1 Mart 2016 Salı

Kendimizi Kandırmayalım

İklim ve çevre konusunda bir yandan kendimizi kandırıyoruz, bir yandan da kandırılıyoruz. Ama esas önemlisi, bunu bilerek ve isteyerek yapıyoruz. Gerçeklerle yüzleşmek işimize gelmiyor. Gerçeklerle yüzleşecek olursak bir şey yapmadan durmak artık mümkün olamayacak. Bu nedenle de kafamızı kuma gömüp problemlerin geçeceğini umuyoruz.
Mesela küresel ısınma yokmuş gibi davranıyoruz. Şubat ayında bir gün hava sıcaklığı normallerin 12-13 derece üzerine çıktığında “oh ne güzel” diyoruz “tam bahardan kalma bir hava”. Ama içten içe biliyoruz ki aynı fark temmuz ayında görülecek olsa “cehennem sıcakları” diye başlık atacak gazeteler. Her şubatın bir temmuzu olduğunu unutuyoruz veya unutmaya çalışıyoruz.
2015 tarihte yaşadığımız en sıcak yıl oldu. 2016 da 2015'ten daha da sıcak bir yıl olacak gibi görünüyor. Son 10 sene içerisindeki her sene, bundan 50 yıl önce yaşadığımızdan daha sıcaktı. Küresel ısınma belgesellerde gördüğümüz ve sadece kutup ayılarını ilgilendiren bir konu değil. Bu değişiklik artık burada ve hepimizi ilgilendiriyor.
İklim değişikliğinin en önemli etkilerinden biri sivrisinekler gibi taşıyıcılar aracılığıyla yayılan salgın hastalıklarda görülen artışlar. Son senelerde Ebola gibi bir salgını gördükten sonra şimdi de Zika diye bir virüs çıktı ortalığa. Bu virüs bulaştığı kişilerde önemli bir soruna yol açmıyor, ancak bu virüsün bulaştığı kadınların doğumları sonucunda beyin gelişimlerini tamamlayamamış çocuklar dünyaya geliyor. Bu virüs önce Brezilya'da görülmeye başlandı, şimdi oradan dünyaya yayılmaya başladı. Bu virüsü insanlara bulaştıran da bir sivrisinek türü. Havalar ısınıp daha da nemli olmaya başlayınca bu sivrisinekler de tropik bölgelerden kutuplara doğru taşınmaya başladılar ve Zika gibi virüsleri de beraberlerinde getirdiler. Kendimizi kandırmayalım bu, karşılaştığımız salgınların ne ilki ne de en kötüsü. Gelecek bu salgınların daha da sıklaştığı bir dönem olacak.
Kişisel bazda “ama ben ne yapabilirim ki?” diyerek günlük hayatımıza devam ediyoruz. Oysa yapılabilecek o kadar çok şey var ki. Eğer istersek tüm bu iklim felaketlerini bizlere ağır zararlar vermeden durdurmak mümkün, yeter ki biz kendimizi kandırmayı bırakalım. Hepimizin yapabileceği çok şey var. En başında, şu anda içinde yaşamakta olduğumuz sistemin tek doğru sistem olduğuna inanmaktan vazgeçmemiz gerekiyor. Dünya ekonomisinin büyümemesi bir felaket değil, tam tersine bir gereklilik. Sınırları ve kaynakları belirli bir gezegende yaşıyoruz ve eminim çoğumuz bu büyümenin sonsuza kadar sürmeyeceğinin farkındayız. 1972 yılında yayınlanan Limits to Growth (Büyümenin Sınırları) bize büyümenin sürdürülemeyeceğini nedenleriyle açıklamıştı. Dolayısıyla ne bizler bahaneler üretebiliriz ne de dünya liderleri “bilmiyorduk” diyebilirler. Büyümenin sınırları vardır ve biz ya o sınırlara çok yaklaştık ya da o sınırları çoktan aştık. Bu nedenle büyümeye inanmayı bırakıp sürdürülebilirlik üzerine odaklanmamız gerekiyor.
Ama nedense bizim kafamıza sokulan Kalkınma = Ekonomik Büyüme düşüncesinden kurtulamıyoruz. Kalkınma bize dışarıdan gelen bir kavram, İngilizcesi Development. Biz bunu kalkınma diye tercüme ediyoruz, sonra da kalkınmayı kafamızda ekonomik büyümeye eşitliyoruz. Aslında “Development” “Kalkınma” değil, “Gelişme”dir. Yani bizler kalkınmadan da gelişebiliriz. Gelişmenin sürdürülebilir olması için de ekonomiye yaptığımız yatırım kadar hatta belki bu yatırımın daha da fazlasını insana ve doğaya yapmalıyız. Ne zaman insana ve doğaya verdiğimiz önem ekonomiye verdiğimiz önemin önüne geçerse o zaman sürdürülebilir gelişme yoluna girebiliriz.
Şimdi sizi duyar gibiyim. Bana klasik modelden habersiz olduğumu söylüyorsunuz, insanların cebinde daha fazla para ve daha fazla maddi imkan olduğunda daha kalkınmış olacaklarını ve bu imkanları kullanarak daha da gelişebileceklerini anlatacaksınız. Peki o zaman size şunu sorayım, çocukken mahallede bir tek çocuğun topu olurdu, çoğumuz boş arsalarda top peşinde koşardık, kızlar da seksek veya lastik oynardı, ip atlardı. Milli gelirimiz bugünkünün çok altındaydı, istediğimiz an bir alışveriş merkezine gidip oyuncak alamazdık, para olsa bile oyuncak yoktu. Ama o zamanki çocuklar mı daha mutluydu şu anda çok daha yüksek bir ekonomik kalkınma seviyesine sahip ve istediklerini satın alabilen çocuklar mı? Bu soruya cevap verirken kendinizi kandırmayın yeter.
Sonra devletler diyor ki “büyümek için enerjiye ihtiyacımız var, enerji üretmek için de karbondioksit salmak gerekiyor”. Kanmayın! Büyümek için enerjiye ihtiyaç yok. Sadece büyümenizi eski ve kimsenin istemediği sektörler üzerine kuracak olursanız enerjiye ihtiyaç duyarsınız.
Ülkelerin bir dolarlık bir GSMH üretmek için kaç kilogram karbondioksit saldıklarına ve bunun zaman içerisinde nasıl değişmekte olduğuna baktığınızda, Meksika, Brezilya, Arjantin gibi bizim yapımıza benzer ülkelerin GSMH'larını yükseltirken karbondioksit salımlarını arttırdıklarını, ABD ve Hollanda gibi gelişmiş ülkelerin bir yandan sera gazı salımlarını azaltırken diğer yandan gelirlerini arttırabildiklerini görürsünüz. “Ama onlar gelişmiş ülkeler” derseniz, Uruguay da ABD ve Hollanda'nın yaptığını becerebiliyor. Önemli olan doğru planlama ile ilerleyebilmek, “öyle büyümek imkansız” diyenlerin sizi kandırmasına izin vermeyin. Yapılabilir, yapanlar var.


Temiz enerji kaynaklarına dayanarak büyüyeceğiz, bunun da başında temiz kömür geliyor” diyenlere de kanmayın. Temiz kömür yoktur. Temiz doğal gaz da yoktur, temiz LPG de yoktur, temiz dizel de yoktur. Atmosfere karbondioksit salıyorsanız temiz değilsiniz, olsa olsa daha kirli yakıtlara göre daha temizsiniz, ama bu temiz olduğunuzu göstermez. Gerçekten temiz olan sadece rüzgar, güneş ve jeotermal enerjidir. Ne kömür, ne petrol, ne doğal gaz, ne de nükleer temiz değildir. Lütfen kanmayın.
“O zaman biyokütleden benzin üretiriz” diyenlere de kanmayın. Biyokütle dediğiniz şey çoğunlukla tarlada yetiştirdiğiniz mısırdır ve onu yetiştirmek için çok fazla sulama yapmak zorundasınız. Ayrıca benzin veya dizel üretmek için kullandığınız her dekar tarım alanı besin üretmek için kullanamayacağınız tarım alanı demektir. Dünyada giderek artan bir açlık varken tarlalarda benzin üretmenin iyi bir fikir olduğuna kanmayın lütfen.
Aslında tüm bu problemlerden nasıl kurtulabileceğimizi siz de biliyorsunuz. Daha az tüketeceğiz ve lüksümüzden vazgeçeceğiz. Bu kadar basit. Bunun hesaplarını yapan bilim insanları diyorlar ki: “Eğer Dünyadaki tüm insanlar 1970 yılında Almanya'da yaşayan bir ailenin tükettiği kadar tüketecek olsalar bu dünyanın kaynakları sürdürülebilir bir şekilde hepimize yeter.” Düşünecek olursanız bu çok da kötü bir hayat değil. Size daha fazlasının gerekli olduğunu söyleyenlere kanmayın yeter.   

Yazının yayınlanmış halini EKOIQ Mart 2016 sayısında bulabilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder