3 Mart 2025 Pazartesi

Değişmek Zorundayız

Uzun süre önce ABD’de doktora yapıyordum. Elimdeki para kısıtlı olduğu için haftada sadece 5-10 dakika telefonla Türkiye ile konuşabiliyordum. Benim yaşımda aynı adımlardan geçen dostlar da benzer şeyler söylüyorlar hep. Bugünkü dünyanın elektronik bağlantıları o zaman olsa hayat belki de çok daha kolay olurdu. Belki de dört senede biten doktora sekiz seneye uzardı, bilinmez ama en azından geride bıraktıklarımıza olan hasret azalırdı.

Bugün aynı durumdaki gençler bizim yaşadığımız hasreti o yoğunlukla yaşamıyorlar. Los Angeles yangınları sırasında orada yaşayan dostlara Whatsapp üzerinden yazıp beş dakika sonra “iyiyiz” cevabını almak insanın hayata bakışını bile değiştirebiliyor.

Demem o ki artık dünya değişti, korkunç bir hızla da değişmeye devam ediyor. Geliştirilen teknoloji bizim yaşama ve iş yapma biçimlerimizi kökten değiştiriyor ama bizler gene de bu değişime karşı direnmeye çalışıyoruz, en azından çoğu alanda. Örnek mi?

Özellikle COVID19 sırasında iş hayatının önemli bir kısmının bilgisayar başında ve ofis dışında yapılabileceğini gördük. Bazı alanlarda bu tür uzaktan çalışma hem performansı hem de gelirleri artırdı. Buna rağmen şirketler çalışanları gittikçe artan oranlarda ofise geri çağırmaya başladı. Burada patron psikolojisine girmek istemiyorum, eminim o konuyu benden çok daha güzel irdeleyenler vardır. Ama benim oturduğum koltuktan, yani her şeyin sürdürülebilirlik ve çevre açısından görüldüğü yerden, anlaşıldığı kadarıyla uzaktan çalıştığında da aynı işi yapan insanları İstanbul gibi büyük şehirlerde ofise gelmeye zorlamak sürdürülebilir bir davranış ve iş yapma biçimi değildir. Neden mi?

Bu soruyu cevaplamaya başlamadan önce içinizden “adam üniversitede profesör, ne anlar iş hayatından?” sorusu geçecektir. İş hayatında 37 senemi doldurdum. Bu süre içerisinde gerek akademik, gerek araştırma, gerekse de şirketlerde aynı anda bazen iki bazen de üç iş yaptığım oldu. Burada gördüğüm en temel gerçek, bazı istisnalar hariç kişilerin vakitlerinin önemli bir kısmını iş dışındaki şeylerle geçirdiği idi. Elbette burada ağırlıklı olarak beyaz yaka dediğimiz gruptan bahsediyorum. Ben üç saat içinde tüm günün işini bitirmeye çalışırken çevremdekiler vakitlerinin önemli kısmını çay-kahve-sigara üçgeninde ya da alışveriş sitelerinde geçirdiler. Demem o ki, özellikle beyaz yaka çalışanlar vakitlerini çok verimli kullanmıyorlar. Bir de buna ortalama günde iki saat geliş-gidiş trafiği eklendiğinde çalışanın zaman verimi oldukça düşüyor. Dolayısıyla günde 10-12 saat aralığında işe zaman ayırmamıza rağmen bunun belki 5-6 saatini verimli kullanıyoruz. O zaman bırakın insanları istedikleri yerde bu 5-6 saati geçirsinler. Niye mi?

Zaten çoğumuz performans temelli çalışıyoruz. Yani günün sonunda yapılması gereken işler yapılmayacak olursa bu bizim hanemize eksi olarak yazılıyor ve bu eksinin de ileride bir sonucu oluyor. Önemli olan herhangi bir çalışanın ürettiği katma değer ise, o çalışanın nerede çalıştığı ikincil olmalıdır.

Sonra, bu “sürdürülebilir” şirketler çalışanlara “hibrit” veya “elektrikli” otomobiller vererek sürdürülebilir olduklarını düşünüyorlar ya da en azından “sürdürülebilirlik” raporlarına bunu yazıyorlar. Sevgili dostlar, sürdürülebilirlik bu değildir. O araçları üretmek için ne kadar gereksiz kaynak tüketildiğinden, o araçların elektrikli bile olsa yakıtlarını üretmek için ne kadar sera gazı salındığından bahsediyor olursak korkunç bir ayakizi çıkıyor ortaya. Sürdürülebilirlik iş dünyası için, bir bağlamda, uzun vadede, en az çevresel ve sosyal ayakizi üretirken en yüksek katma değeri sağlamak olarak da tanımlanabilir. İş dünyamız da mutlaka çok uzak olmayan bir gelecekte daha mutlu çalışanların daha üretken çalışanlar olduğunu ve bunu sürdürmenin üretilen katma değere de yansıdığını görecektir. Boşu boşuna kiralanan, ısıtılan, soğutulan, döşenen ve aydınlatılan büyük binaların yeryüzüne verdiği zarardan bahsetmiyoruz bile.

Artık başka bir dünyada yaşıyoruz ama hepimizin bu dünyaya alıştığını söyleyemeyiz. Ancak değişmek zorunda olduğumuz bir gerçek. Çünkü bu dünyanın iyi bir yönde ilerlemediğini hepimiz içten içe hissediyoruz. Çözüm var mı? Elbette var, ama bu çözüm başkalarının değişmesini beklemekle değil, öncelikle kendi yaşamımızı ve iş yapış biçimlerimizi değiştirmekle başlıyor.

26 Ocak 2025 Pazar

Los Angeles'da Neler Oldu?

2025 Ocak ayının başından itibaren Los Angeles’da; ülkemizde İstanbul, Ankara ve İzmir dışındaki büyük şehirlerimizin alanı büyüklüğünde bir bölge yandı. Bu yangınlar sonucunda meydana gelen maddi hasarın en az 250 milyar dolar civarında olduğu düşünülüyor. Neyse ki bu kadar büyük bir alanın yanmasına rağmen can kaybı çok fazla değil. Peki, bu yangınlar neden çıktı?

Her çıkan yangında kafamızda bir soru işareti oluyor: “Bu yangını birileri mi çıkarttı?” Modern bilimin temeli 14. yüzyılda yaşamış Ochamlı William adında bir İngiliz filozofa dayanıyor diyebiliriz. Ockhamlı William çok temel bir prensibi ilk defa ortaya koymuş: Bir olayı tüm yönleriyle açıklamak için gereken en basit çözüm bilimsel olarak seçmeniz gereken çözümdür. Sosyal medya kullanımının artmasıyla birlikte komplo teorilerinde de ciddi bir artış gözleniyor. Ne yazık ki çoğu kişi Ockhamlı William’ı tanımadığı için bu basit prensibi de göz ardı ediyor. Yani, Los Angeles’a 1 Ekim 2024 ile 7 Ocak 2025 arasında hiç yağmur düşmezse, insanların günlük yaşamlarında normal olarak yaptıkları yanlışlar şehrin önemli kısmının yanmasına yol açabilir. Kışın yakılan bir şömineden çevreye saçılan bir kıvılcım, dikkatsiz birinin arabanın camından sönmemiş sigara izmaritini dışarı atması ve buna benzer nice hata bu yangınların çıkmasına neden olmuş olabilir. Ha, bu yangınları kötü niyetli biri de çıkartmış olabilir, ama ilk iki ihtimal çok daha olası duruyor bana.

Bu kadar kuru bir ortam yetmezmiş gibi bir de hızı zaman zaman saatte 120-130 kilometreyi bulan rüzgar, yanan alanlardan kıvılcımları oldukça uzak mesafelere taşıdı. Yangının bu derece hızlı yayılması da itfaiyelerin çaresiz kalmasına yol açtı. İtfaiye servislerini diğer işlerden ayıran önemli bir fark var: Bir doktora, bir öğretmene ya da bir polis memuruna her an ihtiyacımız varken itfaiyecilere sadece yangın olduğu zaman ihtiyacımız oluyor. Aynı anda olmasını beklediğimiz yangın sayısı ve bu yangınların oluştuğu alanlar da sınırlı olduğundan milyonlarca itfaiyeci boş oturup yangın çıkmasını beklemiyor. Bu tamamen ihtiyaçlarla belirlenen bir durum, normal şartlar altında bir bölgeye beş itfaiye aracı ve yüz itfaiyeci yeterken bunun on katını istihdam etmenin maddi bir karşılığı bulunmuyor. Ancak çıkan yangın beş değil beş yüz araç ve yüz değil on bin itfaiyeci gerektirdiğinde şehir böylesine çaresiz kalıp çevre illerden yardım istemek zorunda oluyor. Buradan bakıldığında San Fransisco - Los Angeles - San Diego çizgisi Tekirdağ - İstanbul - İzmit gibi görünse de aralarındaki mesafe 800 kilometreden fazla. Yani, yardım istediğinizde size ulaşacak yardım saatlerce uzakta. Yangınlara da ya o anda müdahale edersiniz ya da çok geç kalırsınız. Bu nedenle “koca ABD nasıl çaresiz kaldı!” diye düşünmeyin, koca ABD coğrafi açıdan da “koca” olduğu için çaresiz değil geç kaldı müdahale etmekte. Yangınlar da bir kez çıkıp geniş alana yayılırsa, artık doğanın bu gücü karşısında yapabileceğiniz fazla bir şey kalmaz.

Üstüne bir de Los Angeles’ın yapı stoğu var. O bölge aynı bizim Marmara Bölgesi gibi devamlı sallanan bir deprem kuşağında olduğu için insanlar yangınla deprem arasında bir seçim yaparak depremi daha acil sorun olarak belirlemişler. Bunun sonucu olarak da evlerini az katlı ve hafif malzemelerden üretmişler. Bu evler de betonarme olmadıkları için depremden az zarar görmüş ama gelen yangında da çıra gibi yanmışlar. Ayrıca hep gördüğümüz bahçeler de bu yangına malzeme sağlamış.

Peki bu 250 milyar zararı kim ödeyecek? Bu sorunun cevabı basit: Hepimiz ödeyeceğiz. Bu hasarın önemli kısmı sigortalı, yani sigorta şirketleri bu hasarın ciddi kısmını karşılayacaklar. Sonra bu karşıladıkları kısma düşen bir bedeli kendi reasürans şirketlerinden alacaklar. Seneye ben İstanbul’da evimi sigortalamak istediğimde benim çalıştığım sigorta şirketi reasürans bedelleri arttığı için benden daha fazla para isteyecek aynı sigorta koşulları için. Ama olsun, sigortanın anlamı bu zaten, olası hasarları çok geniş bir gruba dağıtmak. Yalnız bunun için iki koşul gerekiyor: Birincisi herkesin varlıklarını riskleri görerek gerçek bedelinden sigortalatması ve ikincisi, herkesin sigorta şemsiyesi altına girmesi. Ülkemizde ise bunun ikisi de olmadığı için felaketler sonrası hep aynı şeyi konuşuyoruz: “Nerede devlet?” Devlet siz kendinizi makul biçimde koruduktan sonra oluşacak yaraları sarmak için var. Ama ülkemizdeki düşük sigortalılık oranı ve devletin çoğu hasarı kendi bütçesinden karşılaması sigorta yaptıranların hem yüksek prim ödemelerine hem de sonunda kendilerini aptal gibi hissetmelerine yol açıyor. Ülkemize de gelebilecek yangınları ve gelmekte olan İstanbul depremini düşünerek daha akıllıca adımlar atmak zorundayız. Los Angeles yangını bizlere bir ders olsun.

9 Ocak 2025 Perşembe

Enerji Çözümleri

Tarım ve sağlıkla beraber vazgeçilmez diyebileceğimiz en önemli üç teknolojiden biri enerji üretimidir. Özellikle gittikçe daha fazla bilgisayar teknolojilerine dayanmaya başlayan günümüzde enerji üretim teknolojileri belki de bir adım öne geçmiştir. Ne yazık ki uygarlığımızı üzerine bina ettiğimiz enerji üretimi belki de uygarlığımızın sonunu getirecek yönde ilerliyor çünkü bir yandan enerji üretmeye çabalarken diğer yandan da doğaya oldukça büyük zarar veriyoruz.

Doğaya hiç zarar vermeden enerji üretebilmek mümkün mü? Hayır. Eğer bir mağarada yaşamıyorsak ve tükettiğimiz enerji ağaçların kopan dalları değilse ürettiğimiz her enerji mutlaka doğada bir değişikliğe neden olacaktır. O nedenle de her zaman en sürdürülebilir ve doğaya zarar vermeyen enerji türü tüketmediğimiz enerjidir diyoruz. Yani, daha az tüketim ve artan enerji verimliliği bizim ve gezegenin sürdürülebilirliği açısından en başta gelen çözümdür.

Ama günümüzün dünyasında 8 milyarı buna ikna etmemize imkan yok. O nedenle de ikinci en iyi çözüme doğru gitmek zorundayız. Her ne kadar “ikinci en iyi çözüm” desek de başta söylediğim gibi, bir mağarada yaşamadığımız müddetçe mutlaka bir zararımız olacaktır. Bilim insanları olarak bizim görevimiz bu değişik enerji üretim sistemleri arasından en az zararlı olanını belirlemektir. Bugün için en iyi ikinci rüzgar ve güneş kullanarak elektrik enerjisi elde etmektir. Hidroelektrik üretimi doğru yapıldığı müddetçe bir sonraki çözümdür. Ancak ülkemiz gibi su kaynakları gittikçe kısıtlanan bölgelerde hidroelektriğe güvenerek planlama yapmak sürdürülebilir değildir. Nükleer bunun ardından gelir, doğal gaz ve kömürden enerji elde etmek de en son ihtimaldir. Hatta eğer gezegenimizin sürdürülebilirliğinden söz ediyorsak kömürü bir enerji kaynağı olarak kullanmaya derhal son vermemiz gereklidir.

En iyi ikinciler olarak nitelediğimiz güneş ve rüzgarın da kullanıma göre artıları ve eksileri vardır. Ülkemiz açısından bakıldığında güneş enerjisi neredeyse her bölgede kullanılabilir ve nispeten ucuzdur. Yani çoğumuz çatımıza bir güneş enerjisi sistemi kurarak en azından sıcak su ve biraz daha fazla yatırımla elektrik enerjisi üretebiliriz. Ancak bu noktada çoğumuz konunun “yatırımı çıkartma” kısmına takılıyoruz. Haklısınız, herkes cebini düşünecek. Benim söylediklerim ise daha çok neyin mümkün olduğunu anlatmaya yönelik. Yatırdığınız parayı üç senede değil de on senede çıkartmayı göze alırsanız kendi enerjinizi bu şekilde üretebilmeniz mümkün. Elbette bunun için en iyi enerji olan tasarrufu ön plana çıkartmak gerekli.

Rüzgar ise bu denli kolay elektrik üretmiyor. O koca pervanelerin döndüğü direkleri dikmek ve o pervaneleri yerleştirmek oldukça zor bir iş. Dolayısıyla, bahçenize bir rüzgar tribünü dikmeniz o denli kolay ve ucuz değil. Ayrıca, bu büyük pervaneler oldukça nazlılar, fazla ve az rüzgarda çalışmıyorlar, oysa hava bulutlu da olsa az miktarda güneş enerjisi üretmeniz mümkün. Rüzgarın güneşe karşı bir avantajı ise geceleri de esmesi. Bir de teknik olarak rüzgar santralleri güneş santrallerinin yaklaşık iki katı ömre sahip. 

Rüzgar santralleri de güneş santralleri de yapımı sırasında doğaya zarar veriyor. Ancak bu noktada bilim insanlarının yaptığı yaşam döngü analizlerine değer vermemiz gerekiyor. Yani 1MWh enerji üretmek için kullanacağımız çeşitli enerji kaynaklarının doğaya verdiği tüm hasar ne kadardır? Bu sorunun cevabı size yukarıda verdiğim sıralamayı getiriyor. Kömürü hemen kullanmaktan vazgeçmek zorundayız, doğal gaz ise oldukça hızlı hayatımızdan çıkartmamız gereken bir yakıt.

Ama bu sefer de karşımıza süreklilik sorunu çıkıyor. Kömürlü termik santraller doğaya çok zarar veriyor fakat 24 saat elektrik üretmemiz mümkün. Oysa güneş sadece gündüzleri, rüzgar ise sadece estiği sürece var. O zaman da bataryayla güneş ve rüzgarı depolamamız gerekiyor. Bu da hem çevreye verilen zararı hem de maliyeti artırıyor. Başka bir çözüm gerçekten mi yok?

Aslında var ama insanlığın gelecek için ortak çalışmasını gerektiriyor. Dünyanın bir noktasında herhangi bir anda güneş mutlaka var, bir yerlerde de rüzgar devamlı esiyor. Enerji hatlarını sadece ülke içinde ya da yakın ülkeler arasındaki yapılar olarak görmeyi bırakıp küresel düşünsek gece Grönland’daki rüzgardan üretilen elektrik ABD’ye yeter de artar bile. Gobi Çölü’ndeki güneş enerjisi üretimi Avrupa’yı güneş doğana kadar besleyebilir. İletimden kaynaklanan enerji kayıpları mı? CERN’e Avrupa senelerdir sadece Higgs bozonunu bulsun diye mi para akıtıyor sizce? Orada kullanılan süperiletken kablolar günü geldiğinde enerji sistemlerimizi de çalıştırmayacak mı?

Çözümler var, hem de çok. Pahalı olduklarını da çok düşünmeyin. Bu çözümler hem ucuzluyor hem de yaygınlaşıyor. Sadece dünya devletleri henüz sürdürülebilirlik ve doğa için değil zenginler ve savaş için para harcıyor. Parayı doğru alana aktaracak olsak çözülmeyecek sorun yok yeryüzünde. Yeter ki biz isteyelim.

1 Ocak 2025 Çarşamba

2024'ü kapatırken...

2023 biterken “2024 bu kadar sıcak olmayacak büyük ihtimalle” demiştik, demiştim. 2023 bir El Niño senesiydi. Bu nedenle de “son 125 bin yılda yaşadığımız en sıcak sene oldu” diye bir mantık yürüttük. 2024’ün ilk aylarında El Niño sona ererek yerini La Niña’ya bırakacaktı. Buna dayanarak da 2024’ün daha serin geçeceği beklentisini ortaya koyduk. Düşünüldüğü gibi 2024’ün ilk aylarında El Niño bitti ama uzun süre normal koşullarda devam ettik. Yılın sonuna gelindiğinde henüz ciddi bir La Niña başlamış değil. Ama “en azından El Niño bitti, biraz daha serinlemiş olmamız gerekmez mi?” diye sorarsanız, haklısınız. 2024; 2023 yılına göre biraz daha serin olmalıydı ama 2024 2023 yılından da sıcak oldu. Nedenini bilim insanları da bilmiyorlar ve bilmiyor olmamız gelecek açısından hiç de iyiye alamet değil. Tam tersine 2024 beklenmedik biçimde serinlemiş olsaydı “bilmiyoruz ama en azından bize faydası olacak bir olgu” düşüncesinin ardına saklanabilirdik. Şimdi, durum beklediğimizden daha hızlı kötüye gidiyor ve neden olduğunu da bilmiyoruz.

Çok moral bozucu olduğunun farkındayım, ama kısaca size bunun neden olabileceğini anlatmak istiyorum. İklim bilimciler her ne kadar iklimin ne yöne doğru gideceğini tahmin edebilseler de aslında kesinlikle emin olduğumuz bilgi toplamı bundan 128 sene önce Svante Arrhenius’un ortaya koyduğu sonuçların çok da ötesine geçebilmiş değil. Yani, Arrhenius “atmosferdeki karbondioksit oranı iki katına çıkarsa yeryüzü yaklaşık 5℃ ısınır.” demişti. Biz de hala aynısını söylüyoruz. Sadece, yeryüzünün ortalamasının yanında oldukça yüksek alansal çözünürlükle nerelerde daha fazla ısınacağını ve nerelerde daha az yağış olacağını öngörebiliyoruz. Ancak yeryüzü çok karmaşık bir sistem ve bu sistemi henüz tamamıyla anlamış değiliz. Özellikle de çeşitli alt sistemlerin etkileşimini. Mesela Kuzey Buz Denizi’ndeki buzların erimesinin Sibirya’daki tundrayı nasıl etkileyeceğini anlamaya çalışıyoruz. Amazon ormanlarının yakılmasının o bölgede yağış rejimini nasıl değiştireceğini ve bu değişikliğin kuraklıkla beraber nasıl daha fazla orman kaybına yol açacağını daha yeni öğrenmeye başlıyoruz. Ne yazık ki bilmediğimiz bu türlü geri beslemeler yeryüzünü dengeye geri getiren olgular değil ve bunların etkilerini yeni yeni iklim modellerine katıyoruz. Kattıkça da gelecek resmi gittikçe daha kötüleşiyor.

Geçtiğimiz yaz Libya’da bir Akdeniz Kasırgası on binden fazla kişinin ölümüne yol açmıştı. Aynı büyüklükte olmasa da Akdeniz kaynaklı bir fırtına Valensiya’da korkunç bir sel felaketine ve iki yüzden fazla insanın hayatını kaybetmesine neden oldu. ABD’nin Florida eyaleti ve doğu kıyıları üst üste iki büyük kasırga ile karşılaştı. Hatta bu kasırgalardan biri kıyıyı izleyerek kuzeye ve iç bölgelere yönelerek hiç alışılmadık bölgelerde hiç alışılmadık büyüklükte bir hasar oluşturdu. Eminim gelecek sene de ben ya da bir başkası bu yazıyı kaleme alacak olsa başka yerlerde oluşan felaketleri anlatacak. Ama bir noktayı artık kabullenmemiz gerekiyor: Yeryüzünün çalışma sistemini fena bozuyoruz ve bu başımıza oldukça fazla sorun açacak.

Peki, bu sorunlar başımıza gelmesin diye bu sene neler yaptık? Sene sonuna doğru dört önemli toplantı gerçekleşti. 1992 Rio Zirvesi’nde karar verilen üç anlaşmanın (İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (Bakü’de), Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi (Cali’de) ve Çölleşme ile Mücadele Sözleşmesi (Riyad’da)) Taraflar Konferansları peşi sıra yapıldı. Üç toplantıda da önemli konu finanstı. Neler yapılması gerektiği konusunda taraflar arasında ciddi bir görüş ayrılığı yok ama  yapılması gerekli şeyler için paranın kimin cebinden çıkacağı konusunda kimse elini cebine atmadığı için gerçekçi adımlar atılamadı. Bir de bunlardan bağımsız olarak Plastik Kirliliği ile Mücadele Toplantısı da Busan’da yapıldı ama onun sonucu da diğer üç toplantıdan farklı değildi: “Yapılması gerekenleri biliyoruz, ama elimizi cebimize atmak istemiyoruz.” 

Seneyi kapatırken neden umutsuzuz? Çünkü artık devletlerin bu konularda anlamlı bir adım atabileceklerine dair umudumuz kalmadı. Neden Yuvam Dünya önemli? Çünkü artık iş başa düşüyor. “Birileri bir şeyler yapmalı ve eminim yapacaklardır!” demenin vakti geçti. Artık “bir şeyler yapmalıyım, o gün artık bugündür!” demenin vakti. Bu sorunları devletlerin çözmeyeceğini anladık, çözümler yaratmak ve bu çözümleri dayatmak için birlikte hareket edeceğimiz bir sene olsun 2025.