1 Nisan 2020 Çarşamba

Gezegenimizin Sınırları

 

İnsan nüfusu son Buzul Çağı’ndan çıkıldığında yaklaşık 4 milyondu. Bu sayı milattan önce 1000 yılında 50 milyonu, milattan sonra 1000 yılında 300 milyonu buldu. İnsan nüfusu ve o nüfusun doğayı etkileyebilme kapasitesi bu ölçekte kalmış olsaydı gezegenin sınırlarından bahsetmenin fazla bir gereği yoktu. Ancak insanlık hem sayısal anlamda hem de doğaya etki bağlamında büyüdüğü için bugün artık “Gezegenin sınırlarına ulaştık mı?” sorusu her açıdan dikkatle incelememiz gereken bir konu.



Bilim insanları tarafından dikkatlice incelenen bu sınırlardan bazılarına çok yakınız, bazıları ise daha tehlike içerisinde değil. Bu sınırları en yakın ve en tehlikeliden başlayarak sıralayalım:

1. İklim Değişikliği:

18. Yüzyılın başından bu yana endüstriyel anlamda kömür çıkartıp yakıyoruz. Buna daha sonraları petrol ve doğal gaz da eklenince atmosfere saldığımız karbondioksit gazının (CO2) miktarı her geçen gün artmakta. CO2 atmosferden görünür ışığın girmesine engel olmadığı için güneşin dünyayı ısıtmasına engel olmaz. Ancak ısınan dünya ısısını kızılötesi ışıma ile uzaya yaymaya çalıştığında CO2 buna engel olur. Bu nedenle CO2 gibi gazlara sera gazları diyoruz. Aynı gruba doğal gazın ana bileşeni olan metan gazı, ozon ve diazot monoksit gazı da girmektedir. Yalnız bu sera etkisine en fazla CO2 gazı neden olduğundan iklim değişikliğinin ana sorumlusu CO2 gazıdır diyebiliriz.  

Saldığımız tüm sera gazları ile birlikte karşımıza çıkan en önemli tehdit, bu kararlı iklimin bozulması ihtimalidir. Eğer şu anda yapmakta olduğumuz salımlara aynen devam edecek olursak bu yüzyılın sonuna kadar küresel ortalama sıcaklıkların yaklaşık 4-6 oC aralığında artması beklenmektedir. Bunun bizim açımızdan anlamı, son 12000 yılda insanlığın bugünkü haline gelmesine önemli katkıda bulunmuş olan kararlı iklimin ciddi biçimde kararsızlaşmasıdır.

2. Deniz Sularının Asitlenmesi:

Küresel iklim değişikliğinin nedeni atmosferdeki sera gazlarının oranındaki artıştır. Bu sera gazlarının başında ise CO2 gelir. Gazlı içeceklerden de bildiğimiz gibi atmosferdeki CO2 suyun içerisinde çözülerek karbonik asit oluşturur. Atmosferde ne kadar fazla CO2 varsa, o kadar fazla CO2 suyun içerisinde çözülerek suyun asitlenmesine neden olur. Bugün için atmosfere saldığımız CO2 gazının yaklaşık %25’i denizler tarafından emilmektedir.

Denizde yaşayan canlılar deniz suyunun sıcaklığına ve asitliliğine karşı çok hassastırlar. Denizlerdeki besin piramidinin temelini oluşturan mikroskobik kabuklu planktonlar suyun pH oranına son derece hassas yapıdadırlar. Bu canlıların CO2 kimyası açısından iki önemli faydası bulunmaktadır. İlki, bu canlılar deniz suyundan aldıkları karbonik asidi kalsiyum ile birleştirerek kendilerine kabuk yaparlar. Öldükleri zaman da deniz dibine çökerek kabuklarındaki kalsiyum karbonatı uzun süreliğine karbon döngüsünden çıkartmış olurlar, yani bu canlılar doğanın CO2 yutaklarıdır.  Bu tür planktonların önemli ikinci faydaları da fotosentez yaparak deniz suyundaki CO2 oranını düşürmeleridir. Bu, doğanın en önemli denge mekanizmalarından biridir.

Ancak deniz suyunun asitlenmesi bu canlıların kabuk yapmalarına engel olmaktadır. 1990-2010 aralığında dünya denizlerinin ortalama pH değeri 8.13’ten 8.08’e düşmüştür. Atmosferdeki CO2 oranındaki artış böyle devam edecek olursa bu denizlerdeki pH değeri 21. yüzyılın sonunda 7.8 seviyesine düşecektir. Bu da denizlerde yaşayan fitoplanktonların artık kabuk yapamaz hale gelmesi anlamını taşır.

3. Stratosferdeki Ozon İncelmesi:

Güneşten dünyaya gelen ışımanın %9’luk kısmı mor ötesi ışıma olarak dünyaya ulaşmaktadır. Işığın dalga boyu kırmızıdan mora doğru değiştiğinde enerjisi de artar. Mor ötesi ışımanın taşıdığı enerji kırmızı ışığın taşıdığı enerjinin birkaç katıdır. Bu nedenle morötesi ışınları taşıyan fotonlar canlıların derilerine ulaştıklarında buradaki hücrelerde hasara yol açabilirler.

Atmosferimizde bulunan ozon gazı bu morötesi ışınların çoğunun geçmesini engelleyerek  yüzeydeki canlıları zarardan korur. Gelişen teknolojiler içerisinde soğutma gazı ve püskürtme gazı ihtiyacına karşılık vermek için üretilen kloroflorokarbon (CFC) bileşiklerinin atmosferde yükselerek ozon tabakasına zarar verdikleri 1980’lerin başında ortaya kondu.

Kloroflorokarbon bileşikleri 1987 yılında imzalanan Montreal Protokolü ile kullanımları yasaklandı. Azalan kloroflorokarbon kullanımına rağmen bu bileşiğin atmosferde uzun süre kalabilmesi nedeniyle ozon tabakasındaki incelme sadece yavaşlamıştır. 2020’lerden sonra bu incelmenin durup doğanın kendisini yavaş yavaş tamir edeceği ve gezegenin güvenli sınırlarına geri döneceği beklentisi vardır.

4. Biyoçeşitlilik Kaybı:

Dünyada biyolojik çeşitlilik şimdiye kadar yanardağ patlamalarından göktaşı çarpmalarında kadar değişen nedenlerle en az beş kez sekteye uğramıştır. Bu olayların tamamında dünyadaki canlı türlerinin sayısı ciddi anlamda azalmıştır. Bu olayların her birinden sonra hayatın eski canlılığına kavuşması milyonlarca yıl sürmektedir. Bu nedenle biyoçeşitlilik kaybı en önemli gezegensel sınırlardan biridir.

Canlı yaşamı tüm dünya sistemindeki kararlılığın en önemli unsurlarından biridir. Genetik çeşitlilik canlıların milyarlarca yıldır üzerinde yaşadığı kaya parçasında tutunabilmesinin en önemli nedenidir. Ortaya çıkabilecek felaketler bir canlı türünü yok edecek olsa bile bir diğer canlı türü bu felakete dirençli olmasını sağlayacak genetik yapısından dolayı hayatta kalmayı başarmıştır.

5. Karasal Alan Kullanımındaki Değişim

Tohumlardan bitki üretmeyi öğrendiğimiz andan bu yana dünyanın buzla kaplı olmayan kara alanlarının yaklaşık %40’ı insan nüfusunu beslemek için tarım alanına ve barındırmak için şehirlere dönüştürülmüştür. Doğal alanlardaki bu azalma biyolojik çeşitliliğin azalmasının ardındaki ana nedenlerden de biridir. Bu nedenle karasal alan kullanımındaki değişim de gezegenimizin sınırlarından bir tanesidir.

Karasal alan kullanımındaki değişimin en önemli götürülerinden biri orman alanlarının kaybıdır. Tropik orman alanları hem biyolojik çeşitliliğe sahip olmaları hem de karbon yutağı olmaları nedeniyle büyük önem taşımaktadır. Son yirmi yılda artan bir şekilde tropik kuşakta yer alan Amazon, Kongo ve Endonezya tropik ormanları ticari tarım ve hayvancılığın baskısı altındadır.

6. Tatlı Su Kaynaklarındaki Azalma:

Dünyanın dörtte üçü su ile kaplıdır. Ancak bunun çok küçük bir kısmı bizim kullanabileceğimiz tatlı sudur. İklim değişikliği, ormansızlaşma ve çevre kirliliği gibi faktörler zaten kısıtlı olan tatlı su kaynaklarını daha da tehlike altına sokmaktadır. Özellikle içinde yaşadığımız Akdeniz Havzası’nda 21. yüzyılın sonunda bugünle kıyaslandığında tatlı suya ulaşım imkanı %50 oranında azalacaktır. Tatlı su akışının %25 ve daha fazla kısmını kaybeden bölgelerde ekosistemlerin ve tarımsal besin kaynaklarının tehlikeye girmesi kaçınılmazdır. Tatlı su kaynaklarındaki azalmayı gezegensel sınırlar açısından önemli bir problem haline getiren de karasal biyolojik sistemlerin tatlı suya olan vazgeçilmez bağımlılığıdır.

İnsan nüfusunun artışı ve her insanın ihtiyacı olan suya kavuşması gerekliliği bir arada değerlendirildiğinde gelecekte bugünkü tatlı su kullanımından çok daha yüksek değerlere ulaşacağımız çok büyük bir ihtimaldir. Bundan dolayı tatlı su kullanımının küresel bazda düzenlenmesi ileride oluşabilecek politik sorunların da önlenmesi açısından büyük önem taşımaktadır.

7. Biyojeokimyasal Döngülerdeki Değişiklikler:

İnsanlığın tarımsal üretimi doğanın sağladığından çok daha fazla azot transferi gerektirdiğinden teknolojik olarak havadan bitkilerin metabolize edebilecekleri nitrat veya amonyak gibi azot bileşikleri elde etmenin yolları icat edilmiştir. Bugün insanlık doğada mikroorganizmaların sağladığının yaklaşık iki katı azotu tarımsal gübre olarak toprağa bırakmaktadır.

Toprağa koyduğumuz gübre toprakta kalacak olsaydı bu önemli bir sorun yaratmazdı. Ancak toprağa atılan aşırı gübrenin yaklaşık yarısı vahşi sulama ve doğal yağışlarla birlikte deniz ve göllere taşındığından karşımıza ciddi bir sorun olarak çıkar. Bu aşırı gübrenin diğer yarısı da başta kuvvetli bir sera gazı olan diazot monoksit olmak üzere çeşitli azot bileşikleri halinde atmosfere geri döner.

Gübre olarak toprağı beslemekte kullanılan bir diğer element de fosfordur. Yer altında çıkan fosfor bitkiler tarafından kullanıldıktan veya aşırı gübre olarak denizlere taşındıktan sonra çökelerek yerkürenin, yani kayaların bir parçası olur. Yalnız fosfor konusunda karşımızda iki tür gezegensel sınır vardır. Bu sınırların ilki, aynı azot bileşiklerinde olduğu gibi, fosforun da deniz ve göllerde alg ve yosunların hızlı büyümesine neden olup çevrelerindeki canlı hayatı ve çeşitliliği yok etmesidir. Ayrıca karbon ve azottan farklı olarak fosfor tükenebilir bir kaynaktır. Şu an tarımda kullanıldığı oranda fosfor kullanılmaya devam edecek olursa dünyadaki fosfor yataklarının önümüzdeki 50-100 sene içerisinde tükenmesi beklenmektedir.

8. Atmosferdeki Aerosol Miktarındaki Artış:

Aerosoller atmosferdeki küçük parçacıklardır. Bu parçacıklar katı veya sıvı olabilirler. Aynı zamanda bu parçacıklar doğal veya endüstriyel yollarla üretilmiş olabilirler. Doğal yolla atmosfere karışan aerosollerin başlıca üretim yeri denizlerdir. Dalgaların köpüklerindeki tuz kristalleri rüzgarlar tarafından taşınarak atmosferdeki aerosollerin önemli bölümünü oluşturur. Aynı zamanda büyük orman yangınları ve yanardağ patlamaları da atmosfere aerosollerin çıkmasına neden olurlar. Dolayısıyla aerosoller hava kirliliğinin en önemli sorumlusudur.

9. Kimyasal Kirlilik:

Gezegensel sınırlar açısından sayılara en zor dökülebilen sınır kimyasal kirliliktir. Bu kirliliğin kaynakları çok çeşitli olduğundan sebeplerini belirlemek çok zordur. Bu kimyasalların etkileri de çok değişik olduğundan sonuçlarını öngörebilmek neredeyse imkansız olabilmektedir. Burada dikkat edilmesi gereken önemli nokta, bu kimyasalların üretildikleri zamanda verecekleri zarar konusunda kimsenin bilgi sahibi olmamasıdır. Bu nedenle kimyasal kirliliğe yol açan maddeleri sınıflandırmak ve sınırlandırmak açısından sınırlar belirlemek kolay değildir. Ancak kimyasal kirlilik alanında alınması gereken en temel önlem kimyasal maddelerin doğada bulunmalarına dikkat etmek ve bu maddelerin doğada bulundukları konsantrasyonu aşmamaktır.

Gezegenin sınırları olarak sıraladığımız bu maddeler bize insanlığın gelişmesinin önündeki ekolojik sınırları veriyor. Yani insanlık ne denli gelişirse gelişsin, bu sınırlar içerisinde kalma prensibini ekonomik büyümenin önüne koymak zorundadır, çünkü insanlar birbirleriyle pazarlık edebilirler ama doğa ile pazarlık mümkün değildir. Bu ekolojik sınırlardan biri ya da birkaçı kalıcı olarak aşılacak olursa doğaya ve dolayısıyla da insanlığa geri dönülemez zararlar verilmesi kaçınılmazdır. Bu gezegensel sınırların birçoğu da birbirleri ile iç içe geçmiş olduklarından sadece birinin aşılması diğerlerinin de sınırlarına yaklaşılması veya sınırlarının aşılması sonucunu doğurabilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder