İklim krizi dendiği zaman hepimize çok şey biliyormuşuz gibi geliyor ama ne yazık ki filin çevresindeki körler gibi çoğumuzun bilgi alanı sadece en yakınımızda duran olgularla sınırlı. Geriye çekilip resmin tamamına bakabilmeyi ise çok azımız başarabiliyor. Durum böyle olunca da azaltımdan uyuma kadar her alanda gösterilen çabalar her ne kadar ciddi anlamda iyi niyetli olsa da kısıtlı kalıyor.
Son bir ay içerisinde İklim Şurası çalışmaları kapsamında değişik toplantılar vasıtasıyla konunun neredeyse tüm paydaşlarını dinleme fırsatını elde ettim. Kişileri dinlediğinizde hepsinin bildiği kadar, kendi alanlarıyla sınırlı olarak konuya destek vermeye çalıştıklarını görebiliyorsunuz. Kömürlü termik santral yapmaya devam etmemiz gerektiğini düşünen devlet yetkililerimizin bile kötü niyetli olmadığını biliyorum. Karbon Tutma ve Saklama adını verdikleri ve endüstriyel ortamda ölçeklenmesi kısa ve orta vadede imkansız bir teknolojinin var olacağına güvenerek “Karbonu atmosfere saçmayacak olsak da kömüre moratoryum getirmeli miyiz?” sorusunu soruyorlar. Çok haklı bir soru, atmosfere hiçbir gaz ve parçacık saçmayacaksak elbette kömürlü termik santraller kötü değil, özellikle de ülkemizde düşük kalitede de olsa linyit kömürü çıkıyorken.
Ne yazık ki kömürlü termik santrallerin bu şekilde kullanılmasının önünde iki büyük engel var. İlki nispeten kolay: Kömür yandığı zaman karbondioksit çıkar ve karbondioksit en başta gelen sera gazıdır, atmosferin ısınmasına yol açar. Karbondioksit çıkmayacak şekilde kömür yakıp enerji üretmek mümkün değildir çünkü enerjiyi üreten kömürün içindeki karbonun oksijenle birleşip karbondioksit oluşturmasıdır. Bu reaksiyondan çıkan karbondioksidi yakalamak mümkün müdür? Evet. Ama ortaya çıkan enerjinin ciddi bir kısmını bu yakalama işlemine harcamanız gerekir. Yani termik santralin verimi azalır ve üretilen elektriğin maliyeti artar. Zaten bugün bile kömürden elektrik üretmek yenilenebilir enerjiden elektrik üretmenin iki katı maliyete sahipken bir de karbondioksidi yakalamak için bu bedeli daha da arttırmak kömürün iyiden iyiye pahalı bir seçim olmasına yol açar. Hani “elektrik fiyatları neden bu kadar arttı?” diyoruz ya, elektrik üretimi kömür ve doğalgaz pahalılaştığı ve yurtdışından dövizle satın alındığı için daha yüksek bedele ulaştı.
Diyelim termik santrallerde karbondioksidi yakaladık. Bu yakaladığımız karbondioksit gazlı içecek yapmakta işimize yarayabilir, ama bu ihtiyaç tüm karbondioksit üretiminin binde birinden azdır. Geri kalanı ise toprağın altına gömmekten başka çare yoktur. Ama gömdüğümüz bu gazın da en azından yüzlerce sene yerin altında kalması gerekir. Ülkemiz gibi deprem kuşağında yer alan bir ülkede bunu sağlamak mümkün değildir. Deprem olmasa bile bunu endüstriyel ölçekte yapmayı başaran bir ülke yoktur. Daha da kötüsü gelişmiş ülkeler bile bu çalışmalara ayırdıkları fonları da kısmaya başladılar, çünkü başarı ihtimalini çok düşük görüyorlar. Üstüne bir de bu teknoloji çalışsa bile kömürden elektrik elde etmenin maliyetini neredeyse ikiye katlayacak. Varın siz düşünün işin ekonomisini.
Ama ikinci sorun hepimizi çok daha yakından ilgilendiriyor. Ülkemizdeki çoğu termik santralin bacasında karbondioksit dışındaki maddeleri tutacak filtreler de kullanılmıyor. Bu filtre sistemleri pahalı olduğundan ve kömürün bir geleceği olmadığından elektrik üreticileri bu yatırımın altına girmek istemiyorlar. Girdikleri zaman ise bunu “temiz kömür” olarak sunuyorlar. Oysa kömürün asıl zararı olan karbondiokside hiç dokunmadan atmosfere salıyorlar, dolayısıyla “temiz kömür” lafını duyduğunuzda sakın aldanmayın, kömürün temizi olmaz.
Kömürün yanmasından çıkan diğer şeylerin neden zararlı olduğunu ise şöyle anlatmak mümkün. Diyelim bir nükleer santrali çalıştırmak için uranyuma ihtiyacınız var. Radyoaktif uranyum diğer tüm elementler gibi çevremize yayılmış durumdadır. Bahçedeki toprakla oynadığımızda elimize az da olsa radyoaktif uranyum da bulaşır. Ancak, hem bahçedeki toprakta bulunan radyoaktif uranyum oranı çok düşüktür hem de cildimiz o radyoaktif maddenin vücudumuzun içine girmesine izin vermez. Buna benzer şekilde yer altından çıkarılan kömürün içinde de az da olsa radyoaktif madde bulunur. Bunu bir tepe halinde yığsak ve çevresinde oynasak bize bir zarar vermez. Yalnız elektrik elde etmek için yaktığımızda bu radyoaktif elementler ince bir toz halinde atmosfere yayılır. Bizim hava kirliliği olarak kabul ettiğimiz bu toz nefes aldığımızda akciğerlerimize kadar girip akciğerin içine yapışır. Akciğerin yüzeyi ise ellerimiz gibi bu radyoaktif maddenin dışarıda kalması için değil, tam tersi vücuda kabul edilmesi için çalışır. Vücudun çeşitli yerlerinde ve en başta da akciğerlerde biriken bu radyoaktif madde mutasyonlara ve devamında da kansere yol açar. Sigara tüketimi ile kanser arasındaki ilişkinin benzeri termik santrallerin baca gazı için de geçerlidir. Bu baca gazlarından dolayı tüm dünyada her gün en az on bin kişi yaşamını yitirmektedir.
Şimdi gelelim esas konumuza: Günümüzde iklim krizinden dolayı her yıl çok sayıda insan ölüyor. Bu insanları haber kanallarının paylaşımlarından takip ederek üzülüyoruz. Avustralya’daki yangınlar, Bozkurt’taki sel felaketi, Pasifik’teki tayfunlar, Afrika’da açlıktan ölen insanlar bugün gözümüzün önüne taşınıyor. Gelecekte bunların tamamı daha da şiddetlenecek, buna kesinlikle eminiz. Ancak bunun yanında bizden saklanan gerçekler de var. Medya, varlığını bu tür olayları bize taşımasına borçlu. Bunun yanında her gün kömürlü bir termik santralden çıkan tozlar nedeniyle kanser olup ölenleri, tayfun geçtikten sonra çöken altyapı nedeniyle bulaşıcı hastalıklara kapılanları, yangınlarda ölen insanlar dışındaki doğanın sakinlerini pek fazla göremiyoruz. Oysa ihtiyacımız olan bütüncül bir bakış açısı. Onun için de filin etrafındaki tüm körlerin el ele tutuşup öğrendiklerini birbirlerine anlatmaları gerekiyor. İnşallah o günleri de fazla geç olmadan görebiliriz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder