2015 yılını Paris'teki iklim anlaşması ile kapattık. Bu anlaşma özellikle enerji üretimi açısından tüm dünya ülkelerine önümüzdeki 15 sene için önemli bir yol haritası verdi. Peki ülkemiz bu verilen mesajlardan ne kadarını aldı ve içselleştirdi?
İklim değişikliğini, dünyayı ciddi bir biçimde etkilemeyecek bir seviyede durdurmanın ve öyle kalmasını sağlamanın bir tek yolu var: Üretim ve tüketim alışkanlıklarımızı değiştirmek. Bizler sürdürülebilir olmayan hayat tarzları sürdüğümüz müddetçe iklim değişikliği ve diğer çevre sorunları her geçen gün artarak gezegenimizin ve insanlığın başına bela olmaya devam edecektir. Bu Paris'e gelirken tüm tarafların bildiği ve içselleştirediği bir kavramdı. Paris'te varılan anlaşmanın esası da sistemin yapısına dokunmadan kozmetik değişiklikler yapmaktan öteye geçmiyordu.
Bir sene önce Lima'da kabul edilen Niyet Beyanı diye adlandırılan ülke taahhütleri her ülkenin iklim değişikliğini engellemek üzere neler yapmak istediğini kendilerinin belirlemesine imkan tanıyordu. Bunun anlamı, şu andaki küresel üretim ve tüketim sistemi içerisinde neyi nasıl yapacağına herkes başkalarının baskısı olmadan karar veriy olmasıydı. Herkesin belirlediği bu katkıların toplamının da küresel ısınmayı 2 derece ile sınırlaması gerekiyordu. Paris'te sonuç olarak bu Niyet Beyanları kabul edildi ve bu beyanlar üzerinden dünyayı 2020-2030 aralığında bağlayan bir anlaşma için fikir birliğine varıldı. Bu noktadan sonra önümüzde üç adım daha var. Bu anlaşma resmi yetkililer tarafından imzalanacak ve gerekli durumlarda meclislerden geçecek. 2016 Aralık ayında Fas'ta yapılacak olan toplantıda da detaylar yerine konulacak ve tüm bu işleri yapabilmek için gerekli olan finansmanın nereden bulunacağı belirlenecek.
Tüm bu kararlar alınırken karşımızdaki önemli problemler şunlardı:
Bu durumda ülkemizin tutumu diğer tüm ülkelerden farklıydı. Bizim yorumumuz, “biz gelişmekte olan bir ülkeyiz ve Niyet Beyanında verdiğimiz sözleri tutabilmek için finansal desteğe ihtiyacımız var” şeklinde özetlenebilir. Ancak bu görüş kesin bir biçimde kabul görmedi ve Türkiye iklim ve çevre alanında da “Yalnız Adam” olarak kaldı. Bunun nedenlerini ve çözümlerini şöyle özetleyebiliriz:
Ancak güzel olan şu ki ülkemiz ve dünya için hiçbir şey bitmiş değil. Paris Anlaşması ülkelerin düzenli olarak Niyet Beyanları'nı 2 derece hedefine uygun olarak güncellemeleri gerektiğini de içinde barındırıyor. Yani yanlıştan hızlıca dönerek daha gerçekçi bir sera gazı salımı hedefi belirlememiz ve bu yönde çalışmaya başlamamız her zaman mümkün. Ama küresel fosil yakıt fiyatlarının böylesine düştüğü bir zamanda siyasi iradeyi fosil yakıtlardan vazgeçip yenilenebilir enerji kaynaklarına yöneltebilmek de bugünkü siyasi ve ekonomik ortamda çok mümkün görünmüyor. Gene de gerek Rusya gerekse de İran ile yaşanan sorunlar bizlere enerji güvenliği alanında ciddi mesajlar vermiştir diye umalım. Çünkü sürdürülebilir bir gelecek için ülkemizin enerji güvenliği kendi öz kaynaklarımıza bağlı olmak zorundadır ve bu öz kaynaklar kirli linyit değil rüzgar ve güneş enerjisidir.
Yazının yayınlanmış halini EKOIQ Şubat 2016 sayısında bulabilirsiniz.
İklim değişikliğini, dünyayı ciddi bir biçimde etkilemeyecek bir seviyede durdurmanın ve öyle kalmasını sağlamanın bir tek yolu var: Üretim ve tüketim alışkanlıklarımızı değiştirmek. Bizler sürdürülebilir olmayan hayat tarzları sürdüğümüz müddetçe iklim değişikliği ve diğer çevre sorunları her geçen gün artarak gezegenimizin ve insanlığın başına bela olmaya devam edecektir. Bu Paris'e gelirken tüm tarafların bildiği ve içselleştirediği bir kavramdı. Paris'te varılan anlaşmanın esası da sistemin yapısına dokunmadan kozmetik değişiklikler yapmaktan öteye geçmiyordu.
Bir sene önce Lima'da kabul edilen Niyet Beyanı diye adlandırılan ülke taahhütleri her ülkenin iklim değişikliğini engellemek üzere neler yapmak istediğini kendilerinin belirlemesine imkan tanıyordu. Bunun anlamı, şu andaki küresel üretim ve tüketim sistemi içerisinde neyi nasıl yapacağına herkes başkalarının baskısı olmadan karar veriy olmasıydı. Herkesin belirlediği bu katkıların toplamının da küresel ısınmayı 2 derece ile sınırlaması gerekiyordu. Paris'te sonuç olarak bu Niyet Beyanları kabul edildi ve bu beyanlar üzerinden dünyayı 2020-2030 aralığında bağlayan bir anlaşma için fikir birliğine varıldı. Bu noktadan sonra önümüzde üç adım daha var. Bu anlaşma resmi yetkililer tarafından imzalanacak ve gerekli durumlarda meclislerden geçecek. 2016 Aralık ayında Fas'ta yapılacak olan toplantıda da detaylar yerine konulacak ve tüm bu işleri yapabilmek için gerekli olan finansmanın nereden bulunacağı belirlenecek.
Tüm bu kararlar alınırken karşımızdaki önemli problemler şunlardı:
- Her ne kadar Niyet Beyanlarının getirisinin bizi 2 derecenin altında tutması bekleniyorsa da bilim tüm Niyet Beyanlarını topladığımızda ve tüm bu beyanların gerçekleştirildiğini kabul ettiğimizde bile ısınmanın en az 2.7 derece olacağını söylüyor. Yani koyduğumuz hedefler bizi varmak istediğimiz yere götürmekten uzak.
- Koyulan hedeflerin gerçekleşmesi Karbon Tutma ve Saklama adını verdiğimiz, “biz fosil yakıtları bildiğimiz gibi tüketmeye devam edelim, ama bunu atmosfere karışmadan yakalamanın bir yolunu bulup saklarız nasıl olsa” teknolojisine dayanıyor. Bu teknolojinin endüstriyel boyutta çalışan bir örneği daha yok. Yani olmayan teknolojilere dayanarak yapılan hesap bile dünyayı en az 2.7 derece ısıtıyor.
- Eninde sonunda bunlar adı üzerinde niyet beyanları. Gerçekleşemeyecek olurlarsa, “çalıştık ama olmadı” denilecek.
Bu durumda ülkemizin tutumu diğer tüm ülkelerden farklıydı. Bizim yorumumuz, “biz gelişmekte olan bir ülkeyiz ve Niyet Beyanında verdiğimiz sözleri tutabilmek için finansal desteğe ihtiyacımız var” şeklinde özetlenebilir. Ancak bu görüş kesin bir biçimde kabul görmedi ve Türkiye iklim ve çevre alanında da “Yalnız Adam” olarak kaldı. Bunun nedenlerini ve çözümlerini şöyle özetleyebiliriz:
- Ülkemiz verdiği Niyet Beyanı'nı %7 ekonomik büyümeye dayandırdı. Koyulan hedef ise 2030 yılında hiçbir şey yapmasak yapacağımız sera gazı salımından %21 azaltım sağlamaya çalışmak. Ancak, Dünya Bankası'nın geçmiş yılların performansı ve verilere dayanarak ülkemiz için öngördüğü büyüme sadece %3.5. Yani bazı yıllar arzuladığımız gibi %7 büyüyebiliriz, ama yolda mutlaka ekonomik krizler olacaktır ve bu bizi hedeflenen %7'den çok daha düşük bir büyüme rakamına getirecektir. Bu arada devletimizin bu niyet beyanı hariç ortalama resmi büyüme beklentisinin %5-5.5 bandında olduğunu da belirtmek gerekir. Gerek Dünya Bankası'nın büyüme rakamlarını gerekse de Kalkınma Bakanlığı'nın büyüme rakamlarını tutturacak olursak niyet beyanında belirtilen %21'lik azaltımı hiçbir şey yapmadan tutturacağımız ortadadır.
- Eğer bu hesabı ben yapabiliyorsam aynı hesabı diğer ülkelerin uzmanlarının da yapıyor olması hiç de zor bir şey değildir. Yani bu koyulan hedeflerin aslında normalde tutturulması gereken hedefler olduğu ve hiçbir şey yapmasak bile tutturulabileceği açıktır. Dolayısıyla “işte bunlar hedeflerimiz, elimizden geleni yapacağız” diyecek olsak diğer ülkelerin hafif eleştirileri ile karşılaşabilirdik, ancak ülkemiz niyetini ilk defa beyan ettiğinden dolayı gene de kabul edilebilir bir durumda olurduk.
- Ancak biz burada durmadık ve diğer devletlerden “hiçbir şey yapmamak için” finansal kaynak istedik. Bu diğer ülkeler açısından bakıldığında dilimizdeki karşılığıyla nazikçe “saf yerine koymaktan” başka bir şey değildir.
- Yalnız biz bununla da kalmadık ve diğer ülkelere “eğer finansman sağlamazsanız bu anlaşmayı meclisimizden geçirmemiz zor olacaktır” şeklinde bir de tehdit savurduk. Bizler kadar dünyadaki diğer ülkeler de meclisimizden kararların nasıl geçtiğinin bilincindeler. Ülkemizde ABD gibi diğer bazı ülkelerde olduğu gibi yasama ve yürütme iki farklı politik görüşün kontrolü altında değildir. Yürütmeye gerekli olan her türlü kanun ve yönetmelik büyük bir hızla yasama tarafından kabul edilmektedir. Diğer ülkelerden finansman isteğimizi yasamaya dayandırmamızın bu nedenle bir temeli bulunmamaktadır.
- Eğer en baştan Niyet Beyanımızı %7 değil %5 büyüme hedeflerine göre belirleyip sonra da %21 azaltım için finansal kaynak istemiş olsaydık iki alanda başarılı olma şansımız artardı. Öncelikle, Türkiye ilk defa gerçekçi ve anlamlı bir taahhütte bulunacağından çevresel konularda öne çıkmış olurdu. Sonra, %21 indirim yapabilmek için önemli altyapı yatırımlarına girişmek gerektiğinden istediğimiz finansal kaynağın da destek bulması nispeten daha kolay olurdu. Ne yazık ki bizim verdiğimiz beyan açıkça bir şey yapmayacağımız yönündeydi. Sonrasında da toplantıda finansal kaynak istemiş olduğumuzdan Paris Anlaşması'nın kaybedenlerinden biri olduk.
Ancak güzel olan şu ki ülkemiz ve dünya için hiçbir şey bitmiş değil. Paris Anlaşması ülkelerin düzenli olarak Niyet Beyanları'nı 2 derece hedefine uygun olarak güncellemeleri gerektiğini de içinde barındırıyor. Yani yanlıştan hızlıca dönerek daha gerçekçi bir sera gazı salımı hedefi belirlememiz ve bu yönde çalışmaya başlamamız her zaman mümkün. Ama küresel fosil yakıt fiyatlarının böylesine düştüğü bir zamanda siyasi iradeyi fosil yakıtlardan vazgeçip yenilenebilir enerji kaynaklarına yöneltebilmek de bugünkü siyasi ve ekonomik ortamda çok mümkün görünmüyor. Gene de gerek Rusya gerekse de İran ile yaşanan sorunlar bizlere enerji güvenliği alanında ciddi mesajlar vermiştir diye umalım. Çünkü sürdürülebilir bir gelecek için ülkemizin enerji güvenliği kendi öz kaynaklarımıza bağlı olmak zorundadır ve bu öz kaynaklar kirli linyit değil rüzgar ve güneş enerjisidir.
Yazının yayınlanmış halini EKOIQ Şubat 2016 sayısında bulabilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder