Ekosistemlerin bozulması ve yıkımı ile küresel bağlamda türlerin yok olma hızının artması, Dünya'nın küresel bir biyolojik çeşitlilik kriziyle karşı karşıya olduğu anlamına geliyor. Bugün içinde yaşadığımız bu biyoçeşitlilik krizini dünya tarihinde yaşamış olduğumuz büyük yok oluş olaylarıyla kıyaslamamız mümkün. En son bu denli büyük bir kayıp yaşandığında 10 kilometre çapında dev bir göktaşı Dünya’ya çarpıp dinozorların sonunu getirmişti. İnsanlığın son 30 bin senede verdiği zarar da buna benzer büyüklükte olduğundan biyoçeşitlilik kaybını Altıncı Büyük Yok Oluş şeklinde adlandırmamız da mümkün.
Yeryüzünün bu büyük kaybının sebepleri ise oldukça çeşitli. İnsanların Avustralya’ya ilk yayıldıklarında biyoçeşitliliğe verdiği zararları unutmuyoruz ama günümüzde bu zarar tüm kıtalara yayılmış durumda. Hasarın en önemli sebeplerinin başında da iklim krizi geliyor. Fakat ülkemizdeki allı turnalar öldüğü vakit “bunun sebebi iklim değişikliği” diyen yaklaşımdan biraz farklı düşünmek zorundayız. Tarımdaki aşırı su kullanımı nedeniyle göller kuruduğunda bunu doğrudan, bizden uzak olarak düşündüğümüz “iklim değişikliği” kavramına bağlamak kolayımıza geliyor. Allı turnaları öldüren “iklim değişikliği” gibi soyut sayılabilecek bir kavram değil, bizim aşırı su kullanımı nedeniyle bu hayvancıkların yaşam alanlarını harap etmemizdir.
UNDP-UNEP Doğaya Pozitif bir Gelecek Yaratmak Raporu'na göre 1980’de bu yana sera gazı salımlarını iki katına çıkardık. Bu da yeryüzünün 0.7 derece ısınması sonucunu doğurdu. Bu ısınma bazı bölgelerde daha fazla, bazı bölgelerde de daha az görüldü. Karadeniz’de yaşadığımız gibi, ısınan sularda yaşamak istemeyen balıklar kuzeye doğru göçtüler. Kuzeye ya da dağların daha yüksek kesimlerine çekilebilen canlılar hala yaşamaya devam ettiler ama dağın tepesinde ya da zaten en kuzeyde yaşayan canlılar açısından hayatı devam ettirebilmenin bir yolu kalmadı. Bugün için hamsi Ukrayna’ya kaçabildi ama sıcaklık biraz daha arttığında Ukrayna’da bile yaşayamaz hale gelecek.
Yeryüzündeki karaların üçte birinden fazlası ve tatlı suların neredeyse dörtte üçü gıda üretimi için kullanılıyor. Buzlarla kaplı bölgeleri ve çölleri çıkarttığımız zaman geriye kalan alan gezegenimizdeki biyoçeşitliliğin varlığını sürdürebilmesi için artık yeterli değil. Üretilen besinin yarıya yakınının israf edildiği de düşünülecek olursa özensizliğimiz nedeniyle bizden başka canlılara gerekli olan yaşam alanını bırakmadığımız kolayca anlaşılabilir.
1990 - 2015 arasında 290 milyon hektar doğal orman alanı odun ihtiyacını karşılamak için kesildi. Bunun yanında dikilen ormanlar ise sadece 110 milyon hektar. Buna dikilen ormanların bir kısmının da palmiye yağı gibi üretimler için kullanılan ve doğal yapısından uzak ormanlar olduğunu düşünecek olursak insanlığın canlılığın doğal yaşam alanlarına verdiği hacimsel zarar kolayca görülebilir.
Her sene 300 - 400 milyon ton ağır metaller, çözücüler ve diğer kimyasallar sanayi tesisleri tarafından sulara bırakılıyor. Buna tarımdaki aşırı gübre kullanımından doğan azot ve fosforu da kattığımız zaman doğadaki kirlenmenin boyutu ortaya çıkıyor. Ek olarak denizlerde 1980’den bu yana en az on kat artan plastik kirliliğini de düşünecek olursak doğayı ne kadar kirlettiğimiz ve diğer canlıları ne derece kirli bir ortamda yaşamaya mecbur bıraktığımız fark edilecektir.
Sonuçta, biyoçeşitlilik dendiğinde aklımıza çoğunlukla kutup ayıları ve penguenler geliyor olsa da insanlık geçtiğimiz yüzyıl içerisinde yeryüzündeki çoğu canlıya son derece kötü davrandı. Bu bilinçli bir davranış olmasa da bizim genişleyen yaşam ve üretim alanlarımız onların daralan dünyaları anlamına geldi. Bu şekilde devam ettiğimiz sürece yeryüzü dinozorların karşılaştığından çok daha kötü bir felakete doğru sürükleniyor. Bu felaketi yavaşlatmanın belki de tek yolu yarattığımız sorunların en kısa zamanda farkına vararak hasarı tamir etmeye başlamaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder