28 Temmuz 2019 Pazar

‘İklim günahını’ ağacın sırtına yüklemek

Basit bir hesap yapalım. İnsanlık atmosfere yaklaşık senede 50 milyar ton karbondioksit salıyor. Bir ağacın yetişmesi en azından 20 yıl sürer. Yetişkin bir ağaç ise bir yılda sadece 10 kilogram karbondioksit emebilir. Saldığımız karbondioksidin tamamını emmek için 5 trilyon ağaç dikmemiz gerekir. Yalnız dikmekle de kalmayıp bu ağaçların yetişkin hale gelene kadar başlarına bir bela gelmemesini de garanti altına almak zorundayız. Yirmi sene koruyup kolladıktan sonra bu ağaçlar önemli miktarda karbondioksit emmeye başlarlar. Hesaba şöyle devam edelim: Bir ormanın her kilometre karesinde ortalama 50 bin ağaç vardır. Bu sayı küçük ağaçlar için daha da fazla olabilir ama sağlıklı ve bakımlı bir orman arzu ediyorsak bu sayıyı kullanabiliriz. 5 trilyon ağaç dikmemiz gerekirse bunun için gerekli olan arazi 100 milyon kilometre karedir. Türkiye’nin yüzölçümü 800 bin kilometre kareye yakın olduğuna göre bu 125 tane Türkiye’nin kapladığı alana eşittir. Başka bir açıdan bakarsak, Dünya’nın tüm kara alanı 150 milyon kilometre karedir. Bu alanın üçte ikisini ormanlarla kaplayacak olursak iklim değişikliği diye bir problemimiz kalmaz.

Bunun gerçek olamayacağını biliyoruz değil mi? Dünya’nın üçte ikisini ormanlarla kaplayacağımız yerde başta Amazon, Kongo ve Endonezya’daki yağmur ormanları olmak üzere ormanları talan edip bunların yerine tarım arazileri açıyoruz. Amazon’da yetiştirdiğimiz mısırla büyükbaş hayvanları yetiştiriyoruz. Bunların etlerini de Endonezya’da yeni diktiğimiz palmiye ağaçlarından elde ettiğimiz yağda kızartıyoruz. Çevreye ve doğaya böylesine zarar verirken “ağaç dikerseniz her şey yoluna girer” türü bir makalenin saygın bilimsel dergilerden biri olan Science’da yayımlanması iklim değişikliği ile savaşmaya kendini adamış çoğu bilim insanı ve aktivistten önemli tepki topladı. 

ETH’den Crowther grubunun yayınladığı bu makale aslında tam “ağaç dikerseniz her şey yoluna girer” demiyor. Ancak ne yazık ki ülkemizdeki basın da yabancı basın da bu tür akademik makaleleri yorumlamak için uzmanlara danışmak yerine görevi kendileri üstlendiğinde problemlerin yaşanması da kaçınılmaz oluyor.

Science’da yayımlanan makale önce tüm orman alanlarını ölçüyor ve 4.4 milyar hektar orman alanının var olabileceğine karar veriyor. Dünya’nın 3.5 milyar hektarı ormanlarla kaplı olduğuna göre 0.9 milyar hektar daha orman alanı yaratabileceğimizi ve bu alanın tamamını ormanlarla kaplasak, bu ormanların 2050 yılına kadar 750 milyar ton karbondioksit emeceği söyleniyor. İnsanlığın şimdiye kadar atmosfere eklemiş olduğu karbondioksit miktarı 1 trilyon tonun üzerinde. Buna okyanusların emmiş olduğu miktarı da eklersek, bu kadar ağaç diksek bile şimdiye kadarki günahlarımızı ödemeye yetmeyeceğini görebiliriz. Bunun üzerine bir de her sene günahlarımıza 50 milyar ton daha ekliyoruz.

Ancak, bu makalede pek kimsenin konuşmadığı bir detay daha var. Makale gelecek iklim senaryolarına bakıyor ve eğer bu hızda karbondioksit salmaya devam edersek bu ağaçlar yetişene kadar iklim değişeceğinden ağaçların büyümesi zorlaşacak ve 750 milyar yerine en fazla 170 milyar ton karbondioksit emilebilir hale gelecek diyor. Bu miktar da doğal olarak iklim krizini önleyebilmekten son derece uzakta.

Sizi bunca sayıya boğduktan sonra şu sormamız gerekiyor: Peki neden tüm bu olumlu haberler? İklim değişikliğini durdurmanın bir tek yolu var: Kömür, petrol ve doğal gaz yakmayı bırakmak, hem de mümkün olduğunca hızlı bir biçimde. Bunu yapmak ise bugünkü yaşam biçimleri içinde çok acılı bir değişim gerektireceğinden kimse o konuya el atmak istemiyor. Arada biri “bu da çözüm olabilir” türünde aslında çözüm olmayan fakat az da olsa umut vaad eden bir görüşle ortaya çıksa herkes “tamam, işte çözdük” diye rahatlıyor. Böyle düşünenlere kötü bir haberim var: Çözüm asla bu kadar kolay değil. Nasıl elektrik ürettiğimizden nerede oturduğumuza ve ne yediğimize kadar pek çok şeyi hızlıca değiştirmemiz gerekiyor ki gelecek nesillere yaşanabilir bir dünya bırakalım. Bu nesiller artık karşımıza çıkıp hesap sormaya başladılar. Onlara ne diyeceğiz? “Lüksümüzden vazgeçmedik ve sadece ağaç diktik. Ancak fark ettik ki sadece kendimizi kandırıyormuşuz ve gerçek çözüm lüksümüzden vazgeçmekmiş, ağaç dikmek değil.” Bu arada, ağaç dikmekten de asla vazgeçmeyin. Ağaçlar bu problemin çözümü olmasa da çözüm yolunda dostumuzdur.


Sıcak hava dalgalarının anlamı üzerine

İki hafta önce olağan dışı bir sıcak hava dalgası ile baş etmeye çalışan Batı Avrupa bu hafta da bir başka sıcak hava dalgasının etkisi altında. Fransa’nın orta kesimleri 40 dereceyi görürken İskandinavya’nın kuzey bölgeleri bile 30 derece sıcaklığa yaklaştı. Bir de daha Temmuz ayında olduğumuzu düşünecek olursak bu yazın devamı Avrupa için çok da zevkli geçmeyecek gibi görünüyor.

İklim bilimciler bu tür sıcak hava dalgalarının artacağını senelerdir söylüyorlardı, ancak söylenen şeyler gerçekleşmeye başladığı zaman bile politikacılar, özellikle Avrupa genelindeki muhafazakarlar, hala bunun gelip geçici bir sıcak hava dalgası olduğunda ısrarcılar. Ne yazık ki bilim onlarla hemfikir değil. Yakın zamanda çıkan iki önemli makale bu sıcak hava dalgalarının gelip geçici olmadığını ve gelecekte yeni normalin bu hafta Avrupa’da yaşanan durumun benzeri olacağını tüm açıklığıyla ortaya koyuyor.

İklimin nereye doğru gittiğini anlamak için bugünkü şehirlerin iklimini 2050’de olması muhtemel iklimle kıyaslayarak anlatmaya çalışan bir çalışma bu ay içerisinde PLOS One’da yayımlandı. Bu çalışmanın sonuçları basında epey yer buldu. Makaleyi kısaca açıklayacak olursak, 2050’de Londra ve Paris İstanbul gibi, Madrid Tahran gibi, Lizbon Kazablanka gibi, Helsinki Viyana gibi, Roma da Adana gibi olacak. Bunlar basında yer bulan bilgiler, ama bir de fazla sözü edilmeyenler var. Mesela Amsterdam’ın Paris gibi ve Zürih’le Münih’in Milano gibi olacak olması. Aslına baktığımızda Londra ve Paris’in İstanbul gibi olacak olması çok büyük bir felakete işaret etmiyor gibi. Bugün bile Londra 35 derece iken İstanbul 26 derece. İklim değişikliğinin felaketlere yol açacağını söylerken bu farklar bana fazla çarpıcı görünmedi. Makalenin tamamını okuyunca farklı bilgiler kazanılabiliyor. Öncelikle şehirleri sadece sıcaklığa değil yağışın seneye nasıl dağıldığına göre de değerlendirmişler. Yani Londra’nın İstanbul gibi olacak olması aslında Londra’daki sıcaklığın çok fazla değişmese de yağışın önemli oranda azalacağı anlamına geliyor. Bu analizdeki en ciddi fark da yağış rejimlerindeki değişiklikten geliyor zaten. Avrupa’daki sıcak hava dalgasından sözü açtığımız için fırsat olmadı ama İstanbul da Roma gibi olacak. “Bu çok büyük bir değişim değil” diyeceksiniz ve haklısınız. Çünkü makale gelecekte neler olacağını öngörmeye çalışırken şu andaki kötü gidişatı değil, neredeyse olası en iyi senaryoyu kendisine temel olarak almış. Konuyu bilenler için, RCP8.5 değil RCP4.5 kullanılmış. Bu da çıkan sonuçların nispeten iyimser olduğunu söylüyor bize. Bu nedenle bilimsel makaleleri anlamaya çalışırken bile altta küçük yazı ile geçen kısma dikkat etmek gerekiyor.

“Peki Londra İstanbul gibi olacaksa bu değişiklik ne zaman olacak?” gibi bir soru aklınıza gelebilir. Doğal olarak bugünden 31 Aralık 2049’a kadar her şey normal gidip sonra bir günde yeni bir iklime geçmeyeceğiz. Londra için her yaz bir öncekinden daha sıcak ve daha az yağışlı geçecek ve sonunda 2050’de Londra’nın iklimi iyimser ihtimalle İstanbul; şu andaki gibi kömür, petrol ve doğal gaz yakmaya devam edersek de İzmir ya da Antalya gibi olacak. Her sene bir öncekinden sıcak olmak zorunda da değil ayrıca. Bazı seneler öncekinden serin de olabilir. Mesela küresel olarak en sıcak seneyi 2016’da yaşadık. 2017 ve 2018, 2016 senesi kadar sıcak değildi. Ama bu senenin ilk altı ayı 2016’nın ardından en sıcak ikinci sene ünvanını aldı. Bu senenin sonuna kadarki ölçümler muhtemelen 2019 senesini en sıcak sene yapmaz ama 2019 en sıcak ikinci sene olarak (şimdilik) tarihe geçebilir. Bunlar bize sıcaklık artışının birdenbire değil yavaş yavaş görüleceğini söylüyor. Bu sene Avrupa’da yaşanan sıcak hava dalgaları da bunun bir başlangıcı. Bu sene Avrupa 40 dereceleri birkaç defa gördü, önümüzdeki senelerde bu daha da sıklaşacak ve bir süre sonra Paris için sıcaklığın 40 derece olduğu günler neredeyse normal kabul edilir hale gelecek. Ne yazık ki hepimiz bu artan sıcaklıklara ateşin üzerindeki soğuk suya konulan kurbağa gibi alışıyoruz. Umarım çok geç olmadan ısınan suyun bizi de öldüreceğinin farkına varırız.

Nature Climate Change’de yeni yayımlanan bir başka makalede de Scott Power ve François Delage gelecekteki iklim değişikliğini öngörebilmek için iyimser bir senaryo değil de gerçekteki gidişatı kullanacak olursak nelerle karşılaşacağımızı anlatmaya çalışmışlar. Eğer böyle devam edecek olursak (RCP8.5) bu yüzyılın sonunda dünyanın %60’ında senenin en az bir ayında yeni bir sıcaklık rekoru kırılıyor olacak. Yani 2100 yılında gazete haberlerine bakacak olsak dünyanın yarısından fazlasında en az bir ay sonunda “bu ay tarihte ölçülen en sıcak mart ayı oldu” şeklinde bir başlıkla karşılaşacağız. Bugün bile bu tür haberlerin dünyanın %40’lık kesiminde görüldüğünü söyleyen Power ve Delage bir de iyi haber veriyor. Paris Anlaşmasında hedeflenen biçimde küresel ısınmayı 1.5 derece ile sınırlayacak olursak yüzyılın sonunda gezegenimizin %60’ı değil sadece %13’ü senede bir ay rekor sıcaklıklarla karşılaşacak deniyor. Unutmamak için: İklim krizini önlemek üzere yapılan ve ısınmayı 1.5 derecede tutması hedeflenen Paris Anlaşmasına katkı veren tüm ülkeler sözlerini tutsalar bile gezegenimiz yüzyılın sonunda 2.7 derece ısınacak. Ülkemiz ise hala bu anlaşmayı meclisten geçirerek taraf olmuş değil.   

Bu yazı önce Yeşil Gazete'de yayınlanmıştır: https://yesilgazete.org/blog/2019/07/26/sicak-hava-dalgalarinin-anlami-uzerine/

1 Temmuz 2019 Pazartesi

Göçme Günü Ne Zaman Gelir?

Kişinin alıştığı yerleri, dostlarını ve işini bırakıp göçmesi kolay değildir. Hele bir de bir daha geri dönemeyebileceğini bilerek gitmesi daha da zordur. Bu zorluğa göğüs gerebilmek için olduğu yerden tüm umudunu kesmesi gerekir. Oysa hepimiz içimizde yarının daha güzel olacağına dair bir umutla yaşamaya çalışıyoruz. Peki bu umudu nasıl kaybederiz?

İklim değişikliği açısından bakıldığında konunun iki boyutu karşımıza çıkıyor. Kısa dönemde doğal afetlerden dolayı yaşam risklerinin artması ve uzun dönemde artık orada yaşama imkanının kalmaması. İklim değişikliğinin bugüne kadar karşımıza çıkarttığı göçler genellikle ilk türdeki olaylardan kaynaklanıyor.

Yaşam risklerinin artması çoğu ortamda ne yazık ki sadece iklimin etkisi ile oluşmuyor. Nature dergisinde yayına yeni kabul edilen bir makalede Stanford Üniversitesi’nden Katharine Mach ve değişik ülkelerden bilim insanları iklim değişikliğinin özellikle silahlı çatışma riski üzerine etkilerini inceledikten sonra değişen koşulların silahlı çatışma ve bununla birlikte göç riskini artırdığı sonucuna varıyorlar. Ancak iklim değişikliği buradaki tek sorumlu değil. Hatta ülkelerin düşük sosyo-ekonomik gelişmişlik durumları ve vatandaşlara sundukları hizmet seviyesinin yetersizliği iklim değişikliğinden daha önemli bir unsur olarak ortaya çıkıyor. Ülkeler kısa vadede iklim değişikliğinin yarattığı sorunlara çözüm oluşturabilecek uyum kapasitesine sahip olduklarında vatandaşların da alıştıkları ortamı bırakarak göç etmeleri ilk akla gelen çözüm değildir. Ancak devletlerin bu konudaki sınırlı kapasiteleri zayıf devlet yapısı ile birleştiğinde kişilerin geleceğe olan inançları da doğal olarak azalıyor. 

Doktora öğrencim Nazan An’la birlikte insanları göç etmeye zorlayan çevresel etkenler üzerine bir çalışma tamamladık. Bu çalışmada değişik coğrafi özelliklere sahip gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeleri inceleyerek bunların hangi durumlarda net dış göç verdiklerini anlamaya çalıştık. Bir iklim felaketi veya doğal afet ilk kez görüldüğünde insanların “belki bir daha olmaz” diyerek yerlerinden ayrılmamayı tercih ettiklerini gördük. Ama aynı sorun tekrarlandığında ümitlerini kaybederek göç etmeye başlıyorlar. Bugün özellikle Afrika ülkelerinden gelen binlerce mültecinin Avrupa’ya ulaşma hayaliyle Akdeniz’i geçme çabalarına şahit oluyoruz. Avrupa bu mültecilere kapılarını büyük oranda kapadığı için onlarla yaşamaya uyum sağlama ve bunun da ötesinde onları besleme gibi bir sorumluluğu üzerine almıyor. Ama biz gelen tüm Suriyeli mültecilere kapımızı açtığımızdan ciddi bir problemle karşı karşıyayız. Bu aklınıza gelebilecek uyum problemlerinin en önemlilerinden biridir. Yalnız bu problemin Suriye’deki yönetimden dolayı oluştuğunu ve bir daha oluşmayacağını düşünmek son derece hatalı olur. İklim değişikliğinin bölgemizdeki en önemli etkisi kuraklıkların artmasıdır. Bundan dolayı da her geçen sene daha fazla mülteciyi kapımızda bulacağız. Bu mülteciler konusunda nasıl davranacağımızı şimdiden planlamamız gerekiyor. Biz kendi ülkemizde şeker pancarı mı eksek buğday mı sorunu ile uğraşırken karşımızda bulabileceğimiz milyonlarca mülteci ülke problemlerimizin boyutunu bir anda değiştirebilir.

Benzer şekilde özellikle Sahra Çölü’nün güney kesimlerinde artan kuraklık sorununa devletlerin zayıflaması da eklendiğinde bölge zor yaşanır bir hale gelmiştir. Özellikle Çad Gölü’nün çevresinden Sudan’ın güneyine uzanan bölgedeki istikrarsızlık bu bölgedeki insanların kuzeye doğru hareketlenmesine yol açmıştır. Şimdilik bu hareket özellikle İtalya’nın bu konuda aldığı sert önlemlerle yavaşlamış gibi görünmektedir. Bildiğiniz gibi İtalya denizde boğulmak üzere olan mültecileri kurtaran denizcilere ceza yağdırmaya başladı. Bu durum Akdeniz’de artan bir insani krize yol açacak olsa da Avrupa Birliği kontrol altında tutamadığı bir mülteci akınını kesinlikle durdurma yolunu seçmiş görünüyor.

Yalnız iklim değişikliği beraberinde uzun soluklu göçleri de getirecek ve bu olayları daha görmeye başlamadık. Afrika’dan Avrupa’ya veya Latin Amerika’dan ABD’ye olan insan hareketliliği hayatın yaşanamaz olmasından çok daha iyi bir yaşama kavuşma arzusuna dayanıyor. Ancak iklim değişikliği uzun vadede karşımıza çok daha varoluşsal bir göç problemi çıkartacak.

İçinde yaşadığımız yüzyılın ortasından sonra Afrika nüfusunun Asya’yı yakalaması bekleniyor. Afrika’nın bu nüfus yoğunluğunu karşılayacak kaynaklara bugün bile sahip olmadığını biliyoruz. İklim değişikliği ile birlikte insanların kendilerini doyurmaları neredeyse imkansız olacak. Eğer Avrupa şu andaki politikasına devam edecek olursa ki devam etmemesi için bir sebep yok, bu insanlar ya açlıktan ölecekler ya da kuzeye doğru büyük gruplar halinde yola çıkacaklar. Bu grupların hedefi olabildiğince kuzeye gitmek olduğundan ülkemizin konumu büyük önem taşıyor olacak. Bu sefer sözünü ettiğimiz insan sayısı Suriye’den gelmiş olan 4 milyonun yüz katını aşabilir. Bu kadar insanı ülkemizde misafir etme gibi bir ihtimal söz konusu değildir. Avrupa’ya gitmeleri de söz konusu olmadığından iklim değişikliği ile birlikte bir süreliğine geniş tarım alanlarına sahip olması beklenen Rusya bu insanların doğal hedefi haline gelecektir. Rusya’nın Asya’daki topraklarındaki nüfus yoğunluğu son derece düşüktür. Ayrıca Rusya’nın nüfusu da Afrika’da olduğu gibi artmamaktadır. Bu hem Afrika’dan gelenler hem de Rusya için çok faydalı bir durum yaratabilir. Yalnız eminim bunun planlamasını Ruslar yapıyordur. Yoksa zaman içerisinde artan mülteci sayısı bizim sınırlarımıza dayandığında çok büyük bir sorunla karşılaşacağımız kesindir.

Ülkemiz şu anda dünyada en fazla mülteci barındıran ülke durumundadır. İhtiyacı olan insanlara sırt çevirmemiş olmak, eğer doğru kullanılacak olursa, çok önemli politik bir koz haline gelebilir. Gelecekte bu mülteci sayısının çok daha artacağını düşünecek olursak ülkemiz hiç istemese de dünyada bu alandaki kilit ülkelerden biri haline gelebilir.

Bu ay içerisinde dünyanın üç büyük buz kütlesinin de beklenenden çok daha hızlı erimekte olduğu haberini aldık. Eğer Grönland, Antarktika ve Himalaya buzulları bu hızda eriyecek olurlarsa 2050 yılını bulmadan deniz seviyesindeki yükselme bir metreye ulaşabilir. Bu yükselmenin ülkemiz için büyük sorunlar yaratacağı tartışılmaz. Ancak Bangladeş gibi nüfusunun büyük kısmı deniz seviyesinden birkaç metre yukarıda yaşayan bir ülke için bu hem besin kaynaklarının kaybı hem de 200 milyona yakın insanın çok küçük bir toprak parçasına sıkışması anlamına gelecektir. Bugün birkaç yüz bin mülteciye yardım etmekte zorlanan gelişmiş ülkelerin böylesi bir insani kriz karşısında çaresiz kalacakları açıktır. Bu tür krizleri önlemenin tek yolu iklim değişikliğini çok geç olmadan durdurmaktır. Myanmar ile Hindistan arasında sıkışıp kalmış ve açlıktan ölebilecek 200 milyon kişinin göç edebileceği bir imkan yaratmak o problem ortaya çıktığında kolayca başımızı çevirebileceğimiz bir problem olmayacaktır. 

21 Haziran 2019 Cuma

Grönland'ın erimesi bize kaç paraya mal olur?

İklim değişikliğinin getireceği felaketler bizi bekliyor. Yaşamaya başladıklarımız buz dağının daha görünen kısmı kadar bile olmayabilir ama bunlar bizi gelecekte neyin beklediği konusunda yeterli bilgi verebiliyorlar. Bu felaketlerin insani boyutu olduğu kadar çevresel ve maddi boyutu da bulunuyor. Ekonomistler olayın maddi boyutuna bizden biraz farklı yaklaşıyorlar. Bugün iklim değişikliğini durdurmak için mi para harcasak daha kazançlı oluruz, bu parayı harcamayıp yatırım yapsak ve sonra oluşan felaketlerin bedelini mi ödesek? Felaketlerin bedelini ödediğimiz zaman karşımıza çıkan bedele de karbonun sosyal bedeli (social cost of carbon - SCC) deniyor.

Ekonomistler karbonun sosyal bedelini zamanın bir fonksiyonu olarak hesaplıyorlar. Hemen aklımıza “tabii yetişkin bir ağacın yok olması ile yeni dikilmiş bir fidanın yok olması aynı bedele karşılık gelmemeli” gibi çok makul bir düşünce geliyor ama ne yazık ki söylenen o değil:
Yani karbonun sosyal bedeli, herhangi bir t zamanında karbon salımının refaha olan etkisinin toplam tüketimin refaha olan etkisine bölünmesiyle bulunuyor. Yani ekonomistlere göre karbonun sosyal bedeli salımın tüketime olan etkisidir (Nordhaus, 2014). Buradan da bir değer çıkıyor. Mesela 50 dolar gibi. Biz de bu değeri karbonun sosyal bedeli olarak değerlendiriyoruz. Bir karbon vergisi koymayı ya da Amerika’ya uçuşumuzda çıkan karbondioksidi karşılamayı düşündüğümüzde bir ton karbondioksit karşılığı 50 dolardır gibi bir düşünceye kapılıyoruz. Oysa bu ekonomistlerin dünyasında var olan bir değer ve bizi hiç mi hiç ilgilendirmiyor.

Peki nedir karbonun gerçek bedeli?

Bu soruya cevap vermek için üç ayrı yoldan gidebiliriz: Bugün atmosfere bir ton karbondioksit saldınız ve devlet aynı çöp toplar gibi bunu temizlemek zorunda kaldı. Bu atığı temizlemenin masrafı ne kadarsa karbonun bedeli de o kadardır diyebiliriz ya da saldığımız karbondioksidi temizlemeyi düşünmeyiz ama bunun gelecekte vereceği zarar neyse o zararın bedelini bugüne çevirerek bu bedeli bir ceza olarak tahsil edebiliriz. Bu ikisini de yapmayıp kafamızdan insan davranışlarını değiştireceğini düşündüğümüz bir bedel belirler ve gelecekteki davranış değişikliklerine göre bu bedeli ayarlarız. Ekonomistlerin seçtiği yöntem buna benziyor. Aklınıza başka bir yöntem de gelebilir ama bu üç yöntem genelde kabul gören hareket tarzlarını yeterince temsil ediyor.
Sonuncudan başlamak daha kolay olabilir: Evinizin kışın sıcaklığını 24 derecede değil 21 derecede tutmak için doğal gazın fiyatı ne kadar olmalı? Veya sabahları işe giderken kendi arabanızla değil otobüsle, servisle veya bisikletle işe gitmek için benzinin fiyatı ne kadar yükselmeli? Bu soruların cevapları doğal olarak kişiden kişiye değişiyor ve durum böyle olduğunda da değişiklik yaratabilmek zorlaşıyor. Değişiklik de ilk olarak en düşük gelirlilerden başlıyor çünkü onların zaten bu konuda kullanabilecekleri kaynaklar kısıtlı. 

Sizlere fazla detay vermeden şunu söyleyeyim, davranış değişikliği için ortaya konulan rakam bir depo benzinde yaklaşık 35 TL daha fazla ödemenizi gerektiriyor. Şimdi biraz düşünelim: Bir depoyu yaklaşık 300 TL’ye doldurduğumuzu düşünecek olursak, 300 TL yerine 335 TL ödeyecek olmak sizde bir davranış değişikliğine yol açar mı? Pek sanmıyorum. Peki bir depo benzine 300 TL yerine 600 TL ödüyor olsaydınız bu bir değişikliğe yol açar mıydı? Sanırım bunun etkisi epey yüksek olurdu. 300 TL yerine 1300 TL ödüyor olsak sanırım çoğumuz bisikletle işe gitmeyi tercih ederdik. Benzer şekilde bu karbon vergisi domatesin fiyatına da yansıyacağı için eminim çürüyerek çöpe giden domates miktarında önemli bir azalma görülürdü.

Karbona bir bedel biçme açısından düşünebileceğimiz ikinci yol karbondioksidin gelecekteki zararını bugüne çevirmek olacaktır. Bu çalışmayı burada yapmak kolay olmaz, o nedenle bu konuda daha önce yapılmış çalışmalardan örnekler verelim:


  • Bu tür çalışmaları yapanların temel düşüncesi gelecekte oluşabilecek ortalama bir zarara göre hesap yapmaktır. Bu tür hesapların ortalamasını alan bir çalışma bir depo benzinde 87.5 TL karbon vergisi verecek olsak gelecekteki zararları karşılayabileceğimizi söylüyor.
  • Simon Dietz ve Nicholas Stern hesaplamalarında belirsizlikleri de hesaba katarak eğer bugün bir vergi veriyor olsak bunun bir depo benzinde 31.5 TL ile 112 TL arasında olması gerektiğini söylüyor.
  • Liz Stanton ve Frank Ackermann bu bedelin 24 TL ile 755 TL arasında olabileceğini söylüyor.

Bir depo benzinde 24 TL karbon vergisi ödemek bizim davranış biçimimizi değiştirmemize yetmez, 755 TL gayet yeterli olabilir, ama bir de şunu düşünelim: İleride başımıza bir şey gelirse bunun bedelini karşılayamayacağımız için şimdiden bu konuda yatırım yapmamıza verilen bir isim var: Sigorta. Sigortayı neden yaptırırız? En iyi ihtimal için değil başımıza gelebilecek en kötü ihtimal için. İklim değişikliği nedeniyle başımıza gelebilecek en kötü şey nedir? Ölmek. “Peki bunun karşılığı olarak kaç para almak istersiniz?” diye sorulacak bir sorunun anlamsızlığının farkındayım ama yukarıdaki tüm hesaplar da bu önemli faktörü göz ardı ediyorlar. Yapılan hesaplar bir kayıp olduğunda mahsul kaybını yerine koymaya, yıkılan bir binayı yeniden yapmaya ya da sular altında kalan bir okulu onarmaya dayanıyor, ama bunun içerisindeki can kaybı hesabın herhangi bir noktasına konulmuyor. Bu eksiklik de söz konusu hesabı neredeyse tamamen çöpe atmamız için gayet iyi bir sebep.

Bu hesaplara şüphe ile yaklaşmak için bir tane daha sebebimiz var: Çoğumuz arabamızı ya lastiğimiz patlarsa ya da yolda cama taş sıçrarsa diye sigorta ettirmeyiz. Sigorta nedenimiz çoğunlukla arabanın tamamen kaybolması veya hasar görmesine karşı kendimizi koruma isteğimizdir. Yani günlük hayat içerisinde bütçemizi zorlasa da çözebileceğimiz problemler için değil felaketler için sigorta yaptırırız. İnsanlık açısından iklim felaketi de küresel ısınmanın Sibirya’daki permafrost dediğimiz yüzeyin birkaç metre altındaki donmuş metan yataklarını çözmesidir. Bunun olması ihtimali sizin yeni aldığınız arabanın ilk sene içerisinde pert olması ihtimali ile kıyaslanabilir. Permafrostun çözülmesi küçük bir ihtimal olsa da göz ardı edilemeyecek kadar büyüktür ve bu gerçekleşecek olursa değil insan yaşamı, bu gezegendeki tüm yaşam tehlikeye girebilir. Peki böylesi bir felakete kaç TL fiyat biçeceğiz? Ekonomide böylesi bir felaketin sigorta bedelini hesaplayabilecek bir yöntem olmadığından kısaca sonsuz diyebiliriz. Yani en iyi ihtimalde bir depo benzine 24 TL karbon vergisi ödüyorsak en kötü ihtimali düşünecek olursak bir daha araba kullanmamamız gerekiyor.

Son olarak karbon salımlarımızı azaltmak yerine saldığımız karbonu yakalayıp saklamak istersek bunun da bir bedeli var. Mesela bir depo benzini yaktığımız zaman çıkan karbondioksidi emebilmek için 12.5 yetişkin ağacın bir sene boyunca beslenip büyümesi gerekiyor. Türkiye’de kayıtlı yaklaşık 23 milyon araç var. Bunlar senede ortalama  10 depo benzin yaksalar sadece araçlardan çıkan karbondioksidi tekrar geri doğaya geri döndürmek için her sene yetişmiş yaklaşık 3 milyar ağaca ihtiyacımız var. Taşıtlar toplam karbondioksit salımımızın yaklaşık beşte biri. Tüm karbondioksit salımımızı yakalamak istersek 15 milyar ağaç dikip bunların başına bir şey gelmemesine dikkat etmemiz gerekiyor. Şu andaki ağaç varlığımızın 8 milyar civarında olduğunu düşünecek olursak karşımızdaki problemin maddiyat dışındaki boyutu da ortaya çıkar. Ağaç dikmek yerine en gelişmiş yosunları kullanmak istersek ülkemizin salımını emmek için kullanacağımız yosunların yaklaşık Marmara Bölgesi büyüklüğünde bir sulak alana ihtiyacı oluyor. “Ama ne güzel denizler var” derseniz karşımıza maliyet çıkıyor. Ben oturup hesaplamadım ama Karadeniz’de yaklaşık 15 milyon hektarlık bir deniz yüzeyinde yosun yetiştirmek sizce ne kadara mal olur? Tabii bunun da yaratacağı diğer çevresel sorunları henüz hesaba dahil etmiyoruz.

Daha önce defalarca neden olamayacağını anlattığımız karbondioksidi yakalayıp yer altına gömme sistemleri çalışacak olsa bile bir depo benzinin fiyatı 56 TL artacaktır. Hemen iştahlanmasanız iyi olur. Daha arabalardan salınan karbondioksidi tutup saklama teknolojisi dünyada yok ve olması için bir çaba da yok. Karbon tutma ve saklama ancak büyük termik santraller için tasarlanıyor, o durumda bile, özellikle de tutulan o karbondioksidin nerede depolanacağı konusunda ciddi problemler var.  Bugüne kadar her an sızma ihtimali olan boğucu bir gazı kendi evinin altındaki bir kayada saklayabileceğini söyleyen kimseyi duymadım, duyacağımı da pek sanmıyorum.

Konuyu daha önceden bilenler için birimleri kısaca açıklayayım. Bir depo benzine 35 TL karbon vergisi konulması karbondioksidin tonunun 50 dolar olması anlamına geliyor. Bir depo benzinin karbon vergisinin 35 TL olmasının herhangi bir davranış değişikliğine neden olmaktan çok uzak olacağını konuşmuştuk. Bu nedenle de eğer karbona bir fiyat biçiyorsak bunun 50 dolar gibi komik bir rakamın çok üzerinde olması gerektiği aşikardır. 

Şimdi gelelim ekonomistlerin bedel anlayışının neyi hesaba katmadığına: Biyoçeşitliliğe verilecek zarar, okyanus asitlenmesi ve olası politik problemler gibi önemli faktörler, deniz seviyesindeki yükselme, okyanus akıntılarının bozulması ve hızlanan iklim değişikliği gibi aşırı olaylar, iklim felaketleri ve yüz yılı aşan süreli ısınma ve ekonomik büyümenin azalmasından felaketler sonucu oluşabilecek olan tüm hasarlardaki belirsizlikler. Bu hesapları yaparak bu sene Nobel ödülü alan Nordhaus “Tüm bu belirsizliklerin karşılığı olarak dünyanın ekonomik çıktısının %3 düşeceğini kabul ediyorum” diyor. İklim bilimi açısından bakıldığında hesaba katmadıkları hesaba kattıklarından çok daha fazla olmasına rağmen karbona bir bedel biçip bunu da uluslararası görüşmelerde ana hesaplama metası olarak kullanmak gerçekten çok problemli bir yaklaşım ne yazık ki.

Yalnız problem bununla da kalmıyor. William Nordhaus PNAS’de yeni yayınlanan makalesinde bu sefer de Grönland’ın erimesinin karbonun sosyal bedeline ne kadar ek getireceğini hesaplıyor ve kendisine göre çok makul bir sonuca varıyor: “Grönland’ın erimesi ekonomik anlamda bizi endişelendirmemeli, çünkü karbonun sosyal bedeline olan katkısı sıfırdır.” Karbon hesabının bizler açısından ne derece problemli olduğunu yukarıda anlatmaya çalıştım, şimdi sadece son makaledeki bilimsel problemlere değinmeye çalışacağım.

Bu makalenin dayandığı iki ayrı makaleden birinde Grönland’ın ne zaman eriyebileceği, ikincisinde de bu erimenin deniz seviyesine ve bununla beraber ekonomiye ne derece etki göstereceği konu ediliyor. Eğer bu iki makaleyi dikkatlice okumazsanız Nordhaus size şunu söylüyor: “Grönland’ın erimesi binlerce yıl sürer ve o süre içerisinde biz zaten küresel ısınmaya bir çare bulmuş oluruz. Deniz seviyesinde kısa vadede oluşacak az bir artışın da ekonomiye bir etkisi olmayacağını biliyoruz.”

Makaleleri dikkatle okuduğumuzda ise şunlarla karşılaşıyoruz: Öncelikle, Grönland’ın erimesi üç faktöre dayanır: Havanın ısınmasından dolayı yüzeydeki buzun erimesi, eriyen buzların göletler oluşturarak yüzeyin rengini koyulaştırması, bunun da daha fazla buzun erimesine neden olması ve bir tepe olan Grönland’dan buzların koparak denize kayması (Robinson, 2012). IPCC AR5 raporu Grönland’ın önümüzdeki bin yıl içerisinde geri döndürülemez biçimde erimesinin bugüne göre 0.8 derece ile 2.8 derece ısınma arasındaki bir eşik değerde gerçekleşeceğini söylüyor. Buna karşılık Nordhaus’un kendisine temel aldığı makale bu erimenin bugüne göre 6.8 derece ısınmada bile 2000 yıldan uzun süreceğini söylüyor. Yani kısacası, ekonomistler olası en iyi senaryoyu temel alıyorlar. Tabii erime birkaç bin sene sürecekse şimdiden önlem almanın da fazla bir gereği yok sonucuna ulaşıyorlar.

Öte yandan, az da olsa erimenin deniz seviyesini yükselteceğini ve bunun da bir bedeli olacağı biliyoruz. Bu bedeli ortaya koyan makalede açıkça söylenmese de bu makalenin kullandığı yazılımın kılavuzunda kıyı erozyonun, kıyılardaki tarım arazilerinin tuzlanmasının, okyanus asitlenmesinin, kıyı turizminin zarar görmesinin, tarımla etkileşimlerin ve bu nedenle oluşan göçlerin hesaba katılmadığını belirtiyor. Yani Tuvalu’nun tamamen yok olmasının ve Bangladeş’te yaşayan 160 milyon insanın önemli bir kısmının göç etmek zorunda kalmasının kullanılan bu hesaplarda yeri yok. Sanırım hesaplar sadece Florida kıyısındaki insanların evlerini kaybetmekten dolayı uğrayacakları kayıplara dayanıyor (Diaz, 2016).

Tüm bunları uzun uzun yazmamın bir tek nedeni var. Nordhaus gibi ekonomistlere dayanarak devletler politikalarını belirliyorlar. Bu politikaları belirlerken de ekonomistlerin neyi hesaba katıp neyi katmadıkları konusunda fazla bir fikir sahibi değiller. Bir de adam ekonomi alanında Nobel ödülü aldıysa politikacıların kafasında “karbonun sosyal bedeli Nordhaus’un söylediği gibi 31 dolardır” gibi bilgi kalıyor sadece. Oysa Grönland’ın erimesi bin yıl içerisinde de olsa deniz seviyesini 7 metre yükseltecek. İnsanlık tarihinin önemli bir kısmı bu 7 metre içerisinde geçti. Efes’in eski limanının denizden yüksekliği sadece 4 metredir. Thermophylae’de Perslerin 300 Spartalının üzerinden geçtiği 100 metre genişlikteki geçit artık deniz olacak. Söke Ovası’nın, Çarşamba Ovası’nın önemli kısımları 7 metreden daha aşağıdadır. Buraları bin yıl içerisinde kaybedeceğiz; bunun çok daha kısa sürede olması da mümkün. Tüm bunların nedeni olan karbondioksit salımımızı kesmemiz için de önemli bir neden olmadığını söylüyor ekonomistler. İnanamadığım için üzgün değilim.

24 Mayıs 2019 Cuma

Gezegenlerin kendi etraflarında dönüş hızı iklimlerini nasıl etkiler?

İklim ve çevre sorunları arasında çokça “artık yeni bir gezegene taşınmalıyız” türü çözüm önerileri duymaya başladık. Aslında teknik olarak yeni bir gezegene taşınmak çok güç olsa da gideceğimiz gezegenin yaşamamıza izin vermesi olasılığı da fazla yüksek değildir. Diğer çoğu koşulun yanı sıra bir gezegenin yaşanabilirliği açısından baktığımızda o gezegenin kendi etrafında dönüş süresi çok önemlidir. Bu konuda sürüyle teori üretmemize fazla gerek kalmadan Güneş Sistemimiz bize değişik gözlem imkanları sunar. Sistemimizde Merkür ve Venüs gibi çok yavaş dönen bir gezegenlerden inanılmaz bir hızla kendi etrafında dönen Jüpiter gibi bir gezegene kadar bir çok değişik ortam bulunur. Bu ortamların bazılarında çok yoğun bir atmosfer, bazılarında ise neredeyse hiç atmosfer yoktur. Atmosfer yoğunluğu ve dönüş hızının etkilerini anlatmadan önce şunu söylemeliyiz: Güneş kütle çekimi yolu ile etrafında dönen tüm gezegenlerin dönüş hızını kendi etrafındaki dönüş hızına uydurmaya çalışır. Yani Dünya’nın güneş etrafındaki dönüş süresi bir yılsa, çok uzun zaman sonra kendi etrafındaki dönüş süresi de 24 saatten bir yıla çıkacak. Bu şekilde de nasıl Ay’ın hep aynı yüzü Dünya’ya bakıyorsa Dünya’nın hep aynı yüzü de Güneş’e bakıyor olacak. Ancak bunun olması için milyarlarca yılın geçmesi gerekiyor. Güneş’in şimdiki halini sadece beş milyar yıl sürdüreceğini düşünecek olursak Dünya’nın aynı yüzünün Güneş’e bakacağı bir zamanı görmemiz imkansız diyebiliriz.

Bir gezegen kendi etrafında çok yavaş dönüyorsa ve çok yoğun bir atmosferi yoksa, gündüz ile gece arasındaki sıcaklık farkı çok yüksek olacaktır. Tam tersi eğer gezegen çok hızlı dönüyorsa, bu sefer de hızlı esen rüzgarlardan dolayı hayatın yere tutunması zorlaşabilir. Mesela çok yavaş dönen ve çok ince bir atmosferi olan Merkür'de geceleri sıcaklık eksi 150 dereceye düşmekte, gündüzleri de artı 450 derece olmaktadır. Bunun sebebi Merkür'de Güneş’in iki doğuşu arasındaki süre, yani bizim anladığımız anlamda bir gün yaklaşık olarak 3600 saate, yani bizim 150 günümüze denk gelmektedir. Bunun tam tersi şekilde Jüpiter de kendi etrafındaki bir turunu 10 saatte tamamlanmaktadır. Bu nedenle de Jüpiter'in atmosferinde hızı saatte bin kilometreye varan rüzgarlar esmektedir. 

Bir gezegenin kendi etrafında dönüş süresi Güneş’in etrafındaki dönüş süresine eşitse, yani gezegenin en sıcak yeri Güneş’e bakan yüzünün tam ortası ve en soğuk yeri de tam arkadaki noktaysa o zaman Güneş’e bakan yüzünün orta noktasında Dünya’da da olduğu gibi bir alçak basınç merkezi oluşur. Bunun nedeni o noktanın çok sıcak olmasından dolayı ısınan havanın hızla yükselmesidir. Buna benzer şekilde arka tarafın ortasında da soğuk hava aşağıya doğru çökeceğinden bir yüksek basınç merkezi bulunur. Bu gezegenin yüzeyinde de devamlı arkadaki yüksek basınç noktasından öndeki alçak basınç noktasına doğru esen rüzgarlar olur. Böyle bir gezegende belki tam Güneş’in tam ufukta durduğu yerlerde, yani tam Güneş’e bakan kısımla tam arka tarafın ortasında hayat olabilir.

Yavaş da olsa dönen gezegenlerin ekvatorunda bir alçak basınç merkezi kutuplarında ise bir yüksek basınç merkezi bulunur ve yüzeyde devamlı kutuplardan ekvatora doğru esen soğuk rüzgarlar olur. Eğer atmosfer yeterince kalınsa gezegenin güneşe bakan tarafı ile arka tarafı arasındaki sıcaklık farkı fazla olmaz ve dünyada olduğu gibi bu gezegenin de çeşitli yerlerinde yaşanabilir. Ancak Merkür gibi hem atmosferi ince hem de yavaş dönüyorsa yaşamak çok zor olacaktır. Merkür’ün ancak kutuplarına yakın kesiminde gündüz ile gece arasındaki sıcaklık farkı yaşamaya belki izin verebilecek durumdadır. Merkür o denli yavaş döner ki tekerlekler üzerindeki bir şehri sıcaklığın ne çok yüksek ne de çok düşük olmayacağı bir hızda Merkür etrafında devamlı turlatmak da bir çözüm olabilir. Kim Stanley Robinson’un 2312 adlı bilim kurgu kitabının önemli bölümü raylar üzerinde hareket eden böyle bir şehirde geçer. 

Dünya kendi etrafında oldukça hızlı döndüğünden gece ve gündüz arasındaki sıcaklık farkı fazla değildir. Bu da neredeyse gezegenin her yerinde yaşanabilmesine imkan tanır. Ayrıca Ekvator sıcak olduğundan burada bir alçak başınç bölgesi, kutuplar da soğuk olduğundan buralarda da birer yüksek basınç merkezi vardır. Ama bunun da ötesinde Ekvator’da yükselen sıcak hava 30 derece enleminde çöker ve bu alanda bir yüksek basınç merkezi oluşturur. Bundan dolayı kuzey ve güney 30 derece enlemlerinde çöller bulunur. 60 derece enlemine gelindiğinde ise bir alçak basınç merkezi daha vardır. Bu bölgeler de daha fazla yağış alan ılıman kuşağı oluşturur. Görüldüğü gibi Dünya’nın ılıman iklimi ve iklim kuşakları Dünya’nın kendi etrafındaki dönüş hızı ve atmosfer yoğunluğu nedeniyle bu şekilde oluşmuştur.

Daha yoğun atmosfere sahip ve daha hızlı dönen Jüpiter gibi gezegenlerin kara yüzeyleri olacak olsa bile hızla dönen yoğun atmosferde oluşacak rüzgarlar ve fırtınalar hayatın yüzeye tutunmasını son derece zorlaştıracaktır. Bu nedenle Dünya’yı bırakıp başka gezegenlere göç etmeyi düşünmeden önce Dünyamıza çok iyi bakmak zorundayız.

1 Mayıs 2019 Çarşamba

İklim Değişikliği Gölgesinde Gıda Güvenliği

İklim değişikliği konusunda bizleri en fazla dertlendiren konu içecek su bulabilmenin ardından yiyecek yemeğimizin de olmasıdır. Yalnız tatlı su gibi besin konusu da sadece iklim değişikliği ve bizim neler yetiştirebildiğimizle alakalı değildir. Dünyanın artan nüfusu karşısında neredeyse sabit kabul edebileceğimiz tarım alanları iklim değişmiyor olsa bile büyüyen bir problemimiz olduğunu bize gösterebilir. Tarım alanında kullanılan suni tohumlar, tarım ilaçları, suni gübre ve diğer bir sürü problem olarak gördüğümüz konu iklim değişikliği olmadan da karşımızdadır. Tüm bu problemlere küreselleşmeden dolayı oluşan yerel ürün kaybını da ekleyecek olursak iklim iyiye doğru değişse bile olası problemlere karşı dirençliliğimizin azalmakta olduğunu görürüz. Ayrıca yediğimiz ekmekteki buğday Konya Ovası’ndan değil de dünyanın diğer ucundan geliyorsa bu üretim zincirinin zarar görmesi yanında bu zincirin doğaya ve iklime verdiği zararı da hesaba katmak zorundayız. Besin üretim zincirlerinin üretim sistemlerinden küresel ticaret ve ekonomiye, doğadan nüfus artışına kadar her alanla sıkı sıkıya ilintili olduğunu aklımızdan çıkartmamamız gerekiyor. Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’nin ikincisi de bize ulaşmamız gereken hedefin açlığı azaltmak falan değil, açlığı yok etmek olduğunu söylüyor. Yalnız, besin üretim sistemlerinin bu derece yanlış olduğu bir gezegende bunu nasıl yapabileceğimiz son derece kuşkuludur. Buna bir de iklim değişikliğinin getirdiği ve getireceği stresleri eklediğimizde sorun iyice çözülmez hale gelebilir. 

Dünyanın çeşitli bölgelerinde iklim değişikliğinin tarımsal ürün ve karasal gıda üretimi üzerindeki etkileri belirgindir. İklim değişikliğinin şimdiye kadar tarım yapılamayan bölgeleri de tarıma açabileceği söylense de bugüne kadar olumsuz etkileri olumlu etkilerinden daha yaygın olmuştur. Özellikle bazı yüksek enlem bölgelerinde olumlu eğilimler ve rekolte artışları belirgindir. Küreselleşmenin etkisiyle tüm dünyada tüketilen özellikle tahıllar ve pirinç gibi ürünler daha çok belirli bazı bölgelerde üretilmeye başlandı. Bu tür kilit üretim bölgelerinde görülen aşırı iklim olayları sonrasında gıda ve tahıl fiyatlarındaki hızlı artış, mevcut gıda piyasalarının diğer olaylarla birlikte aşırı iklim olaylarına duyarlılığını ortaya koyar. Bu tür aşırı iklim olaylarının insan kaynaklı iklim değişikliği nedeniyle artacağı bilindiğinden gıda ve tahıl fiyatlarındaki duyarlılığın da benzer şekilde artmasının muhtemel olduğu görülmüştür.

Tarımsal uyum çalışmalarının mevcut verimi ortalamada %15-18 artırması beklenebilir. Ancak uyumun etkinliği bölgeden bölgeye değişmektedir. Ortalamada %15-18 arası verim artışı denmesine rağmen uyum çalışmalarının bazı bölgelerde verimi düşüreceği, bazılarında değiştirmeyeceği, bazılarında ise çok artıracağı öngörülmektedir. Doğal olarak uyum çalışmaları hem ortama hem de kişilerin konuyu ne derece ciddiye aldıklarına bağlı olarak değişik sonuç verebilir. Bu nedenle de “eğer uyum sağlamaya çalışırsak verim %15-18 artacak” türü bir yaklaşımdansa “en doğrusunu yapalım ve sonucun iyi olacağını umalım” yaklaşımı daha doğru olacaktır. Uyumun öngörülen faydaları, tropikal bölgelerden ziyade ılıman bölgelerde daha yüksek olacaktır. Ayrıca buğday ve pirinç tabanlı sistemlerin iklim değişikliğine uyum sağlaması mısır tabanlı sistemlere oranla daha kolaydır. Bugün fazla su tüketimiyle yüksek gelir getiren mısır tarımı gelecekte aynı beklentiyle sürdürülecek olursa hayal kırıklığına yol açabilir.

Bir yandan artan gıda talebi ve öte yandan sıcaklıkların 4oC artması küresel ve bölgesel olarak gıda güvenliğine yönelik büyük riskler doğuracaktır. Gıda güvenliğine yönelik bu riskler kutuplardan Ekvatora doğru yaklaşıldığında artma eğilimindedir. 2050 yılına gelindiğinde küresel gıda fiyatlarının, enflasyonu hesaba katmadığımızda %80 artabileceği öngörülmektedir. Gıda üretiminin her basamağı iklim değişikliğinden etkilenecektir. Yalnız üretim ve dağıtım basamakları dışındaki noktaların iklim değişikliğinden ne derece etkileneceğini öngörebilmek fazla mümkün değildir. Mesela bugün Avrupa tahıl ihtiyacını Ukrayna’da karşılamaktadır. İklim modelleri ve tarımsal modelleri kullanarak gelecekte Ukrayna’da ne kadar tahıl üretilebileceğini öngörmek mümkündür. Ama üretilebilecek bu tahılın ekonomik veya politik nedenlerle üretilip üretilmeyeceğini ya da üretildiğinde nerelere dağılacağını hesaplayabilmek matematiksel modellerin beceri seviyesinin ötesindedir. Bunu ancak yaşayarak göreceğiz.

Balıkçılık, su ürünleri yetiştiriciliği ve hayvancılıkta da uyum planlamasının temelinde; uyumun değişik basamaklarda ele alınması yatmak zorundadır. Özellikle balıkçılıkla ilgili ilk basamakta önemli olan deniz ekosistemini değişikliklere karşı dirençli kılmaktır. Benzer önlemler tarım için de geçerlidir. Ne yazık ki günümüzde gerek balıkçılığın gerekse de tarımın tek ürün üzerine yoğunlaşması iklim değişikliği dışındaki problemleri de beraberinde getirmektedir. Tek bir ürün deseni üzerine yoğunlaşmak bu ürünü etkileyebilecek problemlere karşı da savunmayı azaltmak anlamına gelir. Tarlaları ekerken değişik ürünler bir arada yetiştirildiğinde zararlıların tüm tarlayı yok etme olasılığı azalır. Benzer şekilde tek bir balık türüne bağlı ekosistemlerdeki balıkçılık o türe zarar verebilecek herhangi bir sorun çıktığında durma noktasına gelir. Bu nedenle atılması gereken ilk adım ekosistemlerin olası problemlere karşı dirençli hale getirilmesidir.

Biz her ne kadar ekosistemleri dirençli hale getirirsek getirelim aşırı iklim olayları mutlaka karşımıza çıkacaktır. Dirençlilik bu olaylar karşısında almamız gereken ilk önlemdir. Ancak dirençli sistemlerin bile önceden uyarıya ihtiyaçları vardır. Bu nedenle ikinci adımımız gerek denizdeki gerekse de karadaki ekosistemleri devamlı gözlemlemek ve denge noktasından uzaklaşmaya başlandığında gerekli uyarıları yapmaktır.
Sonunda ne kadar önlem alırsak alalım bazı sistemlerdeki değişiklikler o sistemin sürdürülmesini imkansız hale getirebilir. Bu noktada atılması gereken adım da o sistem ve sektörde çalışanları ve oradan fayda sağlayanları hızla başka sistemlere ve sektörlere kaydırmaktır. Su azaldı diye tarım yapmayı bırakmamız gerekmiyor, ama hızlıca daha az suyla verim alabileceğimiz yeni bir ürün desenine geçişi sağlamamız gerekiyor. Ya da diyelim suyumuz tamamen kalmadı, o zaman da tarlamızı güneş santraline dönüştürerek kendimize gelir sağlayabileceğimiz sistemlerin çalışır durumda olması gerekiyor. Burada “sistemden” kastımız da en başta eğitimli işgücü ve sonra bunlara sağlanabilecek kredi olmalıdır. Bir bitki deseninden diğerine ya da bir besi hayvanından diğerine geçişte maddi kaynak sıkıntısı çözülecek olursa diğer problemlerin üstesinden gelinmesi de kolaylaşır.

Günümüzde gıda sistemindeki en önemli problem yetersiz üretimden ziyade üretilen besinin masaya ulaşmasında ve burada bozulmadan tüketilmesinde yatmaktadır. Özellikle masaya ulaştıktan sonra bozulan gıdanın ardında çok daha önemli sistemsel sorunlar yatmaktadır ve o sistemsel sorunları çözmeden boşa giden gıda problemini azaltmak pek de kolay değildir. Alışveriş ve tüketim alışkanlıklarımız, içinde yaşadığımız sistemin bir parçasıdır ve o sistemi iyice sarsmadan bu alışkanlıkların değişmesi çok da kolay değildir. İleride iklim şoklarının sistemi sarsacağına eminim ama önemli olan o şoklar karşımıza çıkmadan dersler çıkartıp önlemleri alabilmektir. Sadece gıda üretiminde değil, gıda işleme, paketleme, taşıma, depolama ve ticaretindeki olası yeniliklerden elde edilebilecek faydalar henüz yeterince araştırılmamıştır. Önümüzde gıda sisteminin tüm faaliyetlerinde bir dizi olası uyum seçeneği bulunmaktadır. Anamur’da muz yetişirken dünyanın diğer ucundan muz taşımak pek makul bir seçenek değildir. Bugün yaşadığımız problemlerin büyük bir kısmını muzu Anamur’dan değil Guatemala’dan getirdiğimiz için yaşamıyor muyuz zaten?

28 Nisan 2019 Pazar

İklim değişikliği geleceğinde turizm

Dün Habertürk'te Bakış programının kaydındaydık. Konumuz iklim değişikliği ve turizm ilişkisiydi. Süre o kadar kısaydı ki konuşamadığımız konular konuştuklarımızdan çok daha fazla oldu. Konuşamadıklarımızdan aklımda kalanları paylaşmaya çalışacağım, hem turizm hem de genelde iklim değişikliğinin etkilediği tüm alanlar açısından işimize yarayabilir.

Bir yandan iklim değişikliğini durdurma, diğer yandan da iklim değişikliği nedeniyle karşımıza çıkacak olan belalara önlem alma açısından ortaya çözüm yöntemleri koyduğumuzda kişiler hemen "olmaz öyle" diye ortaya atılıyorlar. "Kimse bunu kabul etmez", "kimse onu öyle yapmaz", "kimse ona o kadar para vermez", "kimse bu dururken şunu yapmaz". Şimdi size turizmden basit bir örnek vereceğim. Belki bu örnek işinize yarayabilir.

Son buzul çağı ile bugün arasındaki ortalama sıcaklık farkı sadece altı derece. Yani son buzul çağında dünya bugünkünden sadece altı derece daha soğuktu. Ama bu altı derece fark dünya açısından büyük farklılıklar yarattı. İklim değişikliği ile bu yüzyılın sonuna gelmeden dünya altı derece daha ısınabilir. Gözümüzde altı derece daha sıcak kavramını canlandırmakta biraz zorlandığımız için belki buzul çağındaki altı derece soğukta hayatın bugünkünden ne kadar farklı olduğunu anlayabilsek bu gelecekteki belayı da algılamamıza yardımcı olur.

Diyelim bu teknolojik gelişmişlikteyiz ama bundan tam 30 bin yıl öncede yaşıyoruz. Yani uçağımıza atlayıp Mauritus'a tatile gidebiliyoruz veya İnternet üzerinden çeşitli tatil imkanlarını araştırıp en ilgimizi çekeni seçebiliyoruz. Ama bir ufak sorunumuz var, buzul çağının ortasındayız. Buzul çağı şöyle bir bir olgu: Kuzey yarım kürede buzullar yaklaşık 45. enleme kadar inmiş durumda. Yani kabaca Karadeniz'in kuzeyinden itibaren her yer yaklaşık 3 kilometre kalınlıkta buzullarla kaplı. Avrupa'da Alplerin kuzeyinde hayat yok, ABD'nin sadece en güneyinde mantıklı bir yaşam olabiliyor. Bugünkü New York'un hemen kuzeyinde 3 kilometre kalınlıkta buzullar var, Kanada hiç yok. Ülkemizin iklimi ise Norveç'e benziyor. Yazlar soğuk ve yağışlı, kışlar ise çok daha soğuk ve karlı. Akdeniz diye bir deniz yok, sadece Girit Adası'nın güneyinden batıya doğru uzanan büyük bir göl var. Marmara Denizi'nin olduğu yerde de mısır yetiştiriliyor. Karadeniz şimdikinden çok daha küçük bir göl sadece, ama gene de çok derin. Yalnız bugün Sahra Çölü dediğimiz yerde dev bir göl var. O gölün kenarında ise tüm dünyanın en çok ziyaret edilen turistik tesisleri bulunuyor. Soğuktan bunalan İtalyanlar ve İspanyollar tatil zamanında soluğu Libya'nın güneyindeki kumsallarda alıyorlar. Bizim turistlerimiz ise daha çok Sudan ve Somali'yi tercih ediyorlar. Tabii doğal olarak kış turizmi diye bir kavram yok çünkü İstanbul'da zaten 6 ay boyunca kar hiç kalmadığından herkes kızaklar ve kayakla hareket etmeye alışmış durumda. Bizim kadar kar görmeyen ülkeler ise genelde Lübnan'ı kayak için tercih ediyorlar. Ülkemiz kış turizmi için biraz fazla soğuk kabul ediliyor.

Bundan 30 bin yıl önce yaşıyor olsaydık karşılaşacağımız durum buna benzer olurdu. Peki bir turizm yatırımcısı olarak size, "önümüzdeki 100 yıl içerisinde öyle bir yaşama doğru gidiyoruz" desem gene de Antalya'da 5 yıldızlı, her şey dahil konseptli bir otele yatırım yapar mıydınız? Ya da Doğu Karadeniz'de kış turizmi için milyonlarca lira saçar mıydınız? Bundan 20 yıl sonra bugün bildiğimizden farklı bir dünyada yaşayacağımızı ve bu yeni dünya için bugünden hazırlananların sadece başarılı olacaklarını anlayabilseniz gene aynı şekilde davranır mıydınız?

Bundan 20 yıl sonra Akdeniz Bölgesinde Haziran-Ağustos aylarında her gün gündüz sıcaklığı 45 derecenin üzerinde olacak ve Rus turistler Antalya'ya gelmek yerine artık Sochi'yi tercih edecek çünkü Sochi yazın sadece 30-35 derece aralığında olacak. "Sizin artık Haziran-Ağustos değil Ekim-Aralık ve Mart-Mayıs aralığında hizmet vermek üzere yapısal değişikliklere gitmeniz gerekiyor" dediğimizde "kim gelir o zaman Antalya'ya" diyenler gelecekte kaybetmek zorunda kalacaklar.

"Ülkemizde 20 yıl sonra yatırımı karşılayacak süre kayak yapılabilecek merkezlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek, ama geri kalan merkezler yazın yayla turizmi için çok çekici olabilir" dediğimizde "olur mu öyle şey canımi bizim turist denizle kum ister" diyene yukarıdaki senaryoyu baştan anlatmakta fayda var bence. Her gün çöl tozları içerisinde 40 derece sıcakta bunalan insanlar tatilde de 45 derecede kumların içinde uzanmak istemeyebilir gelecekte. Belki de klimayı açmak zorunda kalmadan 25 derece bir hafta geçirmek 20 yıl sonra tercih edilecek tatil biçimi olabilir. "Olmaz" demeden 20 yıl sonra başka bir dünyada yaşayacağımızı ve o dünyanın şartlarının bu dünyadan çok farklı olacağını unutmayın lütfen...