4 Kasım 2025 Salı

COP30: Belem’de Umut Yerine Gerçeklerle Yüzleşmek

Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin (UNFCCC) imzalandığı 1992 Rio Zirvesi’nden bu yana otuz üç yıl geçti. O yıl doğan bir çocuk bugün orta yaşa yaklaştı, ama dünya hâlâ aynı tartışmaları yapıyor: Salımlar nasıl azaltılacak, gelişmiş ülkeler ne kadar sorumluluk alacak, finansman yükü kim tarafından taşınacak? 

Bu sorular her yıl yineleniyor; cevaplar ise değişmiyor. Üstelik zaman da daralıyor. 1992’den bugüne geçen her yılda küresel sera gazı salımları artmaya devam etti. 2024 itibarıyla atmosferdeki karbondioksit yoğunluğu, Sanayi Devrimi öncesine göre %50’yi aştı. Dünya, Paris Anlaşması’nda vaat edilen 1,5°C sınırını en geç önümüzdeki beş yıl içinde kalıcı biçimde aşacak.

Tüm bunlar olurken, 2025’te düzenlenecek COP30 toplantısı Amazon’un kapısı sayılan Belem’de yapılacak. Amazon Havzası, gezegenin karbon dengesinin kalbi olarak tanımlanır; ama artık bu kalp bile ritmini kaybediyor. Bu nedenle, Belem’de toplanacak olan COP30’a yönelik beklentim artık umut değil, yalnızca gerçeklerle yüzleşme. Çünkü otuz yılı aşkın deneyim bize şunu açıkça gösteriyor: Bu toplantıların biçimi değişmedikçe, sonuçları da değişmeyecek.

UNFCCC’nin kuruluş hedefi, atmosferdeki sera gazı yoğunluğunu “tehlikeli iklim değişikliğini önleyecek bir düzeyde” sabitlemekti. Ancak geçen otuz yılda bu hedefe yaklaşmak bir yana, gezegen o “tehlikeli” eşiğin çok ötesine geçti.

Her yıl yapılan toplantılar, hazırlanan metinler ve verilen sözler kağıt üzerinde bir ilerleme
izlenimi yaratıyor. Fakat veriler tam tersini söylüyor: 1990’da yıllık küresel karbondioksit salımı yaklaşık 22 milyar tondu, bugün ise 40 milyar tonu aştı. Bu süreçte Kyoto Protokolü imzalandı, Paris Anlaşması yürürlüğe girdi, net-sıfır hedefleri açıklandı, ama küresel ekonomi hâlâ fosil yakıta bağımlı.

Eğer COP’lar gerçekten işe yarasaydı, bugün en azından artış eğrisi kırılmış olmalıydı. Oysa tam tersi oldu: Salımlar azalmadı, yalnızca bölgesel olarak yeniden dağıldı. Avrupa kısmen azalttı, ama Asya’da sanayileşme hızlandıkça küresel bilanço büyüdü.

Yani COP süreçleri, küresel bir “salım azaltımı” yaratmak yerine, karbonun coğrafyasını değiştirdi. Fosil yakıt tüketimi gelişmiş ülkelerden gelişmekte olanlara taşındı; küresel sistem aynı kaldı.

Belki de en ironik olan, son beş COP toplantısının neredeyse tamamının petrol veya doğal gaz üreticisi ülkelerde yapılmış olması. COP26 Birleşik Krallık’ta, COP27 Mısır’da, COP28 Birleşik Arap Emirlikleri’nde, COP29 Azerbaycan’da düzenlendi. Şimdi sıra Brezilya’da — Latin Amerika’nın en büyük petrol üreticilerinden birinde.

Bu tablo, iklim diplomasisinin artık kendi içsel çelişkisini açıkça ortaya koyuyor: Kurtuluş reçetesini, sorunun kendisi yazıyor. Petrol şirketleri, bu zirvelerin sponsoru ya da “iklim çözümleri ortağı” olarak her yerde. Toplantı salonlarının dışında protestocular, içinde ise fosil yakıt endüstrisinin temsilcileri. İklim müzakereleri artık yalnızca hükümetlerarası bir süreç değil; küresel enerji düzeninin yeniden pazarlık edildiği bir arenaya dönüşmüş durumda.

Fosil ekonomisinin ağırlığı o kadar baskın ki, hiçbir ülke bu düzeni sarsacak cesareti gösteremiyor. Çünkü enerji yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda politik bir mesele. Petrol gelirleriyle finanse edilen bütçeler, seçimler ve ittifaklar, COP salonlarına girmeden önce sonuçları belirliyor.

Dubai’de yapılan COP28, sembolik olarak bir kırılma noktası gibi görünmüştü. Nihayet, resmi karar metinlerinde “fosil yakıtlardan kademeli çıkış” ifadesi yer aldı. Ancak bir yıl geçmeden, Bakü’de yapılan COP29’da bu ilerleme büyük ölçüde geri alındı.

Bu geri adım, aslında müzakerelerin ne kadar kırılgan olduğunu gösteriyor. Her sene bir ülke “hayır” dediğinde, bir önceki yılın kazanımları yok olabiliyor. Yani COP’lar, bir nevi iklim Sisyphos’una dönüşmüş durumda: Her yıl taş tepeye itiliyor, ama her seferinde geri düşüyor. Bu süreçte bilim daha net, uyarılar daha sert ama politik irade daha zayıf hale geliyor.

Bu tıkanıklığın en temel nedeni, kararların oybirliğiyle alınmak zorunda olması. 198 ülkenin tamamının “evet” demediği hiçbir karar yürürlüğe giremiyor. Bu da pratikte, iklim krizinden en çok kazanç sağlayan birkaç ülkenin tüm insanlığın kaderini veto etmesi anlamına geliyor.

Küresel sistemin “kapsayıcılık” adına kurduğu bu mekanizma, aslında etkisizlik üretmek için tasarlanmış bir dengeye dönüşmüş durumda. Bunun adı demokrasi değil, paraliz.

Birleşmiş Milletler sisteminin doğası gereği, COP süreci bağlayıcı bir yaptırım mekanizmasına sahip değil. Kararlar siyasi taahhüt düzeyinde kalıyor; uygulama ulusal iradeye bırakılıyor. Oysa iklim değişikliği sınır tanımıyor. Bu nedenle COP toplantıları, küresel bir sorunla ulusal iradelerin mantığı arasında sıkışmış durumda. Her ülke kendi çıkarını korumaya çalıştıkça, “ortak çıkar” kavramı soyut bir ideal olmaktan öteye gidemiyor.

COP30’un ev sahibi Belem, Amazon Havzası’nın giriş kapısı. Amazonlar, dünyadaki oksijenin çoğunu üretmiyor belki ama atmosferdeki karbonun devasa bir kısmını emiyor. Ancak son yıllarda bu yutağın kapasitesi de azaldı. Kuraklıklar, ormansızlaşma ve yangınlar Amazon’u bir karbon yutağından karbon kaynağına dönüştürmeye başladı. Böylesine sembolik bir mekânda yapılan toplantının, doğal olarak “umut” çağrıştırması bekleniyor. Fakat gerçek şu ki, Brezilya da tıpkı önceki ev sahipleri gibi, petrol üretimini artırmayı planlıyor. Yani Belem, hem doğanın güzelliğini hem de insanlığın çelişkisini temsil edecek: Bir yanda dünyanın en büyük yağmur ormanı, diğer yanda genişleyen petrol sahaları.

Her COP, dev bir diplomatik organizasyona dönüşüyor. On binlerce katılımcı, yüzlerce panel, sayısız yan etkinlik. Ancak bu devasa lojistik, çoğu zaman içeriğin önüne geçiyor. İklim diplomasisi bir gösteriye dönüşmüş durumda. Zirveler, artık küresel çevre hareketinin değil, kurumsal sponsorların sahnesi haline geldi. Karbon nötr kahveler, geri dönüştürülmüş stantlar, sıfır atık konferans salonları… Ama dışarıda hâlâ yükselen sıcaklıklar, kuruyan nehirler, eriyen buzullar.

Bu tezat, iklim diplomasisinin kendi anlamını yitirmesine yol açıyor. Çünkü iklim krizini teknik bir iletişim meselesi gibi ele almak, sorunun politik doğasını gizliyor.  Gerçek dönüşüm, yalnızca enerji sistemlerini değil, güç ilişkilerini de değiştirmeyi gerektirir — ama bu, hiçbir COP metninde yazmaz, yazamaz.

Bu tablo karamsar görünebilir, ama bir açıdan da özgürleştirici. Çünkü artık çoğu kimse, mucizevi bir COP kararının dünyayı kurtaracağına inanmıyor.  Gerçek çözüm, diplomasi değil, uygulama düzeyinde. Şehirler, yerel yönetimler, sivil toplum ve özel sektör; karbon nötr hedeflerini hayata geçirebilecek somut aktörler. Enerji verimliliği, yenilenebilir yatırımlar, ulaşım dönüşümü, gıda sistemlerinin yeniden tasarımı — bunlar sahada ilerliyor. Artık mesele “yeni bir anlaşma” değil, mevcut bilgiyi uygulamaya koymak. COP’ların yarattığı görünürlük elbette önemli, ama bu görünürlük somut eyleme dönüşmediği sürece gerçek bir anlam taşımıyor.

COP30, büyük olasılıkla yeni hedefler açıklayacak, bazı ülkeler net-sıfır taahhütlerini güncelleyecek, belki birkaç yeni fon oluşturulacak. Ama tüm bunlar, küresel salım eğrisini tersine çevirmeye yetmeyecek. Artık dürüst olma zamanı: Bu toplantılar, sistemi dönüştürmek yerine, sistemin kendi meşruiyetini korumasına hizmet ediyor.

Belki de asıl değişim, COP’ların sembolik önemini kaybettiği an başlayacak. Çünkü o zaman, gezegenin geleceği için gerçek sorumluluğu kimin üstleneceği daha açık hale gelecek. Belem’de yeni bir umut doğmayabilir. Ama belki bu kez, hayal kırıklığının kendisi bir dönüm noktası olur. Çünkü bazen, umut tükenince geriye kalan tek şey gerçeği kabullenmek ve harekete geçmektir.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder