11 Temmuz 2020 Cumartesi

Varoluş Savaşımız

 Küresel ısınmadan kaçmanın bir yolu yok. Isınmayı 3 derecenin altında tutabilmemiz mümkün değil. 3 derece ve üzeri ısınma da geleceğin bugünden çok farklı olacağı anlamına geliyor. Bu farka rağmen yaşamayı becerenler kalacak, beceremeyenler de sorun yaşayacak.

Devletler önce Kyoto Protokolü, sonra da Paris Anlaşması denilen yapılarla bizi oyalamayı başardılar. Paris Anlaşması’nın geçerlik süresi 2030 yılının sonuna kadar. Şimdiye kadar ortaya konan taahhütler yerine getirilecek olsa bile 2030 yılında atmosferi en az 2 derece ısıtacak kadar karbondioksit atmosfere salınmış olacak.Tabii sorun burada da bitmiyor, çünkü Paris Anlaşması 2030 yılında tüm sera gazı salımlarının sıfırlanmasını öngörmüyor. Bu da ısınma 2 derecenin de üzerine çıkacak demek.

Size basit bir hesap: 2050 yılında Türkiye’nin karbondioksit salımlarını 1 ton gibi sembolik bir seviyeye düşürebilmesi için bu seneden itibaren, her sene salımlarını yaklaşık yarıya (%49) düşürmesi gerekiyor. Bu seneyi harekete geçmeden geçirirsek, seneye net %50 azaltıma başlamamız gerekiyor, sonraki seneyi beklersek %52. Adım atmadığımız her sene atacağımız adımların daha da sert olması sonucunu doğuracak. Sizce dünyada böyle bir eğilim var mı? Haklısınız, yok, ben de aynı kanıdayım. O zaman 2050 yılında Dünya’yı karbondioksitten arındırmanın bir yolu yok. 2050 yılına kadar da sıfır karbona düşmediğimizde Dünya’nın 4 derece ısınacak olması neredeyse kesinleşmiş olacak.

“Ama nasıl olur? 2050’de sıfır karbon olursak çözülecekti hani sorun?” derseniz, size bir haberim var, çok fena kandırıldınız. Eski Exxon-Mobil Genel Müdürü, sonra da ABD Dışişleri Bakanı olan Rex Tillerson, “Ben mühendisim, çok akıllıca bir çözüm bulacağımıza inanıyorum.” diyordu. Evet, devletler politikalarını tam da bunun üzerine kuruyorlar. Şimdi masayı sallayıp dengeleri fena halde bozacak önlemler almak yerine, bırakalım her şey böyle yürüsün, ileride bir noktada nasılsa zeki insanlar bir çözüm bulup bizi bu problemden kurtarırlar, diyorlar.

Zeki insanlar (hatta çok zeki olmaya da gerek yok) bir çözüm buldular bile: “Kömür, petrol ve doğal gaz yakmayı bırakın, bunların alternatifleri var ve daha da ucuz olmaya başladı bile.” Bu yapısal dönüşümde varlıklarını kaybedecek tüm sektörler ise sizi bunun imkansız olduğuna inandırmaya çalışıyor. Daha da kötüsü Karbon Tutma ve Saklama (Carbon Capture and Storage) gibi bir şeyin mümkün olduğuna ve gelecekte çok geniş alanlarda kullanılacağına dayanarak bugün harekete geçmemeyi açıklayabiliyorlar. Karbonu tutup yer altında saklamanın bir yolu var. Doğa bunu milyonlarca yıl önce keşfetti: Kömür yapmak, sonra da bu kömürü yerin epey altına gömmek. Yalnız bunun yapılabilmesinde bir sorun var, o da kömürü yaktığımızda elde ettiğimiz enerjinin aynısını, hatta biraz daha fazlasını harcayarak karbondioksidi karbon ve oksijen olarak iki parçaya ayırmak. Bu kadar uğraşacağımıza hazır yerin altında duran kömür, petrol ve doğal gazı çıkartmaktan vazgeçsek? Yok, olmaz! Önce onu çıkartıp yakalım, biz paramızı kazanalım, sonra kuracağımız şirket de çıkan bu gazı yerin altına tepmek için sizden biraz daha para kazansın.

Sonuçta kolayca görebileceğiniz gibi, işimiz bitmiş durumda. Ne gönülsüzce yapılan Paris Anlaşması, ne mühendislik çözümleri ne de karbondioksidi toprağın altına gömmek bizi kurtarabilir artık. Sibirya’nın kutup dairesinin içindeki bir bölge geçen hafta 38 dereceyi gördü. Burası Adana değil, Sibirya, 38 derece, dile kolay. Toprağın altındaki metanın ne hızla eriyip yüzeye çıkmakta olduğunu anlatmıyorum bile. Sibirya, 38 derece.

Geçen senenin Temmuz ayından bu senenin Haziran ayının sonuna kadar sıcaklıklara baktığımızda Avrupa’nın 1.35 derece ısınmış olduğunu görüyoruz. Biz Paris Anlaşması’na göre sıcaklık artışını 1.5 derece ile sınırlamıyor muyduk? Bir yandan sıcaklık artıyor, öte yandan biz kömür yakmaya devam ediyoruz. Perhiz? Lahana turşusu?

Dünya Meteoroloji Örgütü, böyle devam edecek olursak 5 sene içerisinde 1.5 derece ısınma seviyesini geçmiş olacağımızı söylüyor. 2025 senesinde. Neden biliyor musunuz? Çünkü birileri bizimle dalga geçiyor. Bizi susturmak için çözümlerin olduğunu, panik yapmamamız gerektiğini, ekonominin iklimden daha önemli olduğunu falan söylüyorlar. Şimdiye kadar inandık ve dinledik, ama ne yazık ki artık bunu engellemek için çok geç.

Antarktika 1750’den bu yana değil, son 30 senede 1.5 derece ısındı, Dünya’nın geri kalanının 3 katı hızla, böyle devam ettiğinde ne olacak biliyor musunuz? Eriyecek. Eridiği zaman da deniz seviyesi hayal bile edemeyeceğimiz kadar yükselecek. Atmosferde en son bu kadar karbondioksit olduğunda, 3.3 milyon sene önce sıcaklıklar ortalama 3-4 derece daha fazlaydı, deniz seviyesi ise bugünkünün 20 metre üzerindeydi. Oraya doğru gidiyoruz.

Ne yapmalı? Aslında bu, cevabı en kolay soru. Üzerimize bir felaket geliyor. Kaçıp saklanabileceğimiz bir yer yok. Hiçbir şey yapmazsak hepimizi öleceğiz. Bunu anlıyorsunuz değil mi? İnsan neslinin tükenmesinden bahsediyoruz. O zaman yapılacak tek şey birlikte bu gelen felakete karşı savaşmaktır. Bu da kömür santrallerine, kömür santrallerine kömür taşıyan kamyonların önüne yatmak falan değil. O 30-40 sene önce yapılsaydı işe yarardı. Şimdi artık el ele ve birbirimize destek olarak gelen felakete uyum sağlamaya çalışmaktan başka çaremiz yok. Aramızdaki sorunlar neyse, onlar bu gelen felaketle kıyaslandığında hiçbir önem taşımıyor. Hani hep diyoruz ya “zaman artık birlik zamanıdır”. Evet, artık zaman gerçekten birlik zamanı. Sırt sırta durursak insanlık olarak iklim krizini de yenebiliriz, bu savaş artık ideoloji veya zenginlik için değil, varoluş için yaptığımız bir savaştır ve bu savaşı kaybedemeyiz. 


21 Haziran 2020 Pazar

İklim Krizini Nasıl Durduruz?

“İklim krizini nasıl durdurabiliriz?” sorusunu sormadan önce isterseniz daha can alıcı soruyu soralım: “İklim krizini durdurmalı mıyız?” Çoğunuz, “Saçma bir soru, elbette durdurmalıyız.” diyeceksinizdir. Ancak madem durdurmalıyız, neden senelerdir bu yolda çözüm getirici adımlar atılmadı? Demek ki birileri, hem de yüksek yerlerde oturan birileri sizin ya da benim kadar iklim krizinin durdurulması gerektiğine inanmıyor. Peki, neden inanmıyor?

Bunun iki ana nedenini düşünebiliriz: Bulunduğu ortam ve koşullar inanmasına izin vermiyor ya da iklim krizinin sonuçlarının yeteri kadar kötü olacağına inanmıyor. İlki nispeten kolay, bir devletin veya şirketin başında olduğundan, iklim krizini durdurmak için atacağı adımlar çoğu yerde alışılmışın ötesine geçeceğinden, ya da zor olacağından bulunduğu pozisyonun kudretini veya kazançlılığını tehlikeye atabilecektir. Bu nedenle de pozisyonunu tehlikeye atmak istemiyor. Bu doğru bir yaklaşım olmasa da anlaşılabilir bir yaklaşım.

İklim krizinin sonuçlarının yeteri kadar kötü olacağına inanmamak ise çok daha büyük bir problem. Bunun daha küçük kısmı olan cahillik ve umursamazlığı fazla konuşmamıza gerek yok ancak cahil ve umursamaz olmayan, yani konuyu önemseyerek öğrenen ve bu öğrendikleri sonucunda bilinçli bir tercih yaparak sonuçların kötü olmayacağında karar kılanlar en tehlikeli grubu oluşturuyorlar.

İklim krizinin bize ve doğaya fazla zarar vermeyeceğini düşünenler bu kanıya nereden varıyorlar? Bu inanca sahip olanları da kabaca iki gruba ayırabiliriz: İklim krizi felakete dönüşmeden teknolojinin bir çözüm bulacağını düşünenler ve iklim krizinin kötü olduğunu ama bir felakete dönüşmeyeceğine inananlar.

Öncelikle ilk grubu ele alalım ve teknolojinin iklim krizine neden çözüm bulamayacağını açıklamaya çalışalım. İklim krizinin temelinde şu anki yaşam tarzımızın enerji gereksinimi var. Yani, yaşadığımız hayatı sürdürmek için bu kadar fazla enerji tüketmemiz gerekmese iklim krizi diye bir problemimiz de olmazdı. Ne yazık ki enerji yoktan var edilemiyor ve enerji üretim yöntemleri de kısıtlı. Dünyadaki enerjinin neredeyse tamamı da bize Güneş’ten geliyor. Güneş enerjisini sınırsız kabul edebiliriz, güneş enerjisinden kaynaklanan rüzgar ve hidroelektrik gibi kaynakları da aynı kategoriye koyabiliriz, ama kömür, petrol ve doğal gaz gibi bir enerji kaynağı daha yok. Onlar da milyonlarca yıl boyunca bitkilerin biriktirdiği güneş enerjisinden oluşuyor. Bittikleri zaman da yenilenebilir değiller ve ayrıca problemin sebebi de kömür, petrol ve doğal gaz yakmamız. Şunu tamamen içimize sindirmemiz gerekiyor: Kömür, petrol ve doğal gaz gibi yeri kazıp çıkartıp yakacağımız ve bize enerji verecek bir madde daha yok ve olmayacak da. Bu teknolojinin bir eksikliği değil, doğanın yapısı böyle. Ancak mesela; önümüzdeki 20 sene içerisinde buradan Jüpiter’e gidip, atmosferinden hidrojen toplayıp Dünya’ya geri getirip o hidrojeni yakıt olarak kullanmamızı sağlayacak dev uzay tankerleri üretebilirsek çözülür. Yalnız yerden sadece 400 km yukarı çıkabildiğimizi ve Jüpiter’e gitmek için de 2 milyar kilometre yol gitmemiz gerektiğini hatırlayacak olursak, 20 sene içerisinde öyle bir teknoloji geliştirmemizin mümkün olmadığını anlayabiliriz.


Peki Güneş’in yaptığı gibi füzyon ile enerji üretmeyi denesek? Evet, 1950 yılından beri bunu deniyoruz. 1950’de “Bu teknoloji 20 sene içerisinde gerçekleşecek.” deniyordu; 2020 yılında yapılan açıklamalar da aynı şeyi söylüyor. Dolayısıyla kitlesel anlamda enerji ihtiyacımızı gidermek için füzyon gibi teknolojilere de bel bağlamayın.

“Kömür yakmaya devam edelim ama çıkan karbondioksidi yakalayıp yerin altına gömelim.” derseniz karşımızda iki problem var. Öncelikle kömür, petrol ve doğal gaz bitiyor. Sonunu biz görmeyebiliriz, ama çocuklarımızın ya da torunlarımızın göreceği neredeyse kesin. O nedenle de bu fikir bizim neslin enerji sorununu çözebilir belki ama geleceğin değil. Ayrıca karbondioksidi çıkamayacağı bir şekilde yerin altına gömmek aslında çok zor bir teknoloji gerektirmiyor, ama bunu gerçekleştirmek o denli pahalıya geliyor ki o zaman da kömür yakmaya değmiyor. Ucuza mal etmeye çalıştığınızda da çoğu ucuz malda olduğu gibi, kaçıp atmosfere çıkma riski kabul edilemez derecede artıyor. Devletler, Paris Anlaşması gibi durumlarda kömür yakmaktan vazgeçmemek için karbonun bir gün yer altında saklanabileceği üzerine planlar kuruyorlar, yalnız bu teknoloji üzerinde senelerdir çalışmalarına rağmen deneysel çalışmalar haricinde en ufak bir ilerleme sağlanamıyor.

Peki karbondioksidi havadan yakalayıp kimyasal olarak saklasak? Senede atmosfere 50 milyar ton karbondioksit salıyoruz. Bu kadar karbondioksidi kireç taşına dönüştürmek için yaklaşık 60 milyar ton kalsiyum oksit gerekir. Dünyadaki üretim ise bunun sadece %0.6’sı. Yirmi yılda bunu 140 katına çıkartmak imkansız değil ama inanılmaz derecede pahalıya gelir.

Kısacası, teknoloji kömür, petrol ve doğal gaz yerine bir yakıt üretmekte de çıkan karbondioksitten kurtulmakta da bizim yardımcımız olamıyor. Bulutlara kükürt dioksit tozu serpiştirerek güneş ışığını kesmek gibi jeomühendislik çözümleri de bir yandan çözdüklerinden fazla sorun yaratıyorlar, diğer yandan da atmosferde artan karbondioksidin yarattığı problemin dışa vurumunu engellemeye çalışıyorlar, kendisini değil. Kıyaslamak çok hoş değil ama bu Kovid19 günlerinde ateşi çıkan bir hastaya sadece aspirin vererek eve göndermeye benziyor.

İklim krizinin kötü olduğunu ama bir felakete dönüşmeyeceğini düşünenler de fena halde yanılıyorlar. İklim modellerinin her geçen sene daha kötü sonuçlar vermesinin ötesinde karşımızdaki felaketler de iklim modellerinin tahminlerinden daha hızlı ilerliyorlar. Bu nedenle elimizde her şeyin “çok da kötü olmayacağına” dair herhangi bir veri yok, tersine veriler ise her geçen gün artıyor.

Yazımıza “iklim krizini nasıl durdururuz?” diyerek başlamıştık ve nasıl durdurulamayacağını anlattık. Ama bu da bizi çözümle baş başa bıraktı. Bu krizi durdurmanın kömür, petrol ve doğal gaz kullanımına son verirken enerji yoğunluğumuzu da azaltmaktan başka yolu yok. Yani hem bu kadar enerji tüketmeye devam edip hem de iklim krizinin bize zarar vermeyeceğini düşünmek hayaldir, hem de en kısa zamanda vazgeçmemiz gereken bir hayal. Enerji tüketimimizi kısıtlamak ve bununla birlikte hızla enerjiyi yenilenebilir kaynaklardan üretmeye yönelmek tek gerçekçi çözümdür.

11 Nisan 2020 Cumartesi

Sürdürülebilirlik yolunda devletlere düşen görevler

Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları Birleşmiş Milletler üyesi tüm ülkelerin katılımıyla New York’ta Eylül 2015’te kabul edildi. Bunun en kıymetli yanı tüm ülkelerin bu amaçların arkasında durmayı kabul etmiş olmasıdır. Bu amaçlar dünyadaki tüm insanların sürdürülebilirlik yolunda varmayı hedeflediği noktayı bize gösteriyor ancak insanların bu yolda yürümesini sağlayacak olanlar da devletlerdir.

Sürdürülebilirlik yolunda atmamız gereken adımlara baktığımızda bu adımların gerek yatayda gerekse de dikeyde toplumun tamamını ilgilendirdiğini kolayca görebiliriz. Çokça duyduğumuz yorumlardan biri “ama bu amaçlar çok fazla, biz iyisi mi bunlardan birkaçını seçip onlara yoğunlaşalım” şeklindedir. Ne yazık ki sürdürülebilirlik bize bu imkanı tanımıyor. Ülkedeki fakirliğe, eğitim ve sağlık problemlerine fazla önem vermeyip sorunların sadece inovasyon ve teknoloji ile çözüleceğini düşünmek hayalperestlikten başka bir şey değildir. Bu amaçlar tüm ülkelerin üzerinde anlaştıkları en küçük seti oluşturmaktadır. Her ülkenin doğal olarak sürdürülebilirlik yolunda bu setin ötesinde amaçları da olacaktır ve olmalıdır. Ancak devletlere düşen en önemli görev, hiçbir bireyi geride bırakmadan bu amaçlara varılması yolunda organizatör olmaktır.

Yalnız, devlet dediğimiz zaman aslında karşımızda kamuyu temsil eden çeşitli kuruluşları görüyoruz. Bakanlıkların, diğer kamu kurum ve kuruluşlarının ve yerel yönetimlerin sürdürülebilirlik açısından bakıldığında atması gereken adımlar fazlasıyla çeşitlidir.

Basit bir örnek vermek gerekirse: Birleşmiş Milletler’in Sürdürülebilir Kalkınma Amaçlarının 11. maddesi Sürdürülebilir Şehirler başlığını ele alır. Bu amacın altında belirlenen 6. hedef ise “2030 yılına kadar şehirlerin çevreye olan etkisini azaltın. Bunu da hava kalitesine, belediyelerin ve diğer atık toplama yönetimlerin çalışmalarına özel dikkat göstererek yapın” diyor. Burada hedeflenen şehirlerdeki çevresel koşulların ve hava kalitesinin artırılması, çöplerin düzgün toplanması ve ayrıştırılması. Gelin bunun sadece en son kısmına bakalım:

Çöplerin düzgün toplanması ve ayrıştırılması. Diyelim bir büyük şehirde yaşıyorsunuz. O zaman bir büyükşehir belediyeniz, bir de ilçe belediyeniz bulunuyor. Çöpünüzün mahallenizden toplanması ilçe belediyesinin, ayrıştırılması ve doğru bertaraf edilmesi ise büyükşehir belediyesinin görevi. Görevlerdeki bu ayrımı sağlayan ve kontrol eden de Çevre ve Şehircilik Bakanlığı. Yani merkezi hükümet yerel yönetimlerin bu konudaki sorumluluklarını belirleyen kuralları koymakla sorumlu, büyükşehir belediyesi çöpü ayrıştırıp bertaraf etmekle, ilçe belediyesi bu çöpü toplamak ve taşımakla, siz ise bu çöpü doğru biçimde belediyenin toplayabileceği bir şekilde hazırlamakla sorumlusunuz. Bu sorumluluk halkasında oluşabilecek herhangi bir hata bu sürdürülebilir kalkınma hedefinin yerine getirilememesine yol açabilir.
Şimdi tek tek bu başlık altında karşımıza çıkabilecek problemlere bakalım. Mesela, siz evde çöpünüzü ayrı topladınız ve evsel atıkla geri dönüştürülebilir atığı ayrı konteynerlere atmak veya en azından çöp toplama sistemine ayrı ayrı vermek istiyorsunuz, ama ilçe belediyesi böyle bir hizmet sunmuyor. Ne yapacaksınız? Veya siz bunları tamamen doğru yaptınız, ilçe belediyesi de çöpleri ayrı ayrı topladı, fakat büyükşehir belediyesi ayrım işlemi yapmadan çöplerin tamamını boş bir araziye döktü. Ne yapmak gerekli? Ya da herkes görevini yerine getirdi, ama siz geri dönüştürülebilir atıkla evsel atığı ayrıştırmadan çöpe attınız. Kolayca görebileceğimiz gibi, çöpün oluştuğu noktadan itibaren sürdürülebilir bir atık sisteminin oluşabilmesi için tüm sorumluların üzerlerine düşen yükümlülüğü bilmeleri ve yerine getirmeleri gerekiyor.


Peki tüm bunlar yeterli mi? Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları 11.6’ya göre yeterli. Ama sürdürülebilirlik açısından yeterli mi? İşte burada kurum ve kuruluşların esas sorumlulukları devreye girmek zorunda. Çöpün düzgünce toplanmasını ve ayrıştırılmasını neden istiyoruz? Öncelikle insanların yaşadığı çevrenin temiz olabilmesi için. Ülkemizin çoğu yerinde düzenli çöp toplama hizmeti veriliyor. Oysa dünyanın özellikle az gelişmiş ülkelerinde böyle bir hizmet söz konusu değil. Dolayısıyla çöplerin düzenli olarak toplanabilmesi açısından bizim hedefimiz %100 olmak zorunda. Az gelişmiş ülkeler de bu hedefi kendi durumlarına göre belirlemeliler. Çöplerin ayrıştırılması ise malzeme kullanımında sürdürülebilirliğin sağlanabilmesi amacını taşıyor. Çöplerin içinde geri dönüştürülebilecek malzeme ile dönüştürülemeyecek malzemeyi ayrı toplayacak olursak ne olacak peki? Bugün ne oluyor? Çöpler birlikte toplandığında merkezden epey uzaktaki bir ayrıştırma merkezine kadar birlikte taşınıyor, orada ayrıştırılıyor. Geri dönüştürülemeyecek kısmı ya yakılıyor ya da gömülüyor, geri dönüştürülebilecek kısmı da büyük ihtimalle epey bir mesafeki geri dönüştürme tesisine taşınıyor. Oysa çöpler ayrı toplanacak olsa bu taşıma sorunu büyük ölçüde çözülmüş olurdu.

Ama burada çok daha temel bir sorunumuz var. Ülkemizde atık konusu bu kısıtlı bağlamda irdeleniyor. Sıfır atık politikası dediğimizde anladığımız şey ise aynı bu yukarıda tanımladığımız usul. Çöpün kaynağında ayrılması, düzgün bertarafı ve geri dönüştürülebilen kısmının ekonomiye kazandırılması. İşte devletin sürdürülebilirliğe katkısı bu noktada gerekli, çünkü bu sistem sürdürülebilir değil. Az gelişmiş bir ülke bu kadarını yapacak olsa onlar için büyük bir aşama sayılabilir fakat bizim gibi bir devletin bununla yetinmemesi gerekiyor. Unutmayalım, Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları sadece bir minimumu bize gösterir. Devletlerin ve yerel yönetimlerin görevi bunların içinden istediklerini uygulamak değil bu amaçları sürdürülebilirlik yolunda geliştirmek ve ilerletmektir.

Mesela çoğumuzun kullandığı poşet çayların kaç kat ambalajla bize ulaştırıldığını biliyor musunuz? En az beş desek? Bu çay kutuları büyük kutular içerisinde marketlere taşınıyor. Sonra kutunun etrafını saran bir de jelatin var. Sonra her bir çay poşeti ayrı ayrı kağıt kılıflara sarılmış durumda, bir de poşetin kendi bez yapısı var. Bunun tamamına gerek var mı? Asıl devlet düzenlemeleri halka satılan mamullerde gereksiz ambalajı azaltarak atık üretmemek üstüne kurgulanmamalı mı?
Ülkemiz binlerce yıldır tarım yapılan bir bölgede yer alıyor. Bunca senedir sürekli kullanılan topraklarımız artık yorulmuş durumda. Bu toprağa atılan kimyasal gübre de artık toprağın verimini artırmaya yetmiyor. Oysa evdeki uygun besin atıklarından kompost yaparak toprağımızı zenginleştirmek elimizde. Yalnız bir problem var, çoğumuz şehirlerde yaşıyoruz ve olsa olsa kent bahçelerinde toprağa dokunuyoruz. Yerel yönetimler bizden geri dönüştürülecek atıklar yanında kompost yapılacak atıkları da ayrı toplasa, kompost uygulamasından sonra kent çevresindeki tarımsal alanlara bunu verse ve tarımsal çabanın daha az kimyasal içermesine katkıda bulunsa güzel olmaz mı? Çok güzel olmanın ötesinde hem atık miktarımızı azaltırız, hem de SKA 11.A’da istendiği gibi şehirle, şehir çevresinde yaşayan kırsal arasında da önemli bir bağ kurmuş oluruz.

Sürdürülebilirlik açısından bakıldığında aslında bizim neredeyse hiçbir şeyi çöpe atmamamız gerekiyor. Nesneleri yenileyerek kullanmalıyız, tamir ederek kullanmalıyız, bizim işimiz bittiğinde başkaları kullanmalı, başka işlere de kullanmalı ve en sonunda, yapacak hiçbir şey kalmadıysa geri dönüşüme atmalıyız. Geri dönüşüm ilk değil son çare olmak zorundadır. Şirketlerin uyguladığı planlı eskitme stratejisine kullanıcı olarak biz karşı çıkamayabiliriz ama kanunlar bu stratejinin uygulanabilmesini zorlaştırabilir. Devletlerin sürdürülebilirlik açısından en büyük katkısı da bu noktadadır. Sürdürülebilirlik sonsuza kadar büyümek değildir. Sürdürülebilirlik elimizdeki kaynakları sonsuza kadar idare etmektir. Bunun için de eskiyenleri atmak değil onarıp yeniden kullanabilmek gerekir. Bunu sağlayabilmek için de devletin bu anlayışa sahip olması gerekir. 

Atık örneğinden yola çıkarak sürdürülebilirlik bağlamında bireylere, yerel yönetimlere ve devlete düşen ödevleri açıklamaya çalıştım. Bunu Sürdürülebilir Kalkınma Amaçlarının herhangi bir başlığından da başlayarak yapabiliriz. Atık problemi sürdürülebilirliğin karşısındaki büyük problemlerden bir tanesi ama daha bir sürü problemimiz de var.

1 Nisan 2020 Çarşamba

Gezegenimizin Sınırları

 

İnsan nüfusu son Buzul Çağı’ndan çıkıldığında yaklaşık 4 milyondu. Bu sayı milattan önce 1000 yılında 50 milyonu, milattan sonra 1000 yılında 300 milyonu buldu. İnsan nüfusu ve o nüfusun doğayı etkileyebilme kapasitesi bu ölçekte kalmış olsaydı gezegenin sınırlarından bahsetmenin fazla bir gereği yoktu. Ancak insanlık hem sayısal anlamda hem de doğaya etki bağlamında büyüdüğü için bugün artık “Gezegenin sınırlarına ulaştık mı?” sorusu her açıdan dikkatle incelememiz gereken bir konu.



Bilim insanları tarafından dikkatlice incelenen bu sınırlardan bazılarına çok yakınız, bazıları ise daha tehlike içerisinde değil. Bu sınırları en yakın ve en tehlikeliden başlayarak sıralayalım:

1. İklim Değişikliği:

18. Yüzyılın başından bu yana endüstriyel anlamda kömür çıkartıp yakıyoruz. Buna daha sonraları petrol ve doğal gaz da eklenince atmosfere saldığımız karbondioksit gazının (CO2) miktarı her geçen gün artmakta. CO2 atmosferden görünür ışığın girmesine engel olmadığı için güneşin dünyayı ısıtmasına engel olmaz. Ancak ısınan dünya ısısını kızılötesi ışıma ile uzaya yaymaya çalıştığında CO2 buna engel olur. Bu nedenle CO2 gibi gazlara sera gazları diyoruz. Aynı gruba doğal gazın ana bileşeni olan metan gazı, ozon ve diazot monoksit gazı da girmektedir. Yalnız bu sera etkisine en fazla CO2 gazı neden olduğundan iklim değişikliğinin ana sorumlusu CO2 gazıdır diyebiliriz.  

Saldığımız tüm sera gazları ile birlikte karşımıza çıkan en önemli tehdit, bu kararlı iklimin bozulması ihtimalidir. Eğer şu anda yapmakta olduğumuz salımlara aynen devam edecek olursak bu yüzyılın sonuna kadar küresel ortalama sıcaklıkların yaklaşık 4-6 oC aralığında artması beklenmektedir. Bunun bizim açımızdan anlamı, son 12000 yılda insanlığın bugünkü haline gelmesine önemli katkıda bulunmuş olan kararlı iklimin ciddi biçimde kararsızlaşmasıdır.

2. Deniz Sularının Asitlenmesi:

Küresel iklim değişikliğinin nedeni atmosferdeki sera gazlarının oranındaki artıştır. Bu sera gazlarının başında ise CO2 gelir. Gazlı içeceklerden de bildiğimiz gibi atmosferdeki CO2 suyun içerisinde çözülerek karbonik asit oluşturur. Atmosferde ne kadar fazla CO2 varsa, o kadar fazla CO2 suyun içerisinde çözülerek suyun asitlenmesine neden olur. Bugün için atmosfere saldığımız CO2 gazının yaklaşık %25’i denizler tarafından emilmektedir.

Denizde yaşayan canlılar deniz suyunun sıcaklığına ve asitliliğine karşı çok hassastırlar. Denizlerdeki besin piramidinin temelini oluşturan mikroskobik kabuklu planktonlar suyun pH oranına son derece hassas yapıdadırlar. Bu canlıların CO2 kimyası açısından iki önemli faydası bulunmaktadır. İlki, bu canlılar deniz suyundan aldıkları karbonik asidi kalsiyum ile birleştirerek kendilerine kabuk yaparlar. Öldükleri zaman da deniz dibine çökerek kabuklarındaki kalsiyum karbonatı uzun süreliğine karbon döngüsünden çıkartmış olurlar, yani bu canlılar doğanın CO2 yutaklarıdır.  Bu tür planktonların önemli ikinci faydaları da fotosentez yaparak deniz suyundaki CO2 oranını düşürmeleridir. Bu, doğanın en önemli denge mekanizmalarından biridir.

Ancak deniz suyunun asitlenmesi bu canlıların kabuk yapmalarına engel olmaktadır. 1990-2010 aralığında dünya denizlerinin ortalama pH değeri 8.13’ten 8.08’e düşmüştür. Atmosferdeki CO2 oranındaki artış böyle devam edecek olursa bu denizlerdeki pH değeri 21. yüzyılın sonunda 7.8 seviyesine düşecektir. Bu da denizlerde yaşayan fitoplanktonların artık kabuk yapamaz hale gelmesi anlamını taşır.

3. Stratosferdeki Ozon İncelmesi:

Güneşten dünyaya gelen ışımanın %9’luk kısmı mor ötesi ışıma olarak dünyaya ulaşmaktadır. Işığın dalga boyu kırmızıdan mora doğru değiştiğinde enerjisi de artar. Mor ötesi ışımanın taşıdığı enerji kırmızı ışığın taşıdığı enerjinin birkaç katıdır. Bu nedenle morötesi ışınları taşıyan fotonlar canlıların derilerine ulaştıklarında buradaki hücrelerde hasara yol açabilirler.

Atmosferimizde bulunan ozon gazı bu morötesi ışınların çoğunun geçmesini engelleyerek  yüzeydeki canlıları zarardan korur. Gelişen teknolojiler içerisinde soğutma gazı ve püskürtme gazı ihtiyacına karşılık vermek için üretilen kloroflorokarbon (CFC) bileşiklerinin atmosferde yükselerek ozon tabakasına zarar verdikleri 1980’lerin başında ortaya kondu.

Kloroflorokarbon bileşikleri 1987 yılında imzalanan Montreal Protokolü ile kullanımları yasaklandı. Azalan kloroflorokarbon kullanımına rağmen bu bileşiğin atmosferde uzun süre kalabilmesi nedeniyle ozon tabakasındaki incelme sadece yavaşlamıştır. 2020’lerden sonra bu incelmenin durup doğanın kendisini yavaş yavaş tamir edeceği ve gezegenin güvenli sınırlarına geri döneceği beklentisi vardır.

4. Biyoçeşitlilik Kaybı:

Dünyada biyolojik çeşitlilik şimdiye kadar yanardağ patlamalarından göktaşı çarpmalarında kadar değişen nedenlerle en az beş kez sekteye uğramıştır. Bu olayların tamamında dünyadaki canlı türlerinin sayısı ciddi anlamda azalmıştır. Bu olayların her birinden sonra hayatın eski canlılığına kavuşması milyonlarca yıl sürmektedir. Bu nedenle biyoçeşitlilik kaybı en önemli gezegensel sınırlardan biridir.

Canlı yaşamı tüm dünya sistemindeki kararlılığın en önemli unsurlarından biridir. Genetik çeşitlilik canlıların milyarlarca yıldır üzerinde yaşadığı kaya parçasında tutunabilmesinin en önemli nedenidir. Ortaya çıkabilecek felaketler bir canlı türünü yok edecek olsa bile bir diğer canlı türü bu felakete dirençli olmasını sağlayacak genetik yapısından dolayı hayatta kalmayı başarmıştır.

5. Karasal Alan Kullanımındaki Değişim

Tohumlardan bitki üretmeyi öğrendiğimiz andan bu yana dünyanın buzla kaplı olmayan kara alanlarının yaklaşık %40’ı insan nüfusunu beslemek için tarım alanına ve barındırmak için şehirlere dönüştürülmüştür. Doğal alanlardaki bu azalma biyolojik çeşitliliğin azalmasının ardındaki ana nedenlerden de biridir. Bu nedenle karasal alan kullanımındaki değişim de gezegenimizin sınırlarından bir tanesidir.

Karasal alan kullanımındaki değişimin en önemli götürülerinden biri orman alanlarının kaybıdır. Tropik orman alanları hem biyolojik çeşitliliğe sahip olmaları hem de karbon yutağı olmaları nedeniyle büyük önem taşımaktadır. Son yirmi yılda artan bir şekilde tropik kuşakta yer alan Amazon, Kongo ve Endonezya tropik ormanları ticari tarım ve hayvancılığın baskısı altındadır.

6. Tatlı Su Kaynaklarındaki Azalma:

Dünyanın dörtte üçü su ile kaplıdır. Ancak bunun çok küçük bir kısmı bizim kullanabileceğimiz tatlı sudur. İklim değişikliği, ormansızlaşma ve çevre kirliliği gibi faktörler zaten kısıtlı olan tatlı su kaynaklarını daha da tehlike altına sokmaktadır. Özellikle içinde yaşadığımız Akdeniz Havzası’nda 21. yüzyılın sonunda bugünle kıyaslandığında tatlı suya ulaşım imkanı %50 oranında azalacaktır. Tatlı su akışının %25 ve daha fazla kısmını kaybeden bölgelerde ekosistemlerin ve tarımsal besin kaynaklarının tehlikeye girmesi kaçınılmazdır. Tatlı su kaynaklarındaki azalmayı gezegensel sınırlar açısından önemli bir problem haline getiren de karasal biyolojik sistemlerin tatlı suya olan vazgeçilmez bağımlılığıdır.

İnsan nüfusunun artışı ve her insanın ihtiyacı olan suya kavuşması gerekliliği bir arada değerlendirildiğinde gelecekte bugünkü tatlı su kullanımından çok daha yüksek değerlere ulaşacağımız çok büyük bir ihtimaldir. Bundan dolayı tatlı su kullanımının küresel bazda düzenlenmesi ileride oluşabilecek politik sorunların da önlenmesi açısından büyük önem taşımaktadır.

7. Biyojeokimyasal Döngülerdeki Değişiklikler:

İnsanlığın tarımsal üretimi doğanın sağladığından çok daha fazla azot transferi gerektirdiğinden teknolojik olarak havadan bitkilerin metabolize edebilecekleri nitrat veya amonyak gibi azot bileşikleri elde etmenin yolları icat edilmiştir. Bugün insanlık doğada mikroorganizmaların sağladığının yaklaşık iki katı azotu tarımsal gübre olarak toprağa bırakmaktadır.

Toprağa koyduğumuz gübre toprakta kalacak olsaydı bu önemli bir sorun yaratmazdı. Ancak toprağa atılan aşırı gübrenin yaklaşık yarısı vahşi sulama ve doğal yağışlarla birlikte deniz ve göllere taşındığından karşımıza ciddi bir sorun olarak çıkar. Bu aşırı gübrenin diğer yarısı da başta kuvvetli bir sera gazı olan diazot monoksit olmak üzere çeşitli azot bileşikleri halinde atmosfere geri döner.

Gübre olarak toprağı beslemekte kullanılan bir diğer element de fosfordur. Yer altında çıkan fosfor bitkiler tarafından kullanıldıktan veya aşırı gübre olarak denizlere taşındıktan sonra çökelerek yerkürenin, yani kayaların bir parçası olur. Yalnız fosfor konusunda karşımızda iki tür gezegensel sınır vardır. Bu sınırların ilki, aynı azot bileşiklerinde olduğu gibi, fosforun da deniz ve göllerde alg ve yosunların hızlı büyümesine neden olup çevrelerindeki canlı hayatı ve çeşitliliği yok etmesidir. Ayrıca karbon ve azottan farklı olarak fosfor tükenebilir bir kaynaktır. Şu an tarımda kullanıldığı oranda fosfor kullanılmaya devam edecek olursa dünyadaki fosfor yataklarının önümüzdeki 50-100 sene içerisinde tükenmesi beklenmektedir.

8. Atmosferdeki Aerosol Miktarındaki Artış:

Aerosoller atmosferdeki küçük parçacıklardır. Bu parçacıklar katı veya sıvı olabilirler. Aynı zamanda bu parçacıklar doğal veya endüstriyel yollarla üretilmiş olabilirler. Doğal yolla atmosfere karışan aerosollerin başlıca üretim yeri denizlerdir. Dalgaların köpüklerindeki tuz kristalleri rüzgarlar tarafından taşınarak atmosferdeki aerosollerin önemli bölümünü oluşturur. Aynı zamanda büyük orman yangınları ve yanardağ patlamaları da atmosfere aerosollerin çıkmasına neden olurlar. Dolayısıyla aerosoller hava kirliliğinin en önemli sorumlusudur.

9. Kimyasal Kirlilik:

Gezegensel sınırlar açısından sayılara en zor dökülebilen sınır kimyasal kirliliktir. Bu kirliliğin kaynakları çok çeşitli olduğundan sebeplerini belirlemek çok zordur. Bu kimyasalların etkileri de çok değişik olduğundan sonuçlarını öngörebilmek neredeyse imkansız olabilmektedir. Burada dikkat edilmesi gereken önemli nokta, bu kimyasalların üretildikleri zamanda verecekleri zarar konusunda kimsenin bilgi sahibi olmamasıdır. Bu nedenle kimyasal kirliliğe yol açan maddeleri sınıflandırmak ve sınırlandırmak açısından sınırlar belirlemek kolay değildir. Ancak kimyasal kirlilik alanında alınması gereken en temel önlem kimyasal maddelerin doğada bulunmalarına dikkat etmek ve bu maddelerin doğada bulundukları konsantrasyonu aşmamaktır.

Gezegenin sınırları olarak sıraladığımız bu maddeler bize insanlığın gelişmesinin önündeki ekolojik sınırları veriyor. Yani insanlık ne denli gelişirse gelişsin, bu sınırlar içerisinde kalma prensibini ekonomik büyümenin önüne koymak zorundadır, çünkü insanlar birbirleriyle pazarlık edebilirler ama doğa ile pazarlık mümkün değildir. Bu ekolojik sınırlardan biri ya da birkaçı kalıcı olarak aşılacak olursa doğaya ve dolayısıyla da insanlığa geri dönülemez zararlar verilmesi kaçınılmazdır. Bu gezegensel sınırların birçoğu da birbirleri ile iç içe geçmiş olduklarından sadece birinin aşılması diğerlerinin de sınırlarına yaklaşılması veya sınırlarının aşılması sonucunu doğurabilir.

16 Mart 2020 Pazartesi

Çekirge Sürüleri

Çöl çekirgelerinin iki yaşam düzeni var. Bu çekirgeler normalde az su bulunan ortamlarda yaşadıklarından birbirlerinden uzak, bireysel yaşamlar sürdürüyorlar. Ancak su miktarı artacak olursa bu çekirgeler de bir faz dönüşümü geçirerek sürü halinde dolaşan ve hızla üreyen canlılar haline dönüşüyorlar. Tam bu dönüşümü geçirdikleri sırada müdahale edilecek olursa yayılmaları önlenebiliyor. Ama sürü haline geldikten sonra yayılmalarının önlenmesi hayli zor.

Çekirge sürülerinin yayılmasının önlenmesi için başlıca iki yöntem kullanılıyor. Bunların ilki kolayca tahmin edebileceğiniz üzere kimyasal mücadele. Kimyasal mücadelede genellikle chlorpyrifos denen haşere ilacı kullanılıyor. Bu ilacın en önemli avantajları  stoklarda bolca bulunması veya hızlıca üretilebilmesi. Yani bir yayılma başladığında bu ilacı hızla kullanarak yayılmayı engellemek mümkün. Ancak bu ilaç da bildiğiniz gibi, çekirge veya başka bir böcek ayrımı yapmadan canlıları öldürüyor, hatta insanlar için bile zararlı. Bu nedenle de ayırım göstermeden her yerde kullanılmasına imkan yok çünkü eninde sonunda doğaya ve insanlara büyük zarar verme kapasitesi var.

Çekirge sürülerinin yayılmasını engellemekte kullanılan ikinci yöntem ise doğrudan çöl çekirgelerine zarar veren başka bir canlıyı kullanmak. Metarhizium anisopliae mantarı bu çekirgelerin içinde büyüyor ve ölmelerine neden oluyor. Başka canlılar da bundan zarar görmüyorlar. Bu yöntem çok daha faydalı gibi görünse de iki önemli sorun içeriyor. Metarhizium anisopliae bir tarım ilacı olmadığından stoklarda bulunmuyor ve üretilmesi gerektiğinden de müdahale gecikebiliyor. Ayrıca bir böcek ilacı gibi püskürtülmesinin ardından hemen öldürmediği için de çiftçiler tarafından çok sevilmiyor.

Yalnız bu iki çözümün arkasında da paranın durması gerekiyor. Ne böcek ilaçlarını ne de mantarları bedavaya alabilmek mümkün. Çekirge sürülerinin bela olduğu bölgelerin önemli bir kısmını da maddi kaynakları kısıtlı ülkeler oluşturuyor. Bundan dolayı böcek ilaçlarını da mantarları da stoklayarak gerektiğinde acilen kullanabilmeleri mümkün değil. Bu nedenle de çekirge sürüleri büyük sorun yaratmaya devam ediyor.

Maddi imkansızlıkların ötesinde politik istikrarsızlık da acil önlem alınmasını engelleyen bir diğer öge. Arap Yarımadası’nın güneyi ve Afrika’nın doğusu bugün için çoğu uluslararası yardım kuruluşlarının bile giremediği noktalar. Bu bölgede açlıktan ölen insanlara bile yardım götürülemezken üreyen çekirgelere müdahale edilmesini beklemek fazlasıyla iyimserlik olabiliyor.

Tüm bu sorunların üzerine bir de iklim değişikliği eklendiğinde çekirge sürüleri gerçek bir felaket halini alıyor. Şu an için ülkemiz açısından bir tehlike arz etmiyorlar. Bunun en önemli sebebi de ülkemizin çekirgelerin keyfi açısından bakıldığında fazla serin olması. Ama yaz boyunca artacak olan sıcaklıklar çekirgeleri de bize doğru hareketlendirebilir. Dolayısıyla bizim de bu açıdan hazırlıklı olmamızda fayda var.

Günümüzde iklim değişikliğini herhangi başka bir konudan ayırmak hayli zorlaştı. Çekirge sürüleri de buna bir istisna değil. Çekirge sürüleri iklim değişikliğinden önce de vardı, muhtemelen biz gittikten sonra da var olmaya devam edecek. Belirttiğim gibi, çekirge sürülerinin varlığı iklim değişikliğine bağlı değil ama bu iklim değişikliğinden etkilenmiyor anlamına da gelmiyor. Açıklayalım: 

2018 yazının başında Mekunu Siklonu Arap Yarımadası’nı vurdu. Bu siklon Umman ve Yemen’de normalde çöl olan bölgelerde küçük gölcükler oluşmasına neden oldu. Bu gölcüklerin etrafında hızla büyüyen bitkiler de çöl çekirgelerinin sayısının hızla artmasına ve sürü seviyesine gelmesine yardımcı oldu. Bunun ardından Ekim ayında gelen Luban Siklonu kış koşullarında ölüp gitmesi beklenen bu sürünün beslenerek güçlenmesine neden oldu. Ilıman geçen 2018 kışı ise sürünün 8000 kat büyümesiyle sonuçlandı. Sürü 2019 yazında Doğu Afrika’ya doğru hareketlendi. Normalde kurak olmasına alıştığımız bu bölge de 2019 baharı ve yazında aşırı yağışlıydı. Avustralya’nın kurumasına ve yanmasına imkan tanıyan Hint Okyanusu Dipolü’nün pozitif fazında olması Doğu Afrika’nın da normalden fazla yağış almasına neden oldu. Doğu Afrika 2019 yılında tam sekiz siklonun hedefi oldu ve normalden %300 daha fazla yağış aldı. Bundan dolayı da bitkiler aşırı büyüdüler ve bugün ortaya çıkmış olan çekirge felaketine de besin sağladılar.

Basitçe bu felaketi anlatmak gerekirse, her çekirge günde 2 gram besin alıyor. Bu göze fazla görünmeyebilir ama bu sürüde 20 milyardan fazla çekirge var. Bunlar birlikte 3.5 milyon insanın günde yiyebileceği kadar besini tüketiyorlar. Bu da zaten kıtlıkla baş etmeye çalışan bölge insanları açısından önemli bir felaket anlamına geliyor. 

Peki, iklim değişikliği gelecekte çekirge sürülerini etkileyecek mi? Büyük olasılıkla evet. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi, Hint Okyanusu Dipolü pozitif fazında olduğunda Avustralya normalden daha az, Afrika’nın doğusu da normalden daha fazla yağış alıyor. Nasıl Avustralya’da görülmekte olan yangınların orta ve uzun vadede artması bekleniyorsa, Arap Yarımadası ve Afrika’nın doğusundaki yağışların da benzer şekilde artması bekleniyor. Bunun nedeni de Hint Okyanusu Dipolü’nün iklim değişikliğinin etkisiyle daha fazla pozitif fazda kalması.

20. yüzyılın başlarında her 30 yıllık dönemde Hint Okyanusu Dipolü’nün ortalama 4 kez pozitif fazda olduğu görülürken son 30 yıllık dönemde Dipol 10 kez pozitif fazda bulunmuş. Geleceğe dair öngörüler de iklim değişikliği 1.5oC ile sınırlanmayacak olursa Hint Okyanusu Dipolü’nün çoğunlukla pozitif fazda olacağını ve hatta sıcaklıklar daha da artacak olursa bu pozitif fazın kalıcı bile olabileceğini söylüyor.

16 Şubat 2020 Pazar

İklim değişikliği ve tarımdaki verim azalışı

2019 yılı insanlık tarihinde yaşanmış olan en sıcak ikinci seneydi. 2020 senesi muhtemelen 2019’dan da sıcak olacak. Gelecekteki pek çok senenin ortalama sıcaklığı da bugünleri aratacak. Bununla birlikte yağış rejimlerindeki değişiklik toplam yağışta bir değişiklik getirmese de bize gerekli olan su miktarının azalmasına yol açacak. Bir de bunun üzerine hızla artmakta olan insan nüfusunu eklediğimizde kendimize yarattığımız problem kolayca anlaşılabilir. Bunun üzerine bir de problemin boyutunu görmezden gelerek kömür, petrol ve doğalgaz yakmaya devam etmemiz eklendiğinde durumumuzun kötüden felakete doğru gittiğini görebiliriz.
Geçmişe dönüp baktığımızda ise yaşadığımız son buzul çağının bugünden 6 derece soğuk olduğunu görüyoruz. Çok daha kısıtlı bir bölgede yaşayan az sayıda insan bile yeterli besin bulamadığından neredeyse yok olmanın sınırına gelmiş. Şimdi 6 derece daha sıcak bir dünyaya doğru gidiyoruz. Bu daha sıcak dünya aynı son Buzul Çağı’nda olduğu gibi besin üretebileceğimiz alanları kısıtlayacak. Yalnız bu sefer çok daha önemli bir sorunumuz var. Nüfusumuz yüzlerle ya da binlerle değil milyarlarla ölçülüyor ve her geçen gün de artıyor. İklim krizi de bu artan nüfusa yakın bir zamanda besin sağlamamızı çok zorlaştıracak gibi görünüyor.


Bilim insanları gelecekteki iklimi modelleyebilmek için atmosferde gelecekte ne kadar karbondioksit olacağını bilmek zorundalar. Bu modellerde kullanılan tahminler de bizler için çok iyimserden kötümsere kadar gelecek senaryoları yaratıyorlar. Ancak zaman geçtikçe bu senaryolara dönüp baktığımızda aslında ortalamda değil en kötümser senaryoya göre hareket etmekte olduğumuzu anlıyoruz. Bu en kötümser senaryolar da bu yüzyılın sonunda dünyadaki ortalama sıcaklığın 6 derece artacağını söylüyor.

Resmi rakamlara göre bugün dünyada 821 milyon kişi her gece yatağa aç girerken üretilen besinin de üçte biri tüketilemeden çöp oluyor. Bu zarar oranı gelişmiş ülkelerde çok daha yüksek. Çöpe giden bu gıda üretimini aç insanlara ulaştırdığımızda gıda sorununu da çözmüş olacağımızı düşünerek sorunu küçümseme yoluna giriyoruz. Oysa bu problem görüldüğü kadar basit değil. Kolaylıkla dünyanın bir noktasından başka bir noktasına taşınabilen besinler zaten bozularak çöpe giden besinlerin içerisinde ufak bir azınlığı oluşturuyor. Bu nedenle de ABD’de tüketilmediği için bozulan sütü Etiyopya’daki bir çocuğa ulaştırarak bir ihtiyaca çare olmak o kadar da kolay değil. Tüm ulaşımın da atmosfere karbondioksit salarak iklim krizini artırma yolunda etki gösterdiğini de unutmamalıyız. Ayrıca besinin önemli kısmının çöpe gittiği ülkelerdeki doğum oranları da açlığın hüküm sürdüğü ülkelere oranla çok daha düşük. Bu da bir yanda tokların sayısı azalırken öte yanda açların sayısının da artacağını bize gösteriyor. 


Çözüm var mı? Elbette var. Ama bu çözümler için herkesin rahatını ciddi biçimde bozması gerekiyor. Özellikle “tok” ülkelerde yaşayan insanlar ve onlar tarafından örgütlenen endüstriyel tarım şu andaki düşünce yapısıyla bu problemleri çözebilecek seviyede değil. Konu sadece teknik olmuş olsaydı çözüm bulmak çok daha kolay olabilirdi ancak sistem sorunlarını aynı kolaylıkla çözemeyiz. Ne yazık ki bu sorunların çözülmesi için bugünkü sistemin ötesinde bir yaklaşıma ihtiyacımız var.

Öncelikle şunu bilmeliyiz: Bölgemizde ve dünya genelinde su ihtiyacı her geçen gün artıyor ve artan nüfusa oranlandığında su stresi çözüm bekleyen bir problem olarak karşımıza geliyor. Bugün için hızlı nüfus artışına sahip ülkelerin önemli bir kısmı tarımsal su kullanımı açısından da su stresinde olan ülkeler. 

İklim değişikliği sadece verim azalmasına neden olmayacak. Dünyanın önemli bölgeleri de iklim değişikliği sayesinde daha fazla verim almaya başlayacak. Ancak gelecek zaman içerisinde verim azalması yaşayacak bölgeler ve bu verim azalmasının şiddeti dikkate alınacak olursa muhtemel kayıpların muhtemel kazançtan çok daha fazla olacağını görebilmek zor değil.

Ayrıca küresel besin ihtiyacının her on yılda %14 artması bekleniyor. Tarımsal alanlardaki büyümenin de artık kısıtlı olacağını düşünürsek besin ihtiyacındaki bu artışın verim artışıyla karşılanması gerekiyor. Oysa iklim değişikliği ortalama bir verim artışından çok verim azalması sorununu beraberinde getirdiğinden bu sorunlara uyum sağlamak zorundayız. Üzerinde yaşamakta olduğumuz ılıman kuşakta iklim değişikliğine uyum sağlayarak verim artışı elde etmemiz mümkün olacak ama durum ne olursa olsun verimdeki kaybın azalması gelecekteki ihtiyacı karşılayacak bir boyutta olmadığından tarım dışındaki çözümlerin masaya yatırılması gerekiyor. Her ne kadar nüfus kontrolü çoğu tartışmada ilk konu dışında bırakılan önlem olsa da bu nüfus artış oranıyla her on yılda sağlanması gereken %14’lük verim artışına ulaşabilmemiz başka şekilde mümkün görünmüyor. 

18 Ocak 2020 Cumartesi

Avustralya yangınlarının nedeni: Hint Okyanusu Dipolü

Doğada gördüğümüz yangınlar yaşam döngüsünün bir parçasıdır. Yanarak patlayan kozalaklardan saçılan tohumlar çam ağaçlarının tekrar büyümesinin temelini de oluştururlar. Zayıf ağaçlar bu şekilde ormandan temizlenir ve orman böylece daha sağlıklı ve güçlü olur. Bazı kuşlar bu yangınları yayarak kendilerine besin bulurlar. Bazı canlı türleri bu yangından korunmak için kendilerine bir kovuk kazma becerisini geliştirirler. Yangınlar bazı yıllar daha sık görülür, sonra da uzun süre görülmeyebilir. Bunların tümü doğaldır. Biz olmadan önce doğa böyle işliyordu, biz yok olduktan sonra da böyle işlemeye devam edecek.

Avustralya bu yangınların bolca görüldüğü coğrafyaların başında geliyor. Bizim “orman yangını” dediğimiz yangınlar oradaki bitki örtüsü daha çok maki benzeri olduğundan “çalı yangını” şeklinde adlandırılıyor, ama sonuçta doğadaki yangından bahsediyoruz. Bu yangınlar doğal sebeplerle çıkabiliyor, dikkatsizlik yüzünden oluşabiliyor, hatta kötü niyetli insanlar bilinçli olarak bu yangınlara neden olabiliyor.

Avustralya’da hava daha sıcak ve daha kuru olduğu dönemlerde doğal olarak bu yangınlar da daha sık görülüyor, daha geniş alana yayılıyor ve daha uzun sürüyor. Avustralya bildiğiniz gibi dünyanın kurak bölgelerinden birinde yer alıyor. Ama bazı meteorolojik olaylar mevsimlerin daha da kurak geçmesine neden olabiliyor. Bu meteorolojik olayların en önemlilerinden biri Hint Okyanusu Dipolü dediğimiz olgu. Son senelerde çoğumuz El Nino denen olguyu öğrendik. Basitçe anlatırsak, Güney Amerika’nın batı kıyısında, Şili açıklarındaki deniz suyunun normalden sıcak olmasına El Nino adını veriyoruz. Bu sular normalden soğuk olduğunda da oluşan olgu La Nina adını alıyor. Yani aynı olgunun bir pozitif bir de negatif fazı bulunuyor. Hint Okyanusu’nun batısındaki suların normalden sıcak olduğu duruma Hint Okyanusu Dipolü’nün pozitif evresi, daha soğuk olduğu duruma da negatif evresi diyoruz. Hint Okyanusu Dipolü’nün pozitif veya negatif evrede olması binlerce kilometre uzaktaki hava durumunu etkileyebiliyor.

Geçtiğimiz Ekim ayında Hint Okyanusu Dipolü son 120 senede görülen en kuvvetli beş pozitif durumdan birine ulaştı. Bunun sonucu olarak da Avustralya uzun süredir görülmedik ölçüde sıcak ve kurak bir ilkbahar yaşadı. Bu sıcak ve kurak ilkbaharın sonucu olarak da normalde görülen çalı yangınları çok daha şiddetli bir biçimde çok geniş bir alana yayıldı. Bu kadar geniş alana yayılan yangınları söndürmeye itfaiyelerin gücü yetmediğinde yangınların önünü almak mümkün olmadı. Bu yangınlardan çıkan dumandan oluşan dev bulutlar çok az su buharı bulundurduğundan, bu bulutlarda oluşan şimşek ve yıldırımlar da yangınların daha da geniş alana yayılmasına neden oldu. Dolayısıyla önemli olan bu büyüklükteki yangınların hiç başlamamasıdır. Çünkü bu yangınlar bir kez başlarsa kendi kendilerini beslediklerinden daha geniş alana yayılıp daha uzun sürmeleri de kolaydır. 

Buraya kadar sabırla okuduysanız muhtemelen bu yangınların doğanın bir parçası olduğunu düşünmeye başlamış olabilirsiniz ancak durum pek de öyle değil. Dünyanın geneli 2019 yılında 1961-1990 ortalamasından 0.61 derece ısınmışken Avustralya 1.52 derece daha fazla ısındı. Sıcaklıktaki bu anormal artış yangınların artmasının ardındaki en önemli neden. Sıcaklıkların bu kadar artmasının ardındaki önemli neden de Hint Okyanusu Dipolü’nün uzun süredir görülmediği kadar yüksek pozitif bir değerde seyretmesi. Ancak yeni yılla birlikte dipolün değeri de azalacak ve muhtemelen gelecek ilkbaharda Avustralya bu sene yaşadığı kadar sıcak ve kurak bir dönemden geçmeyecek. Gene de dipolün değerinin negatife geçmeyeceğine de dikkat çekmemiz gerekiyor.

O zaman “Avustralya yangınlarının sebebi iklim krizi değil iklimin doğal değişkenliğini içeren bir meteorolojik olay” diye düşünmeniz doğal. Ama burada bir de dipolün iklim değişikliği ile nasıl değiştiğine bakmakta fayda var. Özellikle 1980 sonrasında, yani dünyada iklim değişikliğinin etkilerini daha şiddetle hissetmeye başladığımız dönemde Hint Okyanusu Dipolü  pozitif tarafta daha çok kalmaya ve daha yüksek değerler almaya başlamış. Dolayısıyla Avustralya’nın daha sıcak ve kurak olmaya başlaması Hint Okyanusu Dipolü’nün değerinin çoğunlukla pozitif olmasıyla açıklanabilir, ama bu değerin pozitif olması da iklim değişikliğinin bir sonucu.

Ülkemizde yaşanan hava olaylarının kaynağını da günlük hayatta fazla kullanmadığımız “Hint Okyanusu Dipolü” veya “Omega Blokajı” gibi terimlerle açıklamak mümkün. Ama günün sonunda esas anlamamız gereken bu değerlerin ya da sistemlerin iklim değişikliğinden ne derece etkilendikleridir. Özellikle politikacılar “bakın Avustralya’daki yangınların sebebi iklim değişikliği değil Hint Okyanusu Dipolü’nün değerinin pozitif olmasıymış” dediklerinde “peki o Hint Okyanusu Dipolü’nün değeri bu kadar uzun süre neden pozitif oluyor?” diye sormayı unutmayın lütfen. Bilim bize doğru cevapları vermeye hazır, yeter ki bizler doğru soruları sormayı bilelim.