Ülkemiz 2016 yılında Paris İklim Anlaşması'nı imzaladı. Bu anlaşmada yapmaya söz verdiğimiz şeyler öylesine basitti ki bugüne kadar fazla bir çaba sarf etmeden, sadece piyasa koşullarına güvenerek bu taahhütleri yerine getirdik. Bu ay Paris İklim Anlaşması'nı meclisten de geçirerek onaylamış olduk. Bizim için ne değişecek? Hiçbir şey. Bu anlaşmanın şartlarına zaten uyuyorduk, aynen böyle devam edersek Paris Anlaşması ile mutlu mesut yaşarız.
Peki beş yıldır bu anlaşmayı neden onaylamadık? Politik uğraşıyı bir kenara bırakacak olursak gerçek bir nedeni yok. Bir kez daha doğru bilginin öncelikli olarak doğru yerlere ulaşması biraz vakit aldı diyebiliriz. Önemli bir sonuç doğurmayacak da olsa onayladık ve artık biz de uluslararası rejimin bir parçası olduk. Yalnız bu adımımız bize yeni bir sorumluluk yükledi. Bu sorumluluğu nasıl kullanacağımız da şu anda en kritik konumuz.
2015 yılında Paris İklim Anlaşması kabul edildiği sırada herkes bu anlaşmanın söz verdiği gibi küresel ısınmayı 2 derecenin epeyce altında sınırlamaktan uzak olduğunu biliyordu. Bu nedenle de taraf olan ülkelerin tümüne her beş yılda bir bu anlaşma bağlamında vermiş oldukları taahhütleri iyileştirme görevi yükledi. Biz henüz bu iyileştirmeyi yerine getirmedik. Ancak artık anlaşmaya taraf olduğumuzdan en kısa zamanda bir iyileştirme ortaya koymamız gerekiyor.
Bana “sen olsan nasıl bir iyileştirme yapardın?” diye sorsalar, muhtemelen yanıtım “iyileştirme olarak tüm yeni kömürlü termik santrallere moratoryum uygulardım” ile başlardı. Yani şu andaki davranış biçimimiz üzerine “yeni kömürlü termik santral kurmayacağız” demek Paris Anlaşması bağlamında önemli bir iyileştirme olurdu. Ancak bunun ötesinde, mülteci kartımızı ortaya koyarak, “ülkemiz iklim değişikliğinden en fazla etkilenecek bölgelerden birinde yer alıyor ve bunun da üzerine şu anda çok sayıda mültecinin geçiş ve konaklama güzergahı üzerinde bulunuyor, bu nedenle bizim açımızdan öncelik sera gazı salımlarını azaltmak değil altyapımızı güçlendirerek iklim şoklarına hazırlıklı duruma gelmek olmalıdır” derdim.
Yalnız, devletimiz bu yolu tercih etmedi ve çok daha radikal bir yaklaşım ortaya koymaya başladı. Glasgow’daki Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesinin 26. Taraflar Konferansı’nda Türkiye’nin 2053 net sıfır karbon hedefi açıklanacak. Bu benim düşündüğümün çok ötesinde bir adımdır. Türkiye şu anda senede kabaca 500 milyon ton sera gazı salıyor. 2053 yılında net sıfır karbon salan bir ülke olacağız demek, sera gazı salımlarımız 32 yılda 500 milyon tondan 80 milyon tona inecek demektir. Bunu başarmak için de yeni kömürlü termik santrallere moratoryum uygulamanın çok daha ötesine giden önlemler almamız gerekiyor.
Elbette, ülkemizde “32 yıla kim öle kim kala, biz kuralı koyalım da nasılsa dünya o zamana çok değişir” düşüncesi genellikle hakim olduğundan bu kadar uzun vadeli planların doğru biçimde yönetilmesi oldukça zordur. Mesela biz sürekli Beş Yıllık Kalkınma Planı yapıyoruz ve bu planları o beş yıllık süre içerisinde bile değiştiriyoruz. Bugünden 32 yıllık bir plan yapmak hayal gibi görünse de en azından temel politikalarımızın içine bu ana düşünceyi katmak son derece önemli olacaktır.
Eğer ülke politikamızın temeline “2053’te sadece 80 milyon ton sera gazı salan bir ülke olacağız” düşüncesini koyarsak, bundan sonra atılacak tüm adımların da o hedefe uygun olması gerekir. Sanayiden eğitime, tarımdan sağlığa kadar tüm sektörlerde artık bu düşünceye uygun yatırımlar yapılmak ve adımlar atılmak zorunda kalacak. Dolayısıyla, Paris İklim Anlaşması'nı onaylamak önemli bir adım değildi, ama Glasgow’da “2053’te net sıfır karbon” hedefini koyacak olursak, gelecekteki hayatımız oldukça değişecek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder