Bilim insanlarının iklim değişikliği
konusunda yaptıkları hesap basit: Eğer dünyanın ortalama
sıcaklık artışını 2 derece ile sınırlandıramayacak olursak
şimdiye kadar yaşamakta olduğumuzdan çok daha farklı bir dünyada
yaşıyor olacağız ve bu bizimle birlikte tüm canlıların
hayatını çok zorlaştıracak. Dünyanın ısınmasını da 2
derecede durdurabilmek için atmosfere en fazla 500 milyar ton
karbondioksit daha salabiliriz. Şu anda senede ortalama 31 milyar
ton salıyoruz, bu salımın senede %3 arttığını düşünürsek,
önümüzde 2 derecenin altında kalabilmek için sadece 13 yıl var
demektir. Yani, önümüzdeki 13 yıl içerisinde karbondioksit
salımlarımızı azaltmanın bir yolunu bulursak ne ala, bulamazsak
önemli sıkıntılarla karşılaşacağız.
Bu durumda karşımızda iki ayrı ama
birbiriyle ilgili problem var. Bir yanda karbondioksit salımlarımızı
azaltma zorunluluğu, öte yanda da bunu acilen yapma zorunluluğu.
Biz bu hızla yakmaya devam edecek olursak dünyadaki tüm kömür,
petrol ve doğal gaz nasılsa en geç 2200 yılına kadar tükenecek
ve doğa ondan sonra kendisini temizlemeye başlayacak. Ama her şeyi
oluruna bırakacak olursak da dünyanın atmosferi bildiğimiz hayatı
devam ettiremeyecek kadar ısınmış olacak. Yapmamız gereken çok
geç olmadan harekete geçerek bildiğimiz hayatı karbondioksit
salmadan sürdürülebilir kılmak.
Bunun nasıl gerçekleşebileceğini
planlarken ilk bakmamız gereken kömür, petrol ve doğal gazın
nerede ve nasıl kullanıldıkları olmalı. Ülkemizde kömür ve
doğal gaz başta elektrik üretiminde daha sonra da ısınmada
kullanılıyor. Petrolün ana kullanım alanı ise taşıma sektörü.
Çözüm üretmeye başlamadan önce
bu üç ana başlığın hangisinde alternatif çözümlerin olduğunu
ele almak zorundayız.
Elektrik üretiminin yaklaşık
%75'lik kısmı kömür ve doğal gaz kullanılarak yapılıyor.
Elektrik üretimi için gereken doğal gazın tamamı için yurt
dışına bağımlıyız. Kömürün ise yarısına yakınını yurt
dışından sağlıyoruz. Bu elektrik üretimi için yurt dışına
bağımlılığımızın tüm üretimin yarısından fazlasını
kapsadığını gösteriyor. Elektrik üretimini güneş, rüzgar,
jeotermal ve nükleer kaynaklarını kullanarak da yapabiliriz.
Burada güneş, rüzgar ve jeotermal kendi öz kaynaklarımızdır,
nükleerde ise tamamen yurt dışına bağlıyız.
Nükleer konusu nispeten kolay
olduğundan oradan başlayalım. Dünyada bir nükleer santralin
anlaşma aşamasından üretim aşamasına geçmesine kadar olan süre
ortalama 15 senedir. Bizim ise önümüzde çözüm üretmek için
sadece 13 senemiz var. Yani Ruslarla aramızda her şey iyi olsa,
adamlar en emin oldukları ve en güvenilir gördükleri standart
çözümü bize sunuyor olsalar bile üretime geçmeleri 15 yıl
alacak. Çözüm üretmek için bizim o kadar vaktimiz yok. “İleride
sisteme faydası olur” düşüncesini kabul edebilirim, ama nükleer
Türkiye'nin önümüzdeki 15 sene içerisindeki enerji problemine
çözüm değildir, çünkü şu anda masadaki projeler üretime o
kadar sürede başlayamaz.
Geriye güneş, rüzgar ve jeotermal
kaynaklar kalıyor. Bu kaynaklar nükleer ve termik santrallere
oranla çok daha küçük boyutlu projelerle hayata
geçirildiklerinden çok kısa sürede elektrik sistemine enerji
sağlamaya başlayabilirler. Ancak buradaki temel sorun, bu
kaynakların bulundukları nokta ile elektrik sistemi arasındaki
uyumsuzluktur. Güneş, rüzgar ve jeotermal kaynaklardan üretim
yapacak tesisler doğal gaz veya kömür santrallerine oranla çok
daha dağınık bir yapıda olduğundan üretilecek enerjiyi taşımak
için altyapı yatırımlarına ihtiyaç vardır. Bu altyapı
yatırımlarının sağlanmasında da yük devletin sırtına
binmektedir. Buna karşılık nükleer veya termik santraller çok
daha yoğun bir alanda enerji ürettiklerinden devletin üretilen
enerjiyi taşımak için yapması gereken yatırım çok daha
düşüktür. Bu da devletin nükleer ve termal kaynaklardan
üretilecek enerjiye daha sıcak bakmasının nedenlerinden biridir.
Elektrik üretiminde güneş, rüzgar ve jeotermal kaynaklara
yönelmek çok hızlıdır ve gerek bireysel üreticiler, gerekse de
özel sektör tarafından üretim yapılabilir, ancak burada
sağlanması gereken üretilen enerjinin taşınacağı altyapıdır.
Enerji üretiminde su kaynaklarına
değinmememin temel sebebi, iklim değişikliğinden kaynaklanacak
kuraklıklarda bu kaynakların özellikle sulama ve içme suyu olarak
kullanılmaları gerektiğinden düzenli enerji üretimine yardımcı
olamamaları ihtimalidir. Ayrıca ülkemizdeki akarsular barajdan
ziyade nehir tipi santral yapımına daha uygundur. Ancak burada
karşımıza çıkan engel gene üretilen enerjinin şebekeye
ulaştırılması için gerekli altyapının sağlanmasıdır.
Bir yandan elektrik enerjisini saklama
sistemlerinin gelişmesi, diğer yandan da güneş ve rüzgardan
elektrik enerjisi üretmenin önemli oranda ucuzlaması ülkemizin
enerji ihtiyacının önemli bir kısmını bu kaynaklardan
sağlamasının yolunu açmaktadır. Burada görev üretilen enerjiyi
şebekeye ulaştıracak altyapıyı sağlamak göreviyle devlete
düşmektedir. Rüzgar ve güneş enerjisi potansiyeli bizden çok
daha düşük olan Almanya, onca sanayi üretimine rağmen
enerjisinin önemli bir kısmını bu kaynaklardan sağlayabiliyorsa,
doğru bir planlamayla bizim de aynı başarıyı göstermememiz için
bir sebep yoktur.
Isıtma için kömür veya doğal gaz
yerine elektrik kullanmamak için teknik bir neden görünmemektedir.
Çoğu kalorifer sisteminin temelindeki sıcak su dolaşımı için
suyu elektrik enerjisi kullanarak ısıtmak kömür veya doğal gaza
oranla fiziksel olarak çok daha verimli bir süreçtir. Dar gelirli
ailelere kömür dağıtılarak yapılan sübvansiyon elektriğin
birim fiyatı üzerinden de sağlanabilir. Bu nedenle elektrik
enerjisini karbondioksit salmayan yöntemlerle ürettikten sonra
ısıtma için ayrıca kömür veya doğal gaz kullanmaya gerek
kalmayacaktır.
Taşıma diğer iki alana kıyasla
çözümü daha zor bir problem sunmaktadır. Bu problemin zorluğu
kullanılan araçların neredeyse tamamının karbondioksit
salmasından ve bu araçların bireysel anlamda büyük bir yatırım
kalemi olmasından kaynaklanmaktadır. Bu nedenle de sera gazı
salımlarımızı azaltmada çabamızın büyük kısmını enerji
üretimin karbondioksit salmayan yöntemlere kaydırmamız daha doğru
olacaktır. Bireysel kullanıcıların şu anda kullandıkları
araçları bırakıp yeni ve karbondioksit salmayan araçlara
geçmelerini beklemek çok makul değildir. Ancak toplu taşımanın
gelişmesi bireysel araç kullanımının azaltılması için en
önemli şartlardan biridir. Diğer yandan da elektrikli veya hibrit
araçlara konulan vergilerin azaltılması veya kaldırılması,
araçlarını yenileme zamanı gelen kullanıcıların karbondioksit
salmayan araçlara yönelmesini kolaylaştıracaktır.
Ülkemizdeki sera gazı salımlarının
azaltılması imkansız değildir, yalnız bu yönde önemli bir
altyapı çalışması ve vergilendirme değişikliği yapılması
kaçınılmazdır.
Tüm bu çabalara ek olarak bir de
üretimde ve kullanımda enerji verimliliği konusunda gelişme
sağlayacak olursak ülke olarak küresel iklim değişikliğine
etkimizi en aza indirme yolunda önemli adımlar atmış oluruz.
Ancak bu değişimlerin tamamının siyasi otorite tarafından hayata
geçirilmesinin uygun bulunduğunu kabul etsek bile yapılması
gereken değişiklikler birden çok kurumun sorumluluk alanına
girdiğinden en başta devlet kurumları arasındaki koordinasyonun
arttırılması gerekmektedir. Biz birlikte çalıştıktan sonra
iklim değişikliği üstesinden gelemeyeceğimiz bir sorun değildir.
Yazının yayınlanmış halini EKOIQ Nisan 2016 sayısında bulabilirsiniz.
Yazının yayınlanmış halini EKOIQ Nisan 2016 sayısında bulabilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder