibi sürdürülebilir yaklaşımlar yaygınlaştırılmalı. Aynı zamanda kırsalda yaşamanın cazibesi artırılmalı; gençlerin tarıma dönmesi için finansal destekler, eğitim programları ve dijital tarım çözümleri sunulmalı.

İklim değişikliği artık bir çevre sorunu değil, doğrudan bir kalkınma ve yaşam meselesidir. Tarımsal üretimimizin temelini tehdit eden zirai don ve kuraklık gibi krizlere karşı dirençli bir sistem kurmak, bugünün değil, yarının güvenliği için zorunludur. Gıda güvenliğimizi, tarımda çalışan milyonlarca insanın emeğini ve doğayla olan bağımızı korumak için şimdi harekete geçme zamanıdır. Yarın çok geç olabilir.

20 Haziran 2025 Cuma

Kaynaklarımızı Tüketiyoruz: Limit Aşım Gününde Türkiye’nin Alarm Zili Çalıyor

Bu yıl Türkiye’nin Limit Aşım Günü 18 Haziran olarak belirlendi. Geçtiğimiz yıla göre dört gün daha erken bir tarihe denk gelen bu gün, doğanın bir yıl boyunca sunduğu kaynakların ülkemizde altı aydan kısa bir sürede tüketildiğini gösteriyor. Dünya genelindeki Limit Aşım Günü de 24 Temmuz’a çekildi. Bu veriler, insanlığın doğayla olan ilişkisinde nasıl bir dengesizlik yaşandığını ve özellikle Türkiye'nin kendi sınırlarını ne kadar zorladığını ortaya koyuyor. Her yıl biraz daha erkene gelen bu tarih, doğanın kendini yenileme kapasitesinin insan faaliyetleri karşısında giderek daha yetersiz kaldığını gösteriyor.

Limit Aşım Günü, doğanın bize bir yıl boyunca sunabileceği kaynakların, o yıl içinde hangi tarihte tükenmiş sayıldığını gösteren bir göstergedir. Bu tarihten sonraki her gün, gelecek nesillere karşı ekolojik borçla yaşadığımız anlamına gelir. Türkiye için bu yıl bu tarih 18 Haziran’dı. Yani 1 Ocak’tan 18 Haziran’a kadar doğanın sunduğu yıllık kaynakları tükettik ve yılın geri kalanında aslında olmayan kaynakları kullanmaya başladık. Bu, sadece çevresel değil, aynı zamanda ekonomik ve toplumsal sorunların da habercisidir.

Türkiye’nin Limit Aşım Günü’nün bu kadar erken olması, ülkemizdeki tarım, su, orman ve enerji politikalarının sürdürülebilirlikten ne kadar uzak olduğunu gösteriyor. Topraklarımız, yoğun kimyasal kullanımı ve yanlış tarım uygulamaları nedeniyle verim kaybediyor. Ormanlık alanlarımız hızla yok ediliyor, çoğu zaman madencilik veya enerji projeleri için geri dönülmez şekilde tahrip ediliyor. Su kaynaklarımız hem miktar hem de kalite açısından ciddi tehdit altında; plansız kullanım, buharlaşma, kirlenme ve iklim değişikliği nedeniyle su stresi yaşayan bir ülke konumuna gelmiş durumdayız. Enerji üretiminde ise hâlâ fosil yakıtlara yüksek oranda bağımlıyız ve ulaşım sistemimiz bireysel araç kullanımına dayalı. Bütün bunlar, ülkemizin biyolojik kapasitesini aşırı biçimde tükettiğini gösteriyor.

Çoğu zaman bu konular gündeme geldiğinde, "Gelişmiş ülkeler bizden daha fazla tüketiyor" gibi savunmalarla karşılaşıyoruz. Ancak Limit Aşım Günü, ülkelerin kendi biyolojik kapasitesine göre kaynak tüketimlerini ölçen bir gösterge olduğu için bu tür karşılaştırmalar yanıltıcıdır. Türkiye, kendi doğasının sunduğu kapasiteyi yılın yarısı bile dolmadan tüketmişse, bu alarm zillerinin çalması için yeterli bir sebeptir. Dahası, gelişmiş ülkeler son yıllarda ciddi adımlar atmaya başladı: sıfır karbon hedefleri, yeşil mutabakat, döngüsel ekonomi politikaları ve doğa temelli çözümlerle kaynak kullanımını azaltma çabası içindeler. Türkiye ise bu yarışta geri kalıyor. Şayet bu hızla devam edersek sadece doğamızı değil, aynı zamanda gelecekteki ekonomik rekabet gücümüzü de kaybetmemiz kaçınılmaz olur.

Bu noktada yapılması gerekenler açık: Tarımda toprağı koruyan ve biyolojik çeşitliliği destekleyen uygulamaların yaygınlaşması gerekiyor. Kentlerde doğa dostu ulaşım, enerji ve su sistemlerinin kurulması gerekir. Tüketim alışkanlıklarımızı gözden geçirerek daha azla yetinmeyi öğrenmemiz şart. Aynı zamanda ekonomik büyümenin değil, sürdürülebilirliğin esas alındığı bir kalkınma anlayışının benimsenmesi gerekiyor.

Limit Aşım Günü, yalnızca takvimde bir tarih değil, aynı zamanda bir uyarıdır. Doğaya borçlu yaşamanın bir sınırı var. Ve her seferinde bu sınırı aştgerekiyo sadece kendimizi değil, bizden sonraki nesilleri de zora sokuyoruz. Türkiye olarak kendimize sormamız gereken soru artık çok net: “Gelecek kuşaklara yaşanabilir bir ülke, yaşanabilir bir dünya bırakabilecek miyiz?” Bu sorunun cevabı, bugünden itibaren atacağımız adımlara bağlı.

9 Haziran 2025 Pazartesi

Trump - Musk Kavgası ya da İnsanlığın Mars hayalleri

İnsanlık yüzyıllardır gözünü gökyüzüne dikmiş durumda. 1969 yılında Ay’a yapılan insanlı yolculukla bu hayal gerçeğe dönüşmüş, ancak sonraki yarım yüzyılda benzer bir başarı tekrarlanamamıştır. 1969 yılındaki başarının temelinde bu çalışmanın bir devlet projesi olması vardır. Sovyetler ile ABD arasındaki yarışı ABD Ay’a ilk insanı göndererek bir adım ileriye taşımıştır. Sovyetleri ileri götürecek olan Sergey Korolev 1966 yılında ölünce ve 1969 Temmuz ayında Ay’a gitmek üzere fırlatılan Zond L1S-2 atış rampasında patlayınca ABD yarışı kazandı. Sovyetler yeni atış rampasını 18 ayda tamamladı, ama o sırada ABD çoktan birkaç defa Ay’a insan indirmeyi başarmıştı.

1969 yılının Temmuz ayında ABD yerine Sovyetler Ay’a insan indirmeyi başarsaydı, bu defa yarış Ay’da ilk uzay üssü kurmaya dönerdi. Sovyetler Ay’da ilk uzay üssünü kursa bu sefer Mars’a ilk insanı götürmek için yarış devam ederdi. Ancak Sovyetlerin bu yarıştaki nefesi 1969 yılının Temmuz ayında tükendi. Şunu bilmekte fayda var. 1969 yılında Ay’a gitmek ekonomik getirisi olan bir iş değildi. Ay’a gidildi, örnekler getirildi, incelendi ve Ay’a tekrar gitmenin kimsenin işine yaramayacağına karar verildi. Bundan sonra da Ay konusu fazla açılmadı. Aradan geçen zamanda devletler yavaş yavaş uzay çalışmalarından çekilmeye başladı ve görevi özel şirketlere devretti.

Bugün Dünya’nın etrafında dönen iki uzay istasyonu var. Biri uluslararası, diğeri Çinlilerin. Çinliler sakin sakin kendi uzay programlarını geliştiriyorlar ve geliştirmeye de devam edecekler. Uzay deyince fazla gözünüzde büyütmeyin, bu istasyonlar yerden yaklaşık 500 kilometre yukarıda dönüyorlar. Kıyaslamanız için, Ay bizden 400 bin kilometre uzakta. Uluslararası uzay istasyonuna gitmenin ise iki yöntemi var. Ya Rusların uzay ajansı Roscosmos sizi oraya fırlatacak ya da SpaceX, yani Elon Musk’ın şirketi. ABD’nin başka insanlı uzay aracı fırlatma imkanı yok. Dolayısıyla SpaceX öncesi NASA, Roscosmos’a para vererek astronotlarını uzay istasyonuna taşıttı. SpaceX’in Dragon aracı ABD’yi Roscosmos’a bağlı kalmaktan kurtardı.

Şimdi gelelim günümüze: Artık hedef daha uzak bir noktada: Mars. Fakat Mars’a insan göndermek ve orada kalıcı bir koloni kurmak, yalnızca teknik değil, aynı zamanda siyasi, toplumsal ve ekonomik boyutları olan karmaşık bir meseledir. Günümüzde yaşanan gelişmeler ve özellikle Elon Musk ile Donald Trump arasındaki gerilimler, bu vizyonun ne kadar kırılgan olduğunu gözler önüne seriyor.

Donald Trump ve Elon Musk arasındaki kamuya yansıyan fikir ayrılığı, sadece iki güçlü figürün çekişmesi değil. Bu gerilim, ABD’nin uzay programlarının geleceğini doğrudan etkileyebilecek bir kırılma noktası olabilir. Trump, başkanlığı döneminde Artemis programını başlatarak NASA’yı yeniden aya odaklamış, Musk’ın şirketi SpaceX ile yakın çalışmıştı. Ancak şimdi bu ilişki ciddi şekilde zedelenmiş durumda.

Musk, Trump’ın yeniden seçilmesini demokrasinin sonu olarak tanımlarken, Trump da Musk’ı kişisel olarak hedef alan açıklamalar yapıyor. Bu çatışma, yalnızca SpaceX’in değil, NASA’nın da yürüttüğü uzun soluklu projelere zarar verme potansiyeline sahip. Özellikle Mars gibi iddialı hedefler için gereken uzun vadeli siyasi destek, bu tür çatışmalar nedeniyle ortadan kalkabilir.

Buradaki en önemli sorunlardan biri, uzay programlarının doğası gereği uzun vadeli planlamaya dayanmasıdır. Bir siyasi lider değiştiğinde bu programların öncelikleri değişebiliyor. Trump gibi popülist eğilimli liderlerin kişisel çatışmaları, bilimsel programları ideolojik bir zemine çekebiliyor. Bu da bilimsel projelerin istikrarını zedeliyor.

Trump Musk’ın uzay projelerine devletin verdiği desteğin azaltılacağını söyledi, buna karşılık da Musk ABD’yi uzay istasyonuna taşıyan Dragon aracının görevinin derhal sonlandırılacağını belirtti. Bu sorun iki tarafı açısından da çok ciddi bir kriz getiriyor. Krizin küçük tarafı Trump’a düşüyor. Şu anda Artemis programı ile Ay’a bir kez daha insan göndermek Trump’ın fazla da umurunda değil. Oysa SpaceX devletten aldığı destekle ayakta durabiliyor. Bu desteğin çekilmesi Musk’ın şirketini neredeyse içinden çıkılmaz bir duruma sokabilir. Ama unutmayalım, Musk bir iş insanı, para neredeyse işini hızla oraya kaydırabilir. Yani Suudi Arabistan ya da Birleşik Arap Emirlikleri Ay’a tekrar insan gönderen bir ülke olmak isterse Musk kapısını çalacakları ilk kişi olacaktır. Bu arada Birleşik Arap Emirlikleri’nin Mars’a başarıyla bir uzay aracı gönderdiğini de hatırlatmakta fayda var.

Musk ve parası olan bir devlet birlikte çok önemli bir gelişmeye imza atabilir. Ben Musk’ın ana hedefinin Mars’ta bir koloni kurmak olduğunu düşünmüyorum. Çünkü Mars, Dünya’ya en yakın yaşanabilir gezegen adayı olabilir; ama bu, onun yaşanabilir olduğu anlamına gelmiyor. 60 milyon kilometre uzakta yer alan bu kırmızı gezegene, en iyi ihtimalle 6 ila 9 aylık bir yolculukla ulaşılabiliyor. Yerçekimi, Dünya’nın %40’ı kadar. Atmosferi yok denecek kadar ince, radyasyon seviyesi yüksek ve yüzey sıcaklığı insanın açık havada yaşamasına uygun değil. 

Mars’a gitmek kadar orada yaşamak da başlı başına bir mesele. Su kaynakları yer altında buz halinde mevcut olsa da çıkarılması ve işlenmesi büyük enerji gerektiriyor. Mars’ta tarım yapılması için toprak tamamen yapay olarak zenginleştirilmeli, hava üretimi için sürekli enerji gerektiren sistemler kurulmalı. Yani bir Mars kolonisi, bugünkü teknolojiyle tamamen kapalı bir yaşam destek sistemi üzerine inşa edilmek zorunda. Büyük ihtimalle de radyasyondan korunmak için bu kapalı sistemi yerin en az 20 metre altındaki mağaralarda kurmak gerekiyor.

Ayrıca bu süreçte karşılaşılacak psikolojik ve sosyolojik zorluklar da göz ardı edilemez. Aylarca dar alanlarda, sınırlı kaynaklarla yaşamak zorunda kalan astronotlar ciddi psikolojik risklerle karşı karşıya kalacaktır. Mars’a gidecek insanların hem fiziksel hem de zihinsel olarak aşırı dayanıklı bireyler olması gerekir.

Mars’a gitme hayalinin merkezinde Elon Musk’ın geliştirdiği Starship roketi yer alıyor. Bu dev sistem, hem Ay’a hem Mars’a insan göndermek için tasarlandı. Ancak SpaceX’in 2025’te gerçekleştirdiği son Starship denemesi, bir kez daha başarısızlıkla sonuçlandı. Her ne kadar SpaceX bu tür denemeleri “öğrenme süreci” olarak tanımlasa da, üst üste gelen başarısızlıklar artık sadece mühendislik sorunu değil, kamuoyunun güveni ve siyasi desteğin devamı açısından da kritik bir hal almış durumda.

Bu durum, uzay çalışmalarının kamusal algısı açısından ciddi sorunlar yaratıyor. Vergi veren yurttaşların "Neden başarısız projelere para harcanıyor?" sorusuna verecek ikna edici bir yanıt oluşturulmadığı sürece, uzun vadeli fonlar da riske giriyor.

Starship’in başarısızlığı, yalnızca bir roketin çökmesi değil; aynı zamanda Mars hayalinin teknolojiyle tek başına gerçekleşemeyeceğinin göstergesi. Bu projeler kamu fonlarıyla desteklendiğinden, başarısızlıklar aynı zamanda kamu kaynaklarının verimli kullanımı konusunda da soru işaretleri yaratıyor.

Günümüzde uzay yolculukları özel şirketlerin öncülüğünde ilerliyor gibi görünse de bu şirketlerin kamu politikalarıyla olan bağı göz ardı edilemez. Devletin sağlayacağı yasal çerçeve, fonlama, diplomatik destek ve bilimsel altyapı olmadan, hiçbir özel girişim Ay’a ya da Mars’a tek başına gidebilecek güçte değil. Dolayısıyla Trump gibi liderlerin bilimsel projelere verdiği ya da vermediği destek, geleceğin uzay haritasını doğrudan şekillendiriyor.

Uzayda koloni kurmak isteyen insanlık, önce kendi içindeki siyasi ve sosyal problemleri çözmek zorunda. Kutuplaşmış toplumlar, kısa vadeli seçim hesaplarıyla yönlendirilen hükümetler ve şirket çıkarlarını önceleyen stratejilerle Mars’a varmak mümkün değil.

Mars’ı bir yedek gezegen gibi görüp Dünya’dan kaçma fikri son derece sorunlu bir yaklaşım. Mars’ta yaşam kurmak, milyarlarca dolarlık yatırım, onlarca yıllık planlama ve onlarca bin insanın katkısını gerektirirken; aynı kaynaklar Dünya’daki iklim krizi, su kıtlığı, gıda güvenliği gibi hayati sorunları çözmek için çok daha etkili kullanılabilir.

İklim değişikliği, biyolojik çeşitliliğin azalması, temiz suya erişimin zorlaşması gibi sorunlar bugün acilen çözüm bekliyor. Tüm enerjimizi başka bir gezegende yaşam kurmaya harcamak yerine, mevcut gezegenimizi yaşanabilir kılmaya yönlendirmeliyiz.

Mars bir gün yaşanabilir hale getirilebilir belki ama bu, bugünkü gezegenimizi ihmal etme lüksümüz olduğu anlamına gelmez. Mars’a kaçmak yerine Dünya’yı iyileştirmek daha ahlaki, ekonomik ve stratejik bir tercihtir.

Mars’a gitmek bilimsel bir vizyon olabilir ama orada kalmak, yaşamak ve uygarlık kurmak daha çok siyasi irade, toplum desteği ve etik sorumluluk gerektirir. Trump ile Musk arasındaki kavga, Starship’in başarısız denemeleri ve küresel siyasi belirsizlikler gösteriyor ki insanlık henüz bu büyük yolculuğa hazır değil.

Yıldızlara uzanmak istiyorsak önce Dünya’da ortak bir hedefte uzlaşmalı, bilimle siyaset arasındaki çizgiyi daha net çekmeliyiz. Çünkü Mars’a giden yol yalnızca uzaya değil, insanlığın kolektif bilincine uzanır.

30 Mayıs 2025 Cuma

Dünya Yanıyor, Biz İzliyoruz: 5 Haziran Üzerine Bir Hatırlatma

Her yıl 5 Haziran’da Dünya Çevre Günü’nü kutluyoruz. Daha doğrusu, kutluyormuş gibi yapıyoruz. Törenler düzenleniyor, sosyal medyada rengârenk görseller paylaşılıyor, birkaç ağaç dikiliyor... Ama gerçek sorunlara kimse dönüp bakmıyor. Çünkü gözümüz kulağımız başka yerlerde: Ticaret savaşlarında, seçim yarışlarında, liderlerin birbirine laf sokmalarında, diplomatik krizlerde... Oysa bir başka savaş daha var; daha sinsi, daha sessiz ama çok daha yıkıcı: İklim değişikliği ve çevre krizi.

Gezegenimiz gün geçtikçe ısınıyor. Orman yangınları her yıl daha erken başlıyor ve daha büyük alanları yok ediyor. Kuraklık, tarımı ve su kaynaklarını tehdit ediyor. Hava kirliliği, şehirlerde nefes almayı bile güçleştiriyor. Ama tüm bunlar manşet olmuyor artık. Çünkü çevre sorunları, bugünün hızlı tüketilen medya düzeninde dikkat çekici bulunmuyor. Ne yazık ki çevre felaketlerinin bile “haber değeri” taşıyabilmesi için can kaybı ya da dramatik görüntüler içermesi gerekiyor. Oysa çevre sorunları çoğu zaman böyle olmaz; yavaş ilerler, sinsi gelir ve hayatımızı içten içe kemirir.

Siyasetçiler bu ilgisizliğin farkında. Onlar da toplumun nabzına göre hareket ediyor. Vatandaş çevreyle ilgilenmiyorsa, liderler neden bu konuda risk alsın ki? Onlara göre oy getirmeyecek bir meseleyle uğraşmanın anlamı yok. Bu yüzden çevre politikaları hâlâ geri planda, hâlâ bütçelerin en küçük kalemlerinden biri, hâlâ siyasi ajandalarda “bir gün yapılacaklar” arasında yer alıyor.

İklim krizi ve çevre sorunları, sadece çevrecilerin ya da bilim insanlarının meselesi değil. Bu, artık herkesin ortak derdi. Ekonomik krizle, gıda fiyatlarıyla, sağlıkla, göçle, güvenlikle doğrudan ilişkili bir konu. Ama sorun şu: Çevre sorunları aciliyetlerini bağırarak değil, hissettirmeden gösteriyor. Ve biz de ancak felaket kapıya dayandığında uyanıyoruz. Ama bazen uyanmak için çok geç olabiliyor.

5 Haziran Dünya Çevre Günü, bu kısır döngüyü kırmak için bir fırsat olabilir. Bu günü sadece bir “etkinlik” olarak değil, politik bir hatırlatma olarak değerlendirmeliyiz. Vatandaşlar çevre konusunda bilinçlendikçe, siyasetçilerin öncelikleri de değişecektir. Bu döngüyü tersine çevirmek mümkün. Ama ilk adım, sorunu görmeye cesaret etmek.

Gezegenimiz her geçen gün daha kırılgan hale geliyor. Ve biz hâlâ neyin daha önemli olduğuna karar veremedik. Oysa karar vakti çoktan geldi, hatta geçiyor. Şimdi değilse ne zaman? 

23 Mayıs 2025 Cuma

Bilimsel Gerçek ile Medya Heyecanı Arasında: Doğal Hidrojen Haber'ini Ne Kadar Doğru Anladık?

 Geçtiğimiz günlerde DonanımHaber’de yer alan bir haber, yerin altında 170 bin yıl yetecek doğal hidrojen bulunduğu yönündeki iddiasıyla geniş bir kesimin dikkatini çekti. Habere göre bu kaynak, insanlığın enerji sorununu kökünden çözebilecek potansiyele sahipti. Ancak bu haberin temelini oluşturan Nature dergisindeki bilimsel makaleye yakından bakıldığında, söz konusu haberin içeriği bilimsel bağlamdan koparılmış, abartılmış ve yanlış yorumlarla dolu.

Her şeyden önce, Nature’da yayımlanan makale yeni bir keşfi açıklamıyor. Bu çalışma, yer kabuğunda doğal hidrojenin nasıl oluştuğunu, nerelerde birikebileceğini ve bu kaynakların nasıl araştırılabileceğini anlatan bir bilimsel derlemedir. Yani haberin sunduğu gibi “bulundu” ya da “hazırda bekliyor” şeklindeki ifadeler gerçeği yansıtmamaktadır.

DonanımHaber’de sıkça vurgulanan “170 bin yıl yetecek hidrojen” ifadesi ise, bilimsel makalede geçen varsayımsal bir tahminin bağlamından koparılmasıdır. Bu tahmin, dünya genelindeki teorik hidrojen rezervlerinin, bugünkü enerji tüketimiyle karşılaştırıldığında ne kadar süre yetebileceğine dair kuramsal bir senaryoya dayanıyor. Bu rakamlar, keşfedilmiş rezervleri değil, potansiyel ihtimali ifade ediyor. Ancak haberde bu olasılık, sanki bilimsel olarak doğrulanmış bir gerçekmiş gibi sunulmuş.

Daha da önemlisi, Nature makalesi, bu potansiyel kaynakların halen araştırma aşamasında olduğunu, teknik engellerin büyük olduğunu ve doğal hidrojenin yerini belirlemenin ve çıkarmanın karmaşık bir süreç olduğunu açıkça vurguluyor. Bu da gösteriyor ki, DonanımHaber yazısı, bu sınırlamaları görmezden gelerek gereksiz bir umut yaratıyor.

Bilimsel yayınlarda sıkça yer alan “muhtemelen”, “olasılıkla”, “keşfedilebilir” gibi temkinli ifadeler, medya haberi tarafından tamamen göz ardı edilmiş. Bilim insanlarının hassasiyetle kullandığı bu tür ifadeler, kamuoyuna aktarılırken “bulundu”, “çözüldü”, “sonsuz kaynak” gibi abartılı ve kesinlik içeren söylemlere dönüştürülmüş. Bu durum, bilimsel iletişim açısından ciddi bir sorun teşkil ediyor.

Bir de bu tür haberlere sosyolojik açıdan yaklaşmamız gerekiyor. Toplum olarak şu sıra “iklim değişikliğini durdurmak çok kolay, gelecek çok güzel olacak” türü haberlere çok ihtiyacımız var. Bir anda insanlığın ihtiyacını 170 bin sene karşılayacak bedava bir kaynak bulunduğunda “oh be” diyoruz, “sorun çözüldü artık ve bizim hayatımızda bir değişiklik yapmamıza gerek yok”. Petrol şirketlerinin tam istedikleri şey bu. Biz doğayı kirletmeye devam edelim, onlar da kazançlarına devam etsinler. Yalnız bu doğru bir gidiş değil. Bu haberin dediği gerçek olsa ve bize 170 bin sene yetecek bedava ve temiz kaynak bulunsa bile bu kaynağı kullanıma sokabilmek onlarca yıl sürecektir. Öyle bir kaynak kullanılana kadar da zaten iş işten geçmiş olacak. Dolayısıyla böyle haberler doğru bile olsalar çok kısa sürede hayat tarzımızı değiştirmeye yardımcı olmuyorlarsa pek de işimize yaramazlar. Özellikle iklim değişikliği bağlamında onyıllarımız kalmadı artık, gidişi değişitirmek için sadece az parmakla sayılablecek kadar vaktimiz var.

DonanımHaber’in yazısı bilimsel bir gelişmeyi popülerleştirme çabasından çok, bilimsel içeriği saptıran bir medya kurgusuna dönüşmüş durumda. Bu tür haberler, topluma enerji geleceği konusunda heyecan verici umutlar sunsa da, yanlış beklentiler oluşturabilir ve bilimsel güvenilirliğe zarar verebilir. Temiz enerjiye duyulan ilgi ve heyecan değerlidir, ancak bu heyecanın bilgiyle beslenmesi gerekir.

Gerçek ilerleme, sadece yeni kaynaklar bulmakla değil; aynı zamanda bu kaynakları doğru anlama, doğru yorumlama ve kamuoyunu doğru bilgilendirme ile mümkündür.

22 Mayıs 2025 Perşembe

Elektrikli Araçlar da Bizi Kurtaramayacak

Sürdürülebilir mobilite denildiğinde çoğumuzun aklına artık otomatik olarak elektrikli araçlar geliyor. Fosil yakıtla çalışan araçların yerini alan bu sessiz makinelerin, gezegenimizi kurtaracağına inanmak istiyoruz. Ancak burada durup derin bir nefes almalı ve şu soruyu sormalıyız: Gerçekten daha sürdürülebilir bir geleceğe mi gidiyoruz, yoksa sadece daha "yeşil" görünen bir illüzyonun parçası mıyız?

Elektrikli araçlar karbon salımlarını azaltıyor, evet. Ancak bu araçların üretim süreçleri, özellikle batarya üretimi, oldukça enerji yoğun ve çevresel etkileri hafife alınamaz. Lityum, kobalt, nikel gibi madenler dünyanın başka köşelerinde çıkarılıyor, çoğu zaman çevre felaketlerine ve insan hakları ihlallerine yol açıyor. Yani sadece egzozdan duman çıkmıyor diye kendimizi temiz sanmak, kendi yalanımıza inanmaktan başka bir şey değil.

Dahası var. Bugün dünyada üretilen elektrikli araçların büyük kısmı, içten yanmalı motorlu araçların tasarımını birebir kopyalıyor. SUV’lar, dev bataryalı lüks arabalar, yüksek hızlara çıkabilen makineler… Neredeyse hepsi tek kişilik kullanıma göre tasarlanmış. Aynı kaynak tüketimi, aynı altyapı gereksinimi, aynı trafik sorunu… Sadece bu kez duman değil, sessizlik içinde ilerliyoruz.

Peki neden böyle oluyor? Çünkü mobilite politikaları hâlâ büyük ölçüde otomotiv devleri ve onların arkasındaki petrol şirketleri tarafından şekillendiriliyor. Bu şirketler, bireysel araç sahipliğini sona erdirecek çözümlerden—örneğin toplu taşımaya, bisikletli ulaşım altyapısına ya da yürüme dostu kent tasarımlarına—gerçek anlamda bir tehdit olarak korkuyorlar. O yüzden sürdürülebilirlik kelimesini sahiplenip, onu yine kendi çıkarları doğrultusunda kullanıyorlar.

Bu noktada bir tercihle karşı karşıyayız. Ya onların çizdiği çerçeve içinde "sözde" sürdürülebilir araçlar üretip tüketmeye devam edeceğiz ya da cesur bir adım atarak mobiliteyi baştan düşüneceğiz. Daha az araçla, daha az enerjiyle, daha az alan kaplayarak nasıl hareket edebiliriz? Asıl sorumuz bu olmalı.

Unutmayalım, sorunun kaynağını teknolojik bir makyajla sürdürülebilir hale getiremeyiz. Elektrikli SUV’lar, doğa dostu gibi görünse de, aslında doğaya aynı ölçüde yabancı. Sürdürülebilirlik, yalnızca enerjiyi nasıl ürettiğimizle değil, hareket etme biçimimizi nasıl organize ettiğimizle ilgilidir.

Belki de artık arabaları değil, soruyu değiştirmeliyiz: Gerçekten bu kadar çok araca ihtiyacımız var mı?

21 Mayıs 2025 Çarşamba

Afetleri Beklemek Değil, Önlemek Zorundayız: Sendai Çerçevesi ve Türkiye’nin İklim Riskleri

Dünyanın dört bir yanında sel, kuraklık, fırtına, orman yangını ve sıcak hava dalgaları gibi iklim kaynaklı afetlerin sıklığı ve şiddeti artıyor. Türkiye de bu gerçeklikten muaf değil. 2021 yazında Akdeniz ve Ege kıyılarında yaşanan orman yangınları, aynı yıl Karadeniz bölgesinde görülen yıkıcı seller, 2023’te yaşanan aşırı sıcak dalgaları ve baraj seviyelerini tehdit eden kuraklıklar hepimizin hafızasında oldukça taze. Ancak bu afetleri yalnızca “kader” veya “doğal süreçler” olarak görmek, büyük bir yanılgı. Artık biliyoruz ki, afetler doğaldır ama felaketler insan kaynaklıdır. Ayrıca iklim değişikliği de hızlanmakta olduğuna göre gözlerimizi biraz daha açmamız oldukça faydalı olacaktır.

İşte tam da bu noktada, çok az kişinin bildiği ancak Türkiye'nin de bir parçası olduğu önemli bir küresel yol haritası devreye giriyor: Sendai Afet Risklerinin Azaltılması Çerçevesi. Bu çerçeve, 2015 yılında Japonya’nın Sendai kentinde 187 ülkenin mutabakatıyla kabul edildi ve 2030 yılına kadar dünyada afetlerin etkilerini azaltmayı amaçlıyor. Ancak bu belgenin gücü; yalnızca uluslararası bir sözleşme olması değil, aynı zamanda risklerin yönetimi konusundaki bakış açımızı kökten değiştirmesidir. 

Sendai Çerçevesi, afetlere müdahale etmekten çok, afetlerin oluşmasını önlemeye ve riskleri azaltmaya odaklanır. Yani “afet olduktan sonra ne yapacağız?” değil, “afet olmadan önce ne yapmalıyız?” sorusunu merkeze alır. Bu yönüyle klasik kriz yönetimi anlayışından farklıdır ve bütüncül bir risk yönetimi yaklaşımı benimser.

Bu çerçeve dört temel öncelik üzerine kuruludur:

  1. Afet riskini anlamak
  2. Afet risklerini yönetmek için kurumları güçlendirmek
  3. Afet riskini azaltacak yatırımlar yapmak
  4. Afet sonrası toparlanmayı daha iyi bir yapı kurmak için değerlendirmek

Sendai, risklerin sadece fiziksel değil; sosyal, ekonomik ve yönetsel boyutlara sahip olduğunu kabul eder. Yani yalnızca bina güçlendirmek yetmez; toplumun bilinçlenmesi, kurumların dayanıklı hale gelmesi, yoksullukla mücadele, doğayla uyumlu planlama gibi çok sayıda unsur birlikte ele alınmalıdır.

Geleneksel olarak afet dendiğinde aklımıza deprem gelir. Türkiye gibi bir deprem ülkesi için de böyle düşünmekte kesinlikle haklıyız. Ancak Sendai Çerçevesi’nin altını çizdiği gibi, afet riski yalnızca sismik değil, iklim kaynaklı tehditleri de kapsar. Özellikle de iklim değişikliğinin etkisiyle aşırı hava olaylarının artık çok daha sık ve etkili hale geldiği günümüzde bu konuya dikkatimizi vermeliyiz.

Türkiye’de iklim kaynaklı afetlerde ciddi bir artış yaşanıyor. Meteoroloji Genel Müdürlüğüne göre 2023 yılında ülkede toplam 1300’den fazla meteorolojik afet kaydedildi — bu sayı 20 yıl öncesine göre neredeyse üç katına çıktı. Bu afetlerin büyük bölümü sel, dolu, hortum, fırtına ve aşırı sıcaklar gibi olaylardan oluşuyor.

Bu afetlerin etkisi sadece fiziksel yıkımla sınırlı değil; gıda güvenliğini tehdit ediyor, içme suyu kaynaklarını azaltıyor, tarımsal üretimi zayıflatıyor, turizm sektörünü etkiliyor ve kamu kaynakları üzerinde büyük yük oluşturuyor. Kısacası, iklim kaynaklı afetler yalnızca çevresel değil, sosyal ve ekonomik bir kriz alanı haline geliyor. Üstüne iklim kaynaklı afetlerin görülme sıklığı ve görüldükleri alan da depremle kıyaslandığında çok daha geniş. Deprem için bir yeniden yapılanma seferberliğine girişildiği bu ortamda benzerinin ve hatta daha geniş kapsamlısının iklim riskleri için de ele alınması faydalı olacaktır.

Türkiye, Sendai Çerçevesi’ni imzalayan ülkelerden biri. Bu çerçevenin ilkelerini hayata geçirmekle yükümlü. Ancak uygulamada ciddi eksiklikler var. Afet yönetimi hâlâ büyük ölçüde müdahale ve iyileştirme odaklı yürütülüyor. Risk azaltma ve önleme stratejileri ise ya kâğıt üzerinde kalıyor ya da hayata geçirilmesi gecikiyor.

İklim değişikliği bağlamında ise özellikle yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, doğayla uyumlu şehir planlaması, erken uyarı sistemlerinin yaygınlaştırılması ve kamuoyunun bilinçlendirilmesi büyük önem taşıyor. Bugün hâlâ birçok şehirde sel riski taşıyan alanlara yapılaşma izni veriliyor, orman yangınları için önleyici tedbirler yetersiz kalıyor ve sıcak hava dalgalarına karşı kırılgan nüfuslar (yaşlılar, bebekler, hastalar) için koruyucu mekanizmalar geliştirilmiyor. Afet yönetimiyle ilgili tüm toplantılarda “benim yaşlı babamın/amcamın/halamın bir sıcak hava dalgasından zarar görmemesi için ne yapacaksınız?” diye sorduğumda cevap hep “kötüleştiği zaman ambulans göndeririz” oluyor.

Oysa Sendai Çerçevesi tam olarak bu alanlarda yol gösterici olabilir.

Sendai Çerçevesi, devletlere “daha çok para harcayın” demiyor; daha akıllı, planlı ve risk temelli düşünün diyor. İklim krizinin etkileri daha fazla derinleşmeden, bizler hem merkezi yönetim olarak hem de bireyler olarak bu riskleri ciddiye almak zorundayız. Önemli olan, yaşlı biri aşırı sıcaklık nedeniyle kalp sorunu yaşamadan bir çözüm üretmeye çabalamaktır.

Afetlerin "doğal" olduğu düşüncesinden uzaklaşıp, doğayla inatlaşan şehirler yerine doğayla uyumlu yaşam alanları inşa etmeliyiz. Sendai'nin önerdiği gibi afetlere dayanıklı olmak, sadece sert duvarlarla değil, aynı zamanda güçlü toplumsal bağlarla, bilinçli bireylerle ve kapsayıcı kurumlarla mümkündür.

Türkiye’nin afetlere dayanıklı bir ülke olması için artık kriz anlarında gösterdiğimiz refleksleri, kriz öncesine taşımamız gerekiyor. Bu da ancak Sendai Çerçevesi'nin temelini oluşturan önleyici ve bütüncül risk yönetimi anlayışının yerel ve ulusal politikalara entegre edilmesiyle mümkün.

Unutmayalım: İklim krizi kapımızda değil, artık evin içinde. Ve biz hâlâ yangın başladıktan sonra itfaiyeyi aramayı yeterli sanıyoruz. Oysa gerçek çözüm yangını çıkmadan önlemekte.

20 Nisan 2025 Pazar

Bir İklim Politikasına İhtiyacımız Var

İklim değişikliği, içinde yaşadığımız çağın en kapsamlı, en karmaşık ve en acil çözüm bekleyen sorunlarından biri, muhtemelen de en önemlisidir. Bu sorunun etkileri artık yalnızca bilimsel raporların satır aralarında ya da uzak coğrafyaların manşetlerinde değil, hepimizin gündelik yaşamında somut olarak hissedilmektedir. Kuraklıklar, orman yangınları, seller ve tarımsal verimin azalması gibi belirtiler, iklim değişikliğinin sadece bir çevre sorunu değil, aynı zamanda bir kalkınma, ekonomi, güvenlik ve toplumsal istikrar sorunu olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Böyle bir sorun karşısında ilk yapılması gereken şey, güçlü ve tutarlı bir iklim politikası geliştirmek olmalıdır.

Bir ülkenin iklim değişikliğiyle etkin bir biçimde mücadele edebilmesi, yalnızca niyet beyanlarıyla değil, sistematik ve uzun vadeli bir yaklaşımla mümkündür. Bu yaklaşımın ilk adımı, kapsamlı bir iklim politikasının varlığıdır. İklim politikası; ülkenin sera gazı salımlarını azaltma, iklim değişikliğine uyum sağlama, doğal kaynakları koruma ve çevresel adaleti sağlama yönündeki temel ilke ve hedeflerini ortaya koyan ana çerçevedir. Bu politika, yalnızca çevre bakanlığının ya da belirli bir hükümetin görevi olmaktan çıkıp, devletin tüm kurumlarının ortak hedefi haline gelmelidir. Bu politikanın belirlenmesinde her ülkenin kendine has koşulları olacaktır. Hiçbir ülkenin iklim politikası başka ülkelerin iklim politikasına benzemek zorunda değildir. İklim değişikliğinden daha kısa ve orta vadede daha az etkilenecek ülkelerin politikası sera gazı azaltımına daha çok yönelirken, iklim değişikliğinin getirdiği sorunlarla bugünden boğuşan ülkelerde öncelik uyuma verilebilir. Bunu uluslararası ortamda tartışmak anlamsızdır çünkü uluslararası arenada tüm ülkelerin eşit ağırlığı olduğu kabul edilir, yani hiçbir ülkenin görüşü bir diğerinin üstünde ya da altında yer almamalıdır. Ancak bu iklim politikası, iklim değişikliğini durdurmak için atılan küresel adımların da elden geldiğince bir parçası olmalıdır çünkü günü geldiğinde tüm ülkelerin bu bağlamda birbirlerine ihtiyaçları olacaktır.

İklim politikası oluşturulduktan sonra bu politikanın kurumsal çerçevede uygulanabilmesi için bir iklim kanununa ihtiyaç vardır. İklim kanunu, iklim politikasında belirlenen hedef ve stratejilerin hukuki dayanağa kavuşmasını sağlar. Kanun; salım azaltımı, uyum, sektörel sorumluluklar, denetim mekanizmaları, finansman kaynakları ve yaptırımlar gibi başlıklarda bağlayıcı hükümler içermelidir. Böylece iklim politikası yalnızca bir vizyon belgesi değil, aynı zamanda uygulanabilir bir yol haritası haline gelir. Bir politika olmadan hazırlanan kanun temelde dayanaksızdır.

Ancak her kanun gibi, iklim kanunu da genel çerçeveyi ve temel ilkeleri ortaya koyar. Bu çerçevenin pratikte nasıl işleyeceği ise yönetmeliklerle belirlenir. Yönetmelikler, iklim kanununun ruhuna uygun olarak çeşitli sektörlerde nasıl uygulamalar yapılacağını detaylandırır. Örneğin tarım sektöründe su kullanımının nasıl düzenleneceği, ulaştırma sektöründe karbon salımlarının nasıl raporlanacağı ya da enerji sektöründe yenilenebilir kaynaklara geçişte ne tür teşvikler sağlanacağı gibi başlıklar yönetmeliklerle açıklığa kavuşturulur. Bu noktada yönetmelikler, devletlerin iklim yaklaşımını yansıtan ve değişen koşullara göre güncellenebilen dinamik belgelerdir.

İklim politikası, bir ülkenin uzun vadeli çevresel ve ekonomik sürdürülebilirlik hedeflerinin temel taşıdır. Bu nedenle, iklim politikalarının birer devlet politikası haline gelmesi büyük önem taşır. Devlet politikası olması, söz konusu politikanın hükümetlerden bağımsız ve parti üstü bir anlayışla ele alınmasını gerektirir. Çünkü iklim krizi, beş yıllık iktidar sürelerinin çok ötesinde, kuşakları etkileyen bir tehdittir. Bu nedenle iklim politikalarının içeriği, hükümetler değişse dahi temel ilkeleri bakımından korunmalıdır. Yeni gelen hükümetler, bu temel politikaya bağlı kalmalı; ancak uygulama araçlarını, yani yönetmelikleri kendi önceliklerine göre şekillendirebilmelidir.

Bu yaklaşım, iklimle mücadelede sürekliliği ve kurumsal dayanıklılığı artıracaktır. Aynı zamanda özel sektör, sivil toplum ve yurttaşlar açısından da öngörülebilir bir çerçeve sunacaktır. Yatırımcılar, iklim kanunu ile belirlenen uzun vadeli hedeflere güvenerek daha sürdürülebilir yatırımlar yapabilir; çiftçiler hangi ürünlerin destekleneceğini ve iklim koşullarına göre hangi uygulamaların teşvik edildiğini daha rahat görebilir; vatandaşlar ise kendi yaşam biçimlerini bu çerçeveye göre şekillendirebilir.

Bu noktada, önce etkili bir iklim politikası oluşturmak ve bu politikayı güçlü bir iklim kanunuyla desteklemek, Türkiye gibi iklim krizinden doğrudan etkilenen ülkeler için artık bir tercih değil zorunluluktur. Bu kanunun uygulanabilirliğini sağlayacak yönetmelikler ise, pratik gerçeklikleri göz önünde bulundurarak sürekli güncellenmeli ve toplumun tüm kesimlerinin katılımıyla hazırlanmalıdır. İklim değişikliğiyle mücadelede başarının yolu; vizyoner, kapsayıcı ve sürdürülebilir bir hukuki çerçeve oluşturmaktan geçer. Geleceğimizi korumak istiyorsak, bunu bugünden başlatmalı ve iklim politikamızı sağlam bir zemine oturtmalıyız.


19 Nisan 2025 Cumartesi

İklim Değişikliklerini Sigortalamak

İklim değişikliği, dünya genelinde hem ekonomik hem de sosyal sistemleri derinden etkileyen, giderek artan bir tehdit olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu tehdidin en önemli özelliklerinden biri ise, yüksek düzeyde belirsizlik taşımasıdır. Aşırı hava olayları, kuraklık, seller, orman yangınları gibi etkilerin ne zaman, nerede ve ne şiddette gerçekleşeceği kesin olarak öngörülememektedir. Bu belirsizlik, hem bireylerin hem de kurumların uzun vadeli planlama yapmasını zorlaştırırken, ekonominin pek çok sektörünü de risk altına sokmaktadır. Tam da bu noktada sigorta sektörü, iklim değişikliğine uyum sürecinde kilit bir rol oynamaktadır.

Sigorta şirketleri, belirsizliği ölçülebilir ve yönetilebilir hale getirerek toplumların risklere karşı daha dirençli hale gelmesine katkı sunar. Sigorta sistemi, riski birçok aktör arasında dağıtarak, iklim kaynaklı felaketlerin etkilerini bireyler ve kurumlar açısından daha katlanabilir düzeyde tutar. Ancak bu görev, sigorta şirketlerinin sınırsız teminat sunabileceği anlamına gelmez. Sigorta sektörü, işleyiş gereği matematiksel modellemelere, risk analizlerine ve fiyatlandırma sistemlerine dayanır. Dolayısıyla iklim değişikliği gibi karmaşık ve çok boyutlu bir risk söz konusu olduğunda, bazı unsurlar ya teminat dışı bırakılır ya da yüksek primlerle sigortalanır. Bu, sigorta sisteminin sürdürülebilirliği açısından kaçınılmaz ve hatta gerekli bir durumdur.


Unutulmamalıdır ki sigorta şirketleri, kar amacı güden özel işletmelerdir. Nihayetinde bu kurumlar, sundukları risk transferi hizmeti karşılığında gelir elde etmek zorundadır. Dolayısıyla, gerçekleşme ihtimali yüksek olan ve büyük kayıplara yol açabilecek riskleri ya tamamen kapsam dışında bırakmak ya da yüksek maliyetle sigortalamak durumunda kalabilirler. Bu durum, özellikle tarım, altyapı, konut ve enerji gibi iklimden doğrudan etkilenen sektörlerde daha belirgin hale gelir. Sigorta şirketlerinin görevi, bu alanlarda hem riskleri doğru fiyatlamak hem de toplumu risk azaltıcı önlemler almaya teşvik eden mekanizmalar sunmaktır.

Tarım sektörü, iklim değişikliğinden en çok etkilenen alanlardan biri olması nedeniyle, sigorta sektörünün özel ilgi göstermesi gereken bir alandır. Tarım sigortaları sadece üreticinin gelirini güvence altına almakla kalmamalı, aynı zamanda neyin, nerede ve nasıl üretileceğine dair karar süreçlerinde yönlendirici olmalıdır. Örneğin, su kıtlığı olan bir bölgede yüksek su tüketen bir ürünün sigortalanması ya çok yüksek primle yapılmalı ya da teşvik edilmemelidir. Bu tür uygulamalar, üreticileri daha sürdürülebilir üretim desenlerine yönlendirme açısından oldukça etkilidir.

Hepimizin anlaması gerekir ki sigorta sektörü; iklim değişikliğine uyumda sadece bir hasar ödeyicisi değil, aynı zamanda bir yön gösterici, risk yöneticisi ve davranış biçimi şekillendirici bir aktör olmalıdır. Doğru yapılandırılmış sigorta sistemleri, hem bireylerin hem de toplumların iklim değişikliğine karşı dayanıklılığını artıracak en önemli araçlardan biridir. Bu nedenle, iklim politikalarının şekillendirilmesinde sigorta sektörünün deneyimi ve analiz gücü mutlaka dikkate alınmalıdır.

Gezegenimizin Sınırları

22 Nisan Dünya Günü yaklaşırken, gezegenimizin karşı karşıya olduğu çevresel sınavlar ve sınavın ötesine geçmenin doğuracağı sonuçları değerlendirmek her zamankinden daha hayati bir önem taşımaktadır. İçinde yaşadığımız gezegen, milyonlarca yıl boyunca kendini dengede tutmayı başarmış bir yaşam sistemine sahiptir. Ancak son yüzyılda insan faaliyetlerinin hızla artması, bu dengeyi tehdit eder hale gelmiştir. Bu bağlamda, "Gezegenin Sınırları" (Planetary Boundaries) kavramı, insan faaliyetlerinin Dünya üzerindeki etkilerini anlamak ve sürdürülebilir bir gelecek için gerekli önlemleri belirlemek açısından kritik bir çerçeve sunmaktadır.

2009 yılında Stockholm Dirençlilik Merkezi'nden Johan Rockström ve ekibi tarafından geliştirilen bu çerçeve, Dünya sisteminin dokuz temel süreci için güvenli sınırlar tanımlar. Bu süreçler arasında iklim değişikliği, biyosfer bütünlüğü (biyolojik çeşitlilik), arazi sistemlerinin değişimi, tatlı su kullanımı, biyokimyasal akışlar (azot ve fosfor döngüleri), okyanus asitlenmesi, atmosferik aerosol yükü, stratosferik ozon seviyesi ve yeni kimyasal varlıkların çevreye girişi yer almaktadır. Bu sınırlar, insanlığın Holosen (son Buzul Çağından sonra) dönemindeki istikrarlı çevresel koşulları sürdürerek gelişmesini sağlayacak bir güvenli yaşama alanını temsil eder. Ancak, bu sınırların aşılması geri dönüşü olmayan çevresel değişikliklere yol açabilir.


2023 yılında yapılan bu çerçevede yapılan bilimsel güncellemeye göre, bu dokuz sınırdan altısı aşılmış durumdadır. İklim değişikliği, biyosfer bütünlüğünün kaybı, arazi sistemlerinin bozulması, biyokimyasal döngülerin aşırı kullanımı, tatlı su rezervlerinin tükenme riski ve yeni kimyasalların çevreye kontrolsüz salımı, küresel çevre sistemlerini ciddi şekilde tehdit etmektedir. Özellikle iklim değişikliği ve biyosfer bütünlüğü, diğer sınırlarla da doğrudan ilişkili olan temel sınırlar olarak kabul edilir. Bu sınırların aşılması, diğer sistemlerin de istikrarını tehdit eder ve tüm gezegenin dirençliliğini zayıflatır.

Bu durum sadece çevresel bir tehdit değil, aynı zamanda sosyal ve ekonomik sistemlerimizi de kökten sarsabilecek bir krizdir. Örneğin, iklim değişikliği, tarım üretimini etkileyerek gıda güvenliğini tehlikeye atarken, su kaynaklarının azalması toplumları içme suyu kriziyle karşı karşıya bırakmaktadır. Artan sıcaklıklar ve değişen yağış rejimleri; kuraklık, orman yangınları ve seller gibi aşırı hava olaylarının sıklığını ve şiddetini arttırmakta, bu da sağlık sistemleri, altyapılar ve ekonomiler üzerinde büyük baskılar yaratmaktadır. Benzer şekilde, biyosfer bütünlüğünün kaybı, ekosistem hizmetlerinin bozulmasına ve biyolojik çeşitliliğin hızla azalmasına neden olurken, bu kayıplar insan sağlığını, tarımı ve hatta psikolojik refahı da doğrudan etkileyebilmektedir.

Bu bağlamda, 22 Nisan Dünya Günü, gezegenimizin sınırlarını aşmamak için bireysel ve kolektif sorumluluklarımızı hatırlamak ve harekete geçmek için önemli bir dönüm noktasıdır. Dünya Günü, çevresel farkındalığı artırmak, doğayla olan ilişkimizi yeniden düşünmek ve daha sürdürülebilir yaşam biçimlerine yönelmek adına bir çağrıdır. Sürdürülebilir üretim ve tüketim alışkanlıkları geliştirmek, yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmek, doğayı koruma çabalarını desteklemek ve çevre dostu politikaları teşvik etmek, bu sınırların içinde kalmamıza yardımcı olacaktır. Bireysel düzeyde alacağımız önlemler—plastik tüketimini azaltmak, su tasarrufu yapmak, enerji verimliliğine dikkat etmek—küçük gibi görünse de küresel etkiler yaratabilir.

Ancak bu sorunların çözümü yalnızca bireysel çabalarla sınırlı kalmamalı; politik, ekonomik ve toplumsal düzeyde köklü dönüşümleri de kapsamalıdır. Hükümetlerin kararlı çevre politikaları üretmesi, iş dünyasının sürdürülebilirlik ilkelerini iş modellerine entegre etmesi ve bilimsel verilerin politika yapım süreçlerine entegre edilmesi, bu sınırların içinde kalmak için kritik önemdedir. Eğitimin bu süreçteki rolü de göz ardı edilmemelidir. Gelecek kuşaklara gezegenin sınırlı kaynaklarını nasıl yöneteceklerini, doğayla uyum içinde yaşamayı ve çevresel sorumluluk bilincini aktarmak, uzun vadeli bir değişimin temelini oluşturacaktır.

Günümüzde gezegenimizin sınırlarını tanımak ve bu sınırlar içinde kalmak, sadece çevresel değil, aynı zamanda sosyal ve ekonomik refahımız için de hayati öneme sahiptir. Gezegenin sınırları, doğanın bize sunduğu hareket alanının sınırlarını temsil eder. Bu sınırların ötesine geçtiğimizde, yalnızca doğayı değil, kendi geleceğimizi de tehlikeye atarız. 22 Nisan Dünya Günü’nü, bu farkındalığı artırmak ve sürdürülebilir bir gelecek için gerekli adımları atmak adına bir başlangıç noktası olarak değerlendirmeliyiz. Hep birlikte, sınırların ötesinde olmayan, sınırların oldukça içinde sağlıklı bir gezegen ve yaşanabilir bir gelecek inşa edebiliriz.

17 Nisan 2025 Perşembe

Türkiye'de Su Kıtlığı Riski

Türkiye, Akdeniz Havzası’nda yer alan bir ülke olarak iklim değişikliğinin etkilerini en şiddetli şekilde hissedecek ülkelerden biridir. Akdeniz Havzası, iklim bilimciler tarafından "iklim değişikliği açısından sıcak nokta" (hotspot) olarak tanımlanmakta, bu da bölgedeki sıcaklık artışlarının ve yağış azalmasının küresel ortalamanın üzerinde gerçekleşeceği anlamına gelmektedir. Türkiye’nin iklimsel ve coğrafi yapısı, su kaynaklarının düzensiz dağılması ve kuraklık eğilimindeki artışla birleştiğinde, ülkenin su kıtlığı riski her geçen yıl daha da ciddi hale gelmektedir. Artık su kıtlığı, uzak bir geleceğin değil, bugünün meselesidir ve bu meseleyi ciddiyetle ele almak zorundayız.

Türkiye’de suyun yaklaşık %74’ü tarım sektöründe kullanılmaktadır. Bu oran, sanayi ve hane halkı kullanımından çok daha yüksektir ve su kıtlığının en doğrudan etkilerinin tarım alanlarında hissedileceği anlamına gelir. Tarımsal üretim, hem iç gıda güvenliği hem de ihracat potansiyeli açısından ülke ekonomisinin temel dayanaklarından biridir. Ancak geleneksel sulama teknikleri, yanlış ürün desenleri ve iklim değişikliği nedeniyle azalan su varlığı, bu temel dayanağı tehdit etmektedir. Bu nedenle su kıtlığıyla mücadelede önceliğin tarımda olması, hem kaynak yönetimi hem de ekonomik sürdürülebilirlik açısından en akılcı yaklaşım olacaktır.

Son yıllarda suya göre tarım politikalarının benimseneceği yetkililer tarafından sıkça dile getirilmektedir. Bu politikalar kâğıt üzerinde önemli bir gelişmeyi ifade etse de, bu politikaların uygulanması açısından yeterli düzeye ulaşıldığı söylenemez. Mevcut uygulamalar genellikle teşvikler ve yönlendirmeler yoluyla yapılmaktadır; çiftçilere az su tüketen ürünler için destek verilmektedir. Ancak bu gönüllülük esaslı yaklaşım, kuraklık tehdidinin büyüklüğü karşısında yetersiz kalmaktadır. Su kaynakları bu denli kritik bir seviyeye gerilemişken, bazı bölgelerde mutlak ekim yasaklarının da gündeme alınması gerekmektedir. Tarımda suyu etkin kullanmayan ürünlerin belirli havzalarda yasaklanması, kısa vadede zorlayıcı olsa da uzun vadede ülke su güvenliği için elzem bir adım olacaktır.

Su krizini sadece miktar üzerinden değil, toprağın niteliği üzerinden de değerlendirmek gerekir. Türkiye'de binlerce yıldır süregelen tarım faaliyetleri, toprağın organik madde içeriğini ciddi şekilde azaltmıştır. Bugün Türkiye topraklarının önemli bir kısmında organik madde oranı %2’nin altındadır. Oysa sağlıklı bir toprağın %5 civarında organik madde içermesi gerekir. Organik madde oranı düşük topraklar suyu tutamaz, bu da hem verimliliği düşürür hem de su kaynaklarının hızla buharlaşarak kaybolmasına neden olur. Bu nedenle, toprağın organik yapısını iyileştirmek, hem verim artışı hem de su yönetimi açısından en stratejik hamlelerden biridir. Organik gübre kullanımı, yeşil gübreleme, nadas uygulamalarının artırılması ve toprak örtüsünün korunması gibi yöntemlerle toprağın su tutma kapasitesi artırılabilir.



Su kıtlığını daha da derinleştiren bir diğer unsur ise nüfus artışıdır. Türkiye’nin nüfusu her yıl artmakta, şehirleşme hızla devam etmektedir. Artan nüfus, içme ve kullanma suyu ihtiyacını artırırken, su kaynakları aynı oranda artmamaktadır. Türkiye, su zengini bir ülke değildir; kişi başına düşen yıllık temiz su miktarı, 1.400-1.500 metreküp arasında değişmekte ve bu da Türkiye’yi su stresi yaşayan ülkeler sınıfına sokmaktadır. Eğer mevcut eğilimler devam ederse, Türkiye 2030’lu yıllarda su fakiri ülke kategorisine gerileyebilir. Bu da sadece tarım değil sanayi, enerji ve sağlık dahil olmak üzere tüm sektörleri etkileyen sistemik bir krize dönüşebilir.

Üstelik, bu tabloya yakın gelecekte gerçekleşmesi muhtemel iklim göçlerini de eklemek gerekir. Özellikle Güney Asya, Orta Doğu ve Afrika’da iklim değişikliğine bağlı olarak yaşanacak su krizleri, milyonlarca insanın göç etmesine yol açabilir. Türkiye, hem coğrafi konumu hem de mevcut göç politikaları nedeniyle bu hareketlilikten doğrudan etkilenecek ülkelerden biridir. Artan nüfus, mevcut kaynaklar üzerindeki baskıyı daha da artıracak ve su yönetimini daha da karmaşık hale getirecektir.

Tüm bu veriler ışığında, Türkiye’nin su kıtlığı riskini yalnızca bir çevre sorunu olarak değil, aynı zamanda bir ekonomik güvenlik, toplumsal istikrar ve hatta ulusal güvenlik meselesi olarak ele alması gerekir. Suyun çok olduğu dönemlerde yapılan plansız uygulamaların bedeli artık daha yüksek ödenmektedir. Bu nedenle, suyu merkeze alan yeni bir kalkınma anlayışı benimsenmeli, tarım politikaları bu çerçevede radikal şekilde yeniden yapılandırılmalıdır. Alınacak her geçici önlem, gelecekte daha büyük maliyetler doğuracaktır. Oysa suyu ve toprağı merkeze alan stratejik bir planlama, Türkiye’yi kuraklık tehdidine karşı daha dirençli hale getirebilir.

Türkiye'nin su kıtlığı riski artık ertelenemez ve görmezden gelinemez bir gerçekliktir. İklim değişikliği, yanlış tarım uygulamaları, düşen toprak kalitesi, artan nüfus ve potansiyel göç baskısı, bu sorunu sadece teknik değil, bütüncül bir yaklaşımla ele almamızı zorunlu kılmaktadır. Kaynaklarımız sınırlı olabilir ama aklımız, vizyonumuz ve planlama gücümüz sınırsızdır. Doğru politikalarla, suyu daha adil, daha verimli ve daha sürdürülebilir şekilde yönetmek mümkündür.


13 Nisan 2025 Pazar

İklim Kanunu

Mecliste görüşülmekte olan İklim Kanun Teklifi hakkında yazmamaya ve konuşmamaya kararlıyım. Bu yazı da kanun tasarısının bir eleştirisi değil. Ama konuya ters açıdan yaklaşan iki grup da tasarıyı eleştiriyorsa konunun arka planını anlatmakta fayda var. Arka plandaki gerçekleri öğrendikten sonra da kavga etmek isterseniz, serbestsiniz, ancak lütfen neyin kavgasını yaptığınızı bilin.

Öncelikle iklim değişiyor. “Yok efendim hep böyleydi” diyenler lütfen Anadolu’daki çiftçilerle bir konuşsun, onlar neyin ne kadar değişmiş olduğunu size anlatırlar. İklim değişikliğinin nedenini de bilim bundan neredeyse 130 sene önce açıkladı. Bu kadar fazla kömür, petrol ve doğal gaz yakarsak çıkan karbondioksit atmosferin ısınmasına yol açar. Bu yazı bunu da anlatmak için değil.

1980’lerin ortasından beri atmosferin ısınmasının kötü olduğunu ve durdurulması gerektiğini kesin biçimde biliyoruz. 1992 yılında tüm devletler toplanarak küresel ısınmanın durdurulması için bir anlaşma imzaladı. Ancak bu anlaşma bugüne kadar fazla bir işe yaramadı, yaramayacak da. Bunun nedeni gayet basit. Küresel ısınmayı durdurmak için kömür, petrol ve doğal gaz yakmayı sona erdirmemiz gerekiyor. Gelişmiş ve zengin ülkeler maddi kaynaklarının verdiği güvenle güneş ve rüzgar enerjisinden elektrik üretmeye ve bu elektrikle tüm ekonomilerini sürdürmeye daha yakınlar. O nedenle de gelişmekte olan ülkelere dönüp “büyük bir felakete doğru gidiyoruz, hep birlikte kömür, petrol ve doğal gaz yakmayı bırakalım” diyorlar. Gelişmekte olan ülkelerin buna cevabı da “siz iki yüzyıldır bunları yakarak geliştiniz, şimdi sıra bize geldiğinde yakmayın diyorsunuz, siz önce elinizi taşın altına koyup ciddi azaltımlar yapın, biz arkadan geliriz” oluyor. Bu iki görüş de birleşemediği için yapılacak herhangi bir anlaşma işe yarayamaz.

Bu iki görüşün uzlaşamayacağı 2014 yılında Lima’daki Taraflar Konferansı’nda anlaşıldığı için Çin’in iklim temsilcisi Xie Zhenhua başka bir fikir attı ortaya. Basitçe anlatırsak, “tüm ülkeler 2030 yılına kadar iklim değişikliğini durdurmak için ne yapmayı düşünüyorlarsa onu yapsınlar” denildi. Yani kimsenin kimseye bir şeyi zorladığı yoktu, tüm ülkeler neler yapmak istediklerini Birleşmiş Milletler’e bildirdiler ve Aralık 2015’te bu yapmak istedikleri üzerinden Paris Anlaşması kabul edildi. Mesela Paris Anlaşması’na göre ülkemiz karbondioksit (sera gazı) salımını 2030 yılında 2015 yılına göre 2,5 kat artırmayı önerdi. Dikkat edin, azaltım demiyorum, 2,5 kat artış ve eğer dış finansman sağlanacak olursa bundan %21 azaltım yapabileceğimizi söyledik. Bu bile net 2 kat artışa denk geliyor. 2022 yılında ise bu azaltım oranını %41’e yükselttik, yani 2015’e oranla 1,6 kat daha fazla salacağımızı beyan ettik. Paris Anlaşması işte bu. Bu olayların arasında 2015-2023 arasında sera gazı salımlarımızı 1,33 kat artırdık. Neredeyse Paris Anlaşması hiç yokmuş gibi davransak ülke olarak ne yapacaksak, aşağı yukarı onu yapıyoruz gibi bir duruma karşılık geliyor bu.

Kolayca anlaşılacağı üzere, Paris Anlaşması’nın bizim ülkemiz üzerinde fazla bir etkisi yok, olmaz da. Çünkü biz asla azaltım taahhüdü vermedik, tersine “kömür, petrol ve doğal gaz yakmayı artırarak sürdüreceğiz” dediğimizde diğer ülkeler “peki” dediler. Bunu demelerinin en önemli nedeni çoğu ülkenin de aslında ya zayıf sözler vermesi ya da verdiği sözleri tutma niyeti olmamasıydı.

Son bir seneye kadar bunun istisnası Avrupa Birliği idi. Avrupa Birliği sera gazı azaltımı için ciddi hedefler koydu ve kendisiyle ticaret yapanların da benzer hedeflere sahip olmasını şart koştu. AB hedeflerine ulaşmak için sanayi sektörlerindeki sera gazı salımlarını azaltmaya öncelik verdi. Bu yapmak için de bir sera gazı borsası kurdu. Bunu karbon piyasası olarak da biliyorsunuz. Bu piyasanın nasıl çalıştığı uzunca başka bir yazının konusu olur ama kısaca, devlet azaltım hedefleri uyarınca şirketler dönüp “sizler de şu kadar azaltmalısınız” diyor ve şirketler bu hedeflere uymak için azaltım yapıyorlar. Eğer o kadar azaltmayı başaramazlarsa daha fazla azaltmayı başaran şirketlerle aradaki farkın ticaretini yapıyorlar, karbon borsası temelde bu anlama geliyor.

Şimdi gelelim bizim İklim Kanun Tasarısı’na. İhracatımızın yarıya yakınını AB’ye yaptığımız için bizim de bir karbon borsamız olması gerekiyor. Ancak bu borsayı kurmak için de bir yasaya ihtiyaç var. Ayrıca 2022’de Birleşmiş Milletler’e bir iklim kanunu da çıkartacağımızı söyledik. O zaman bir taşla iki kuş vurmak için Karbon Ticareti Yasası’nın adını İklim Kanunu olarak değiştirip meclise getirdik.

Şu anda mecliste görüşülen ve büyük ihtimalle değişikliğe uğramadan kanunlaşacak tasarı bu. Azaltım hedefi olmayan ülkemizin “eğer azaltım yapmayı düşünseydik bunu şirketlere nasıl uygulatırdık” düşüncesinin kanun tasarısına dönüşmüş hali sadece.



Peki ben bu yazıyı neden yazdım? Çünkü bana gönderilen bir iletide “İklim Kanunu adı altında evinize, arabanıza, banka hesaplarınıza, çocuklarınıza, gıdanıza, içme suyunuza el koyulacak, balkonda saksıda çiçek yetiştirmek bile yasaklanacak” diye bir saçmalık vardı ve anlaşıldığı kadarıyla bu saçmalığa inanan çok kişi var. İklim kanun tasarısı bunlardan hiçbiri ile ilgili değil. Kimse sizin balkonunuzda saksıda yetiştirdiğiniz güllerle ilgilenmiyor, merak etmeyin. Kimse sizin evinize, arabanıza ve banka hesaplarınıza da bu kanuna dayanarak el koymayacak. Lütfen böyle garip şeylere inanmayın.

Dikkat ederseniz şimdiye kadar İklim Kanun Tasarısı konusunda yorum yapmadım, yapmak da istemiyorum çünkü bu kişilerin korktuğu türden bir kanun tasarısı değil. Bu bir Karbon Ticareti Kanun Tasarısı ve bu tasarıya da öyle bakmak lazım. Karbon ticareti ile ilgileniyorsanız, bu kanun sizi yakından ilgilendiriyor, ama benim gibi normal vatandaşsanız, bu kanunun bizi ilgilendiren bir yanı yok.


3 Mart 2025 Pazartesi

Değişmek Zorundayız

Uzun süre önce ABD’de doktora yapıyordum. Elimdeki para kısıtlı olduğu için haftada sadece 5-10 dakika telefonla Türkiye ile konuşabiliyordum. Benim yaşımda aynı adımlardan geçen dostlar da benzer şeyler söylüyorlar hep. Bugünkü dünyanın elektronik bağlantıları o zaman olsa hayat belki de çok daha kolay olurdu. Belki de dört senede biten doktora sekiz seneye uzardı, bilinmez ama en azından geride bıraktıklarımıza olan hasret azalırdı.

Bugün aynı durumdaki gençler bizim yaşadığımız hasreti o yoğunlukla yaşamıyorlar. Los Angeles yangınları sırasında orada yaşayan dostlara Whatsapp üzerinden yazıp beş dakika sonra “iyiyiz” cevabını almak insanın hayata bakışını bile değiştirebiliyor.

Demem o ki artık dünya değişti, korkunç bir hızla da değişmeye devam ediyor. Geliştirilen teknoloji bizim yaşama ve iş yapma biçimlerimizi kökten değiştiriyor ama bizler gene de bu değişime karşı direnmeye çalışıyoruz, en azından çoğu alanda. Örnek mi?

Özellikle COVID19 sırasında iş hayatının önemli bir kısmının bilgisayar başında ve ofis dışında yapılabileceğini gördük. Bazı alanlarda bu tür uzaktan çalışma hem performansı hem de gelirleri artırdı. Buna rağmen şirketler çalışanları gittikçe artan oranlarda ofise geri çağırmaya başladı. Burada patron psikolojisine girmek istemiyorum, eminim o konuyu benden çok daha güzel irdeleyenler vardır. Ama benim oturduğum koltuktan, yani her şeyin sürdürülebilirlik ve çevre açısından görüldüğü yerden, anlaşıldığı kadarıyla uzaktan çalıştığında da aynı işi yapan insanları İstanbul gibi büyük şehirlerde ofise gelmeye zorlamak sürdürülebilir bir davranış ve iş yapma biçimi değildir. Neden mi?

Bu soruyu cevaplamaya başlamadan önce içinizden “adam üniversitede profesör, ne anlar iş hayatından?” sorusu geçecektir. İş hayatında 37 senemi doldurdum. Bu süre içerisinde gerek akademik, gerek araştırma, gerekse de şirketlerde aynı anda bazen iki bazen de üç iş yaptığım oldu. Burada gördüğüm en temel gerçek, bazı istisnalar hariç kişilerin vakitlerinin önemli bir kısmını iş dışındaki şeylerle geçirdiği idi. Elbette burada ağırlıklı olarak beyaz yaka dediğimiz gruptan bahsediyorum. Ben üç saat içinde tüm günün işini bitirmeye çalışırken çevremdekiler vakitlerinin önemli kısmını çay-kahve-sigara üçgeninde ya da alışveriş sitelerinde geçirdiler. Demem o ki, özellikle beyaz yaka çalışanlar vakitlerini çok verimli kullanmıyorlar. Bir de buna ortalama günde iki saat geliş-gidiş trafiği eklendiğinde çalışanın zaman verimi oldukça düşüyor. Dolayısıyla günde 10-12 saat aralığında işe zaman ayırmamıza rağmen bunun belki 5-6 saatini verimli kullanıyoruz. O zaman bırakın insanları istedikleri yerde bu 5-6 saati geçirsinler. Niye mi?

Zaten çoğumuz performans temelli çalışıyoruz. Yani günün sonunda yapılması gereken işler yapılmayacak olursa bu bizim hanemize eksi olarak yazılıyor ve bu eksinin de ileride bir sonucu oluyor. Önemli olan herhangi bir çalışanın ürettiği katma değer ise, o çalışanın nerede çalıştığı ikincil olmalıdır.

Sonra, bu “sürdürülebilir” şirketler çalışanlara “hibrit” veya “elektrikli” otomobiller vererek sürdürülebilir olduklarını düşünüyorlar ya da en azından “sürdürülebilirlik” raporlarına bunu yazıyorlar. Sevgili dostlar, sürdürülebilirlik bu değildir. O araçları üretmek için ne kadar gereksiz kaynak tüketildiğinden, o araçların elektrikli bile olsa yakıtlarını üretmek için ne kadar sera gazı salındığından bahsediyor olursak korkunç bir ayakizi çıkıyor ortaya. Sürdürülebilirlik iş dünyası için, bir bağlamda, uzun vadede, en az çevresel ve sosyal ayakizi üretirken en yüksek katma değeri sağlamak olarak da tanımlanabilir. İş dünyamız da mutlaka çok uzak olmayan bir gelecekte daha mutlu çalışanların daha üretken çalışanlar olduğunu ve bunu sürdürmenin üretilen katma değere de yansıdığını görecektir. Boşu boşuna kiralanan, ısıtılan, soğutulan, döşenen ve aydınlatılan büyük binaların yeryüzüne verdiği zarardan bahsetmiyoruz bile.

Artık başka bir dünyada yaşıyoruz ama hepimizin bu dünyaya alıştığını söyleyemeyiz. Ancak değişmek zorunda olduğumuz bir gerçek. Çünkü bu dünyanın iyi bir yönde ilerlemediğini hepimiz içten içe hissediyoruz. Çözüm var mı? Elbette var, ama bu çözüm başkalarının değişmesini beklemekle değil, öncelikle kendi yaşamımızı ve iş yapış biçimlerimizi değiştirmekle başlıyor.