21 Haziran 2025 Cumartesi

Tarımda İklim Krizi: Türkiye’nin Gıda Güvenliği Alarm Veriyor

İklim değişikliği artık geleceğe dair soyut bir tehdit değil, bugünün tarımsal üretimini, çiftçilerin emeğini ve sofralarımıza gelen her lokmayı etkileyen somut bir kriz haline gelmiştir. Türkiye özelinde bu kriz, birbirinden bağımsız gibi görünen ama aslında aynı iklimsel bozulmanın sonucu olan iki büyük tehditle kendini göstermektedir: Artan zirai don olayları ve genişleyen kuraklık kuşağı. Bu iki sorun da geçici dalgalanmalar değildir. İklim sisteminde meydana gelen kalıcı değişimlerin doğrudan sonuçlarıdır. Bu değişimlerin tarımsal üretimimize, kırsal kalkınmamıza ve gıda güvenliğimize etkileri her geçen yıl daha da belirginleşmektedir.

Bir zamanlar “bahar donları” ifadesi yalnızca bazı istisnai yıllarda kullanılan bir terimdi. Bugün ise ilkbaharın neredeyse sonuna kadar uzanan şiddetli soğuk hava dalgaları, tüm Türkiye’nin tarım haritasını tehdit eder hale geldi. 2025 yılının Nisan ayında yaşanan zirai don olayı, sadece birkaç ilde değil, neredeyse tüm bölgelerde hissedildi. Meyve ağaçları, özellikle çiçeklenme döneminde oldukları için bu zirai donlardan en fazla zarar görenler oldu. Elma, kayısı, kiraz, şeftali ve fındık gibi birçok ürün, zirai donun etkisiyle büyük kayıplar yaşadı. Bu zarar yalnızca o yılki verimi değil, sonraki yıllardaki ağaç sağlığını ve verimini de etkileyecek düzeydeydi.

Bu zirai don olaylarının daha sık ve daha geç dönemlere kadar yaşanmasının temelinde, kutuplardaki hızlı ısınmanın yattığını görüyoruz. Kuzey Kutbu’nun dünya ortalamasının yaklaşık iki - üç katı hızla ısınması, kutup sarmalını (polar vortex) zayıflatıyor. Bu da kutup havasının kontrolsüz biçimde daha güney enlemlere sarkmasına neden oluyor. Yani, bir yandan küresel ortalama sıcaklık artarken, diğer yandan alışılmadık soğuk hava dalgalarıyla tarımsal üretim zarar görüyor. Bu çelişki, iklim değişikliğinin karmaşık etkilerinin en somut örneklerinden biridir.

İkinci büyük tehdit ise 30. enlemdeki subtropikal yüksek basınç kuşağının, yani Sahra ve Arap çöllerinin temel iklimsel kaynağının, giderek kuzeye doğru genişlemesidir. Bu genişleme, Türkiye’yi de kuraklık baskısına sokuyor. Bugün İç Anadolu, Güneydoğu Anadolu ve Ege’nin iç kesimleri gibi bölgelerde görülen su stresi, yalnızca mevsimsel bir problem değil. Artık sistematik hale gelen, kalıcı kuraklık sinyalleridir.

Bu durum yalnızca tarımsal verimi değil, ürün desenini, su kaynakları yönetimini ve tarımın sürdürülebilirliğini de doğrudan etkiliyor. Geleneksel olarak buğday, arpa, pamuk, mısır ve ayçiçeği gibi suya duyarlı ürünler yetiştiren bölgeler, artık bu ürünlerin geleceği açısından büyük risk altında. Yeraltı suyu kullanıldıkça su seviyeleri dramatik şekilde azalıyor, yüzey suları buharlaşıyor, barajlar istenen doluluk oranlarına ulaşamıyor. Birçok çiftçi, ekim alanlarını daraltmak veya üretimi tamamen bırakmak zorunda kalıyor.

Türkiye uzun yıllar boyunca “kendi kendine yeten yedi ülkeden biri” olmanın gururunu taşıdı. Ancak iklim değişikliği ile birlikte bu özelliğimiz ciddi bir tehdit altında. Zirai don ve kuraklık gibi iklim kaynaklı sorunlar, doğrudan tarımsal üretimi etkilediği için gıda arzı ve fiyat istikrarı da bundan payını alıyor. Örneğin 2025 zirai donunun ardından meyve fiyatlarında yaşanan büyük artışlar, bu sorunun yalnızca kırsalda değil şehirlerde yaşayan milyonlarca insanı etkilediğini açıkça ortaya koydu.

Ayrıca iklim koşullarının öngörülemez hale gelmesi, çiftçinin risklerini artırıyor. Girdi maliyetleri (gübre, tohum, ilaç, sulama) yükselirken ürün kayıpları da arttığı için tarım ekonomik açıdan sürdürülemez hale geliyor. Sonuç: Tarımsal üretici çaresizlikten kırsalı terk ediyor, genç nüfus tarımdan uzaklaşıyor ve ülke giderek daha fazla gıda ithalatına bağımlı hale geliyor.

Bu krizden çıkışın yolu belli: Tarım politikamızda köklü bir paradigma değişikliğine ihtiyaç var. Öncelikle, çiftçiye yalnızca üretici değil, aynı zamanda ekosistemin koruyucusu olarak bakan bir anlayış benimsenmeli. Tarımsal destekler, yalnızca verim odaklı değil, doğa dostu üretim yapan çiftçilere öncelik verecek şekilde yeniden yapılandırılmalı. Suyu dikkatli kullanan, toprağı koruyan, yerel tohumları yaşatan üreticiler teşvik edilmeli. Son katıldığım toplantıda bir dinleyici “tarımı kısa vadede en yüksek verimi almaya yönelik bir sistemden uzun vadede en uygun verimi almaya yönelik bir sisteme nasıl evirebiliriz?” diye sordu. Sanırım bu soru günümüzde en kararlılıkla cevap arayacağımız soru olmalı.

Ayrıca tarımsal üretim planlaması, artık sadece pazar ihtiyaçlarına göre değil, iklim riskleri göz önünde bulundurularak yapılmalı. Kuraklığa dayanıklı çeşitler, damla sulama teknolojileri, agroekoloji ve permakültür gibi sürdürülebilir yaklaşımlar yaygınlaştırılmalı. Aynı zamanda kırsalda yaşamanın cazibesi artırılmalı; gençlerin tarıma dönmesi için finansal destekler, eğitim programları ve dijital tarım çözümleri sunulmalı.

İklim değişikliği artık bir çevre sorunu değil, doğrudan bir kalkınma ve yaşam meselesidir. Tarımsal üretimimizin temelini tehdit eden zirai don ve kuraklık gibi krizlere karşı dirençli bir sistem kurmak, bugünün değil, yarının güvenliği için zorunludur. Gıda güvenliğimizi, tarımda çalışan milyonlarca insanın emeğini ve doğayla olan bağımızı korumak için şimdi harekete geçme zamanıdır. Yarın çok geç olabilir.

9 Haziran 2025 Pazartesi

Trump - Musk Kavgası ya da İnsanlığın Mars hayalleri

İnsanlık yüzyıllardır gözünü gökyüzüne dikmiş durumda. 1969 yılında Ay’a yapılan insanlı yolculukla bu hayal gerçeğe dönüşmüş, ancak sonraki yarım yüzyılda benzer bir başarı tekrarlanamamıştır. 1969 yılındaki başarının temelinde bu çalışmanın bir devlet projesi olması vardır. Sovyetler ile ABD arasındaki yarışı ABD Ay’a ilk insanı göndererek bir adım ileriye taşımıştır. Sovyetleri ileri götürecek olan Sergey Korolev 1966 yılında ölünce ve 1969 Temmuz ayında Ay’a gitmek üzere fırlatılan Zond L1S-2 atış rampasında patlayınca ABD yarışı kazandı. Sovyetler yeni atış rampasını 18 ayda tamamladı, ama o sırada ABD çoktan birkaç defa Ay’a insan indirmeyi başarmıştı.

1969 yılının Temmuz ayında ABD yerine Sovyetler Ay’a insan indirmeyi başarsaydı, bu defa yarış Ay’da ilk uzay üssü kurmaya dönerdi. Sovyetler Ay’da ilk uzay üssünü kursa bu sefer Mars’a ilk insanı götürmek için yarış devam ederdi. Ancak Sovyetlerin bu yarıştaki nefesi 1969 yılının Temmuz ayında tükendi. Şunu bilmekte fayda var. 1969 yılında Ay’a gitmek ekonomik getirisi olan bir iş değildi. Ay’a gidildi, örnekler getirildi, incelendi ve Ay’a tekrar gitmenin kimsenin işine yaramayacağına karar verildi. Bundan sonra da Ay konusu fazla açılmadı. Aradan geçen zamanda devletler yavaş yavaş uzay çalışmalarından çekilmeye başladı ve görevi özel şirketlere devretti.

Bugün Dünya’nın etrafında dönen iki uzay istasyonu var. Biri uluslararası, diğeri Çinlilerin. Çinliler sakin sakin kendi uzay programlarını geliştiriyorlar ve geliştirmeye de devam edecekler. Uzay deyince fazla gözünüzde büyütmeyin, bu istasyonlar yerden yaklaşık 500 kilometre yukarıda dönüyorlar. Kıyaslamanız için, Ay bizden 400 bin kilometre uzakta. Uluslararası uzay istasyonuna gitmenin ise iki yöntemi var. Ya Rusların uzay ajansı Roscosmos sizi oraya fırlatacak ya da SpaceX, yani Elon Musk’ın şirketi. ABD’nin başka insanlı uzay aracı fırlatma imkanı yok. Dolayısıyla SpaceX öncesi NASA, Roscosmos’a para vererek astronotlarını uzay istasyonuna taşıttı. SpaceX’in Dragon aracı ABD’yi Roscosmos’a bağlı kalmaktan kurtardı.

Şimdi gelelim günümüze: Artık hedef daha uzak bir noktada: Mars. Fakat Mars’a insan göndermek ve orada kalıcı bir koloni kurmak, yalnızca teknik değil, aynı zamanda siyasi, toplumsal ve ekonomik boyutları olan karmaşık bir meseledir. Günümüzde yaşanan gelişmeler ve özellikle Elon Musk ile Donald Trump arasındaki gerilimler, bu vizyonun ne kadar kırılgan olduğunu gözler önüne seriyor.

Donald Trump ve Elon Musk arasındaki kamuya yansıyan fikir ayrılığı, sadece iki güçlü figürün çekişmesi değil. Bu gerilim, ABD’nin uzay programlarının geleceğini doğrudan etkileyebilecek bir kırılma noktası olabilir. Trump, başkanlığı döneminde Artemis programını başlatarak NASA’yı yeniden aya odaklamış, Musk’ın şirketi SpaceX ile yakın çalışmıştı. Ancak şimdi bu ilişki ciddi şekilde zedelenmiş durumda.

Musk, Trump’ın yeniden seçilmesini demokrasinin sonu olarak tanımlarken, Trump da Musk’ı kişisel olarak hedef alan açıklamalar yapıyor. Bu çatışma, yalnızca SpaceX’in değil, NASA’nın da yürüttüğü uzun soluklu projelere zarar verme potansiyeline sahip. Özellikle Mars gibi iddialı hedefler için gereken uzun vadeli siyasi destek, bu tür çatışmalar nedeniyle ortadan kalkabilir.

Buradaki en önemli sorunlardan biri, uzay programlarının doğası gereği uzun vadeli planlamaya dayanmasıdır. Bir siyasi lider değiştiğinde bu programların öncelikleri değişebiliyor. Trump gibi popülist eğilimli liderlerin kişisel çatışmaları, bilimsel programları ideolojik bir zemine çekebiliyor. Bu da bilimsel projelerin istikrarını zedeliyor.

Trump Musk’ın uzay projelerine devletin verdiği desteğin azaltılacağını söyledi, buna karşılık da Musk ABD’yi uzay istasyonuna taşıyan Dragon aracının görevinin derhal sonlandırılacağını belirtti. Bu sorun iki tarafı açısından da çok ciddi bir kriz getiriyor. Krizin küçük tarafı Trump’a düşüyor. Şu anda Artemis programı ile Ay’a bir kez daha insan göndermek Trump’ın fazla da umurunda değil. Oysa SpaceX devletten aldığı destekle ayakta durabiliyor. Bu desteğin çekilmesi Musk’ın şirketini neredeyse içinden çıkılmaz bir duruma sokabilir. Ama unutmayalım, Musk bir iş insanı, para neredeyse işini hızla oraya kaydırabilir. Yani Suudi Arabistan ya da Birleşik Arap Emirlikleri Ay’a tekrar insan gönderen bir ülke olmak isterse Musk kapısını çalacakları ilk kişi olacaktır. Bu arada Birleşik Arap Emirlikleri’nin Mars’a başarıyla bir uzay aracı gönderdiğini de hatırlatmakta fayda var.

Musk ve parası olan bir devlet birlikte çok önemli bir gelişmeye imza atabilir. Ben Musk’ın ana hedefinin Mars’ta bir koloni kurmak olduğunu düşünmüyorum. Çünkü Mars, Dünya’ya en yakın yaşanabilir gezegen adayı olabilir; ama bu, onun yaşanabilir olduğu anlamına gelmiyor. 60 milyon kilometre uzakta yer alan bu kırmızı gezegene, en iyi ihtimalle 6 ila 9 aylık bir yolculukla ulaşılabiliyor. Yerçekimi, Dünya’nın %40’ı kadar. Atmosferi yok denecek kadar ince, radyasyon seviyesi yüksek ve yüzey sıcaklığı insanın açık havada yaşamasına uygun değil. 

Mars’a gitmek kadar orada yaşamak da başlı başına bir mesele. Su kaynakları yer altında buz halinde mevcut olsa da çıkarılması ve işlenmesi büyük enerji gerektiriyor. Mars’ta tarım yapılması için toprak tamamen yapay olarak zenginleştirilmeli, hava üretimi için sürekli enerji gerektiren sistemler kurulmalı. Yani bir Mars kolonisi, bugünkü teknolojiyle tamamen kapalı bir yaşam destek sistemi üzerine inşa edilmek zorunda. Büyük ihtimalle de radyasyondan korunmak için bu kapalı sistemi yerin en az 20 metre altındaki mağaralarda kurmak gerekiyor.

Ayrıca bu süreçte karşılaşılacak psikolojik ve sosyolojik zorluklar da göz ardı edilemez. Aylarca dar alanlarda, sınırlı kaynaklarla yaşamak zorunda kalan astronotlar ciddi psikolojik risklerle karşı karşıya kalacaktır. Mars’a gidecek insanların hem fiziksel hem de zihinsel olarak aşırı dayanıklı bireyler olması gerekir.

Mars’a gitme hayalinin merkezinde Elon Musk’ın geliştirdiği Starship roketi yer alıyor. Bu dev sistem, hem Ay’a hem Mars’a insan göndermek için tasarlandı. Ancak SpaceX’in 2025’te gerçekleştirdiği son Starship denemesi, bir kez daha başarısızlıkla sonuçlandı. Her ne kadar SpaceX bu tür denemeleri “öğrenme süreci” olarak tanımlasa da, üst üste gelen başarısızlıklar artık sadece mühendislik sorunu değil, kamuoyunun güveni ve siyasi desteğin devamı açısından da kritik bir hal almış durumda.

Bu durum, uzay çalışmalarının kamusal algısı açısından ciddi sorunlar yaratıyor. Vergi veren yurttaşların "Neden başarısız projelere para harcanıyor?" sorusuna verecek ikna edici bir yanıt oluşturulmadığı sürece, uzun vadeli fonlar da riske giriyor.

Starship’in başarısızlığı, yalnızca bir roketin çökmesi değil; aynı zamanda Mars hayalinin teknolojiyle tek başına gerçekleşemeyeceğinin göstergesi. Bu projeler kamu fonlarıyla desteklendiğinden, başarısızlıklar aynı zamanda kamu kaynaklarının verimli kullanımı konusunda da soru işaretleri yaratıyor.

Günümüzde uzay yolculukları özel şirketlerin öncülüğünde ilerliyor gibi görünse de bu şirketlerin kamu politikalarıyla olan bağı göz ardı edilemez. Devletin sağlayacağı yasal çerçeve, fonlama, diplomatik destek ve bilimsel altyapı olmadan, hiçbir özel girişim Ay’a ya da Mars’a tek başına gidebilecek güçte değil. Dolayısıyla Trump gibi liderlerin bilimsel projelere verdiği ya da vermediği destek, geleceğin uzay haritasını doğrudan şekillendiriyor.

Uzayda koloni kurmak isteyen insanlık, önce kendi içindeki siyasi ve sosyal problemleri çözmek zorunda. Kutuplaşmış toplumlar, kısa vadeli seçim hesaplarıyla yönlendirilen hükümetler ve şirket çıkarlarını önceleyen stratejilerle Mars’a varmak mümkün değil.

Mars’ı bir yedek gezegen gibi görüp Dünya’dan kaçma fikri son derece sorunlu bir yaklaşım. Mars’ta yaşam kurmak, milyarlarca dolarlık yatırım, onlarca yıllık planlama ve onlarca bin insanın katkısını gerektirirken; aynı kaynaklar Dünya’daki iklim krizi, su kıtlığı, gıda güvenliği gibi hayati sorunları çözmek için çok daha etkili kullanılabilir.

İklim değişikliği, biyolojik çeşitliliğin azalması, temiz suya erişimin zorlaşması gibi sorunlar bugün acilen çözüm bekliyor. Tüm enerjimizi başka bir gezegende yaşam kurmaya harcamak yerine, mevcut gezegenimizi yaşanabilir kılmaya yönlendirmeliyiz.

Mars bir gün yaşanabilir hale getirilebilir belki ama bu, bugünkü gezegenimizi ihmal etme lüksümüz olduğu anlamına gelmez. Mars’a kaçmak yerine Dünya’yı iyileştirmek daha ahlaki, ekonomik ve stratejik bir tercihtir.

Mars’a gitmek bilimsel bir vizyon olabilir ama orada kalmak, yaşamak ve uygarlık kurmak daha çok siyasi irade, toplum desteği ve etik sorumluluk gerektirir. Trump ile Musk arasındaki kavga, Starship’in başarısız denemeleri ve küresel siyasi belirsizlikler gösteriyor ki insanlık henüz bu büyük yolculuğa hazır değil.

Yıldızlara uzanmak istiyorsak önce Dünya’da ortak bir hedefte uzlaşmalı, bilimle siyaset arasındaki çizgiyi daha net çekmeliyiz. Çünkü Mars’a giden yol yalnızca uzaya değil, insanlığın kolektif bilincine uzanır.

30 Mayıs 2025 Cuma

Dünya Yanıyor, Biz İzliyoruz: 5 Haziran Üzerine Bir Hatırlatma

Her yıl 5 Haziran’da Dünya Çevre Günü’nü kutluyoruz. Daha doğrusu, kutluyormuş gibi yapıyoruz. Törenler düzenleniyor, sosyal medyada rengârenk görseller paylaşılıyor, birkaç ağaç dikiliyor... Ama gerçek sorunlara kimse dönüp bakmıyor. Çünkü gözümüz kulağımız başka yerlerde: Ticaret savaşlarında, seçim yarışlarında, liderlerin birbirine laf sokmalarında, diplomatik krizlerde... Oysa bir başka savaş daha var; daha sinsi, daha sessiz ama çok daha yıkıcı: İklim değişikliği ve çevre krizi.

Gezegenimiz gün geçtikçe ısınıyor. Orman yangınları her yıl daha erken başlıyor ve daha büyük alanları yok ediyor. Kuraklık, tarımı ve su kaynaklarını tehdit ediyor. Hava kirliliği, şehirlerde nefes almayı bile güçleştiriyor. Ama tüm bunlar manşet olmuyor artık. Çünkü çevre sorunları, bugünün hızlı tüketilen medya düzeninde dikkat çekici bulunmuyor. Ne yazık ki çevre felaketlerinin bile “haber değeri” taşıyabilmesi için can kaybı ya da dramatik görüntüler içermesi gerekiyor. Oysa çevre sorunları çoğu zaman böyle olmaz; yavaş ilerler, sinsi gelir ve hayatımızı içten içe kemirir.

Siyasetçiler bu ilgisizliğin farkında. Onlar da toplumun nabzına göre hareket ediyor. Vatandaş çevreyle ilgilenmiyorsa, liderler neden bu konuda risk alsın ki? Onlara göre oy getirmeyecek bir meseleyle uğraşmanın anlamı yok. Bu yüzden çevre politikaları hâlâ geri planda, hâlâ bütçelerin en küçük kalemlerinden biri, hâlâ siyasi ajandalarda “bir gün yapılacaklar” arasında yer alıyor.

İklim krizi ve çevre sorunları, sadece çevrecilerin ya da bilim insanlarının meselesi değil. Bu, artık herkesin ortak derdi. Ekonomik krizle, gıda fiyatlarıyla, sağlıkla, göçle, güvenlikle doğrudan ilişkili bir konu. Ama sorun şu: Çevre sorunları aciliyetlerini bağırarak değil, hissettirmeden gösteriyor. Ve biz de ancak felaket kapıya dayandığında uyanıyoruz. Ama bazen uyanmak için çok geç olabiliyor.

5 Haziran Dünya Çevre Günü, bu kısır döngüyü kırmak için bir fırsat olabilir. Bu günü sadece bir “etkinlik” olarak değil, politik bir hatırlatma olarak değerlendirmeliyiz. Vatandaşlar çevre konusunda bilinçlendikçe, siyasetçilerin öncelikleri de değişecektir. Bu döngüyü tersine çevirmek mümkün. Ama ilk adım, sorunu görmeye cesaret etmek.

Gezegenimiz her geçen gün daha kırılgan hale geliyor. Ve biz hâlâ neyin daha önemli olduğuna karar veremedik. Oysa karar vakti çoktan geldi, hatta geçiyor. Şimdi değilse ne zaman? 

23 Mayıs 2025 Cuma

Bilimsel Gerçek ile Medya Heyecanı Arasında: Doğal Hidrojen Haber'ini Ne Kadar Doğru Anladık?

 Geçtiğimiz günlerde DonanımHaber’de yer alan bir haber, yerin altında 170 bin yıl yetecek doğal hidrojen bulunduğu yönündeki iddiasıyla geniş bir kesimin dikkatini çekti. Habere göre bu kaynak, insanlığın enerji sorununu kökünden çözebilecek potansiyele sahipti. Ancak bu haberin temelini oluşturan Nature dergisindeki bilimsel makaleye yakından bakıldığında, söz konusu haberin içeriği bilimsel bağlamdan koparılmış, abartılmış ve yanlış yorumlarla dolu.

Her şeyden önce, Nature’da yayımlanan makale yeni bir keşfi açıklamıyor. Bu çalışma, yer kabuğunda doğal hidrojenin nasıl oluştuğunu, nerelerde birikebileceğini ve bu kaynakların nasıl araştırılabileceğini anlatan bir bilimsel derlemedir. Yani haberin sunduğu gibi “bulundu” ya da “hazırda bekliyor” şeklindeki ifadeler gerçeği yansıtmamaktadır.

DonanımHaber’de sıkça vurgulanan “170 bin yıl yetecek hidrojen” ifadesi ise, bilimsel makalede geçen varsayımsal bir tahminin bağlamından koparılmasıdır. Bu tahmin, dünya genelindeki teorik hidrojen rezervlerinin, bugünkü enerji tüketimiyle karşılaştırıldığında ne kadar süre yetebileceğine dair kuramsal bir senaryoya dayanıyor. Bu rakamlar, keşfedilmiş rezervleri değil, potansiyel ihtimali ifade ediyor. Ancak haberde bu olasılık, sanki bilimsel olarak doğrulanmış bir gerçekmiş gibi sunulmuş.

Daha da önemlisi, Nature makalesi, bu potansiyel kaynakların halen araştırma aşamasında olduğunu, teknik engellerin büyük olduğunu ve doğal hidrojenin yerini belirlemenin ve çıkarmanın karmaşık bir süreç olduğunu açıkça vurguluyor. Bu da gösteriyor ki, DonanımHaber yazısı, bu sınırlamaları görmezden gelerek gereksiz bir umut yaratıyor.

Bilimsel yayınlarda sıkça yer alan “muhtemelen”, “olasılıkla”, “keşfedilebilir” gibi temkinli ifadeler, medya haberi tarafından tamamen göz ardı edilmiş. Bilim insanlarının hassasiyetle kullandığı bu tür ifadeler, kamuoyuna aktarılırken “bulundu”, “çözüldü”, “sonsuz kaynak” gibi abartılı ve kesinlik içeren söylemlere dönüştürülmüş. Bu durum, bilimsel iletişim açısından ciddi bir sorun teşkil ediyor.

Bir de bu tür haberlere sosyolojik açıdan yaklaşmamız gerekiyor. Toplum olarak şu sıra “iklim değişikliğini durdurmak çok kolay, gelecek çok güzel olacak” türü haberlere çok ihtiyacımız var. Bir anda insanlığın ihtiyacını 170 bin sene karşılayacak bedava bir kaynak bulunduğunda “oh be” diyoruz, “sorun çözüldü artık ve bizim hayatımızda bir değişiklik yapmamıza gerek yok”. Petrol şirketlerinin tam istedikleri şey bu. Biz doğayı kirletmeye devam edelim, onlar da kazançlarına devam etsinler. Yalnız bu doğru bir gidiş değil. Bu haberin dediği gerçek olsa ve bize 170 bin sene yetecek bedava ve temiz kaynak bulunsa bile bu kaynağı kullanıma sokabilmek onlarca yıl sürecektir. Öyle bir kaynak kullanılana kadar da zaten iş işten geçmiş olacak. Dolayısıyla böyle haberler doğru bile olsalar çok kısa sürede hayat tarzımızı değiştirmeye yardımcı olmuyorlarsa pek de işimize yaramazlar. Özellikle iklim değişikliği bağlamında onyıllarımız kalmadı artık, gidişi değişitirmek için sadece az parmakla sayılablecek kadar vaktimiz var.

DonanımHaber’in yazısı bilimsel bir gelişmeyi popülerleştirme çabasından çok, bilimsel içeriği saptıran bir medya kurgusuna dönüşmüş durumda. Bu tür haberler, topluma enerji geleceği konusunda heyecan verici umutlar sunsa da, yanlış beklentiler oluşturabilir ve bilimsel güvenilirliğe zarar verebilir. Temiz enerjiye duyulan ilgi ve heyecan değerlidir, ancak bu heyecanın bilgiyle beslenmesi gerekir.

Gerçek ilerleme, sadece yeni kaynaklar bulmakla değil; aynı zamanda bu kaynakları doğru anlama, doğru yorumlama ve kamuoyunu doğru bilgilendirme ile mümkündür.

22 Mayıs 2025 Perşembe

Elektrikli Araçlar da Bizi Kurtaramayacak

Sürdürülebilir mobilite denildiğinde çoğumuzun aklına artık otomatik olarak elektrikli araçlar geliyor. Fosil yakıtla çalışan araçların yerini alan bu sessiz makinelerin, gezegenimizi kurtaracağına inanmak istiyoruz. Ancak burada durup derin bir nefes almalı ve şu soruyu sormalıyız: Gerçekten daha sürdürülebilir bir geleceğe mi gidiyoruz, yoksa sadece daha "yeşil" görünen bir illüzyonun parçası mıyız?

Elektrikli araçlar karbon salımlarını azaltıyor, evet. Ancak bu araçların üretim süreçleri, özellikle batarya üretimi, oldukça enerji yoğun ve çevresel etkileri hafife alınamaz. Lityum, kobalt, nikel gibi madenler dünyanın başka köşelerinde çıkarılıyor, çoğu zaman çevre felaketlerine ve insan hakları ihlallerine yol açıyor. Yani sadece egzozdan duman çıkmıyor diye kendimizi temiz sanmak, kendi yalanımıza inanmaktan başka bir şey değil.

Dahası var. Bugün dünyada üretilen elektrikli araçların büyük kısmı, içten yanmalı motorlu araçların tasarımını birebir kopyalıyor. SUV’lar, dev bataryalı lüks arabalar, yüksek hızlara çıkabilen makineler… Neredeyse hepsi tek kişilik kullanıma göre tasarlanmış. Aynı kaynak tüketimi, aynı altyapı gereksinimi, aynı trafik sorunu… Sadece bu kez duman değil, sessizlik içinde ilerliyoruz.

Peki neden böyle oluyor? Çünkü mobilite politikaları hâlâ büyük ölçüde otomotiv devleri ve onların arkasındaki petrol şirketleri tarafından şekillendiriliyor. Bu şirketler, bireysel araç sahipliğini sona erdirecek çözümlerden—örneğin toplu taşımaya, bisikletli ulaşım altyapısına ya da yürüme dostu kent tasarımlarına—gerçek anlamda bir tehdit olarak korkuyorlar. O yüzden sürdürülebilirlik kelimesini sahiplenip, onu yine kendi çıkarları doğrultusunda kullanıyorlar.

Bu noktada bir tercihle karşı karşıyayız. Ya onların çizdiği çerçeve içinde "sözde" sürdürülebilir araçlar üretip tüketmeye devam edeceğiz ya da cesur bir adım atarak mobiliteyi baştan düşüneceğiz. Daha az araçla, daha az enerjiyle, daha az alan kaplayarak nasıl hareket edebiliriz? Asıl sorumuz bu olmalı.

Unutmayalım, sorunun kaynağını teknolojik bir makyajla sürdürülebilir hale getiremeyiz. Elektrikli SUV’lar, doğa dostu gibi görünse de, aslında doğaya aynı ölçüde yabancı. Sürdürülebilirlik, yalnızca enerjiyi nasıl ürettiğimizle değil, hareket etme biçimimizi nasıl organize ettiğimizle ilgilidir.

Belki de artık arabaları değil, soruyu değiştirmeliyiz: Gerçekten bu kadar çok araca ihtiyacımız var mı?

21 Mayıs 2025 Çarşamba

Afetleri Beklemek Değil, Önlemek Zorundayız: Sendai Çerçevesi ve Türkiye’nin İklim Riskleri

Dünyanın dört bir yanında sel, kuraklık, fırtına, orman yangını ve sıcak hava dalgaları gibi iklim kaynaklı afetlerin sıklığı ve şiddeti artıyor. Türkiye de bu gerçeklikten muaf değil. 2021 yazında Akdeniz ve Ege kıyılarında yaşanan orman yangınları, aynı yıl Karadeniz bölgesinde görülen yıkıcı seller, 2023’te yaşanan aşırı sıcak dalgaları ve baraj seviyelerini tehdit eden kuraklıklar hepimizin hafızasında oldukça taze. Ancak bu afetleri yalnızca “kader” veya “doğal süreçler” olarak görmek, büyük bir yanılgı. Artık biliyoruz ki, afetler doğaldır ama felaketler insan kaynaklıdır. Ayrıca iklim değişikliği de hızlanmakta olduğuna göre gözlerimizi biraz daha açmamız oldukça faydalı olacaktır.

İşte tam da bu noktada, çok az kişinin bildiği ancak Türkiye'nin de bir parçası olduğu önemli bir küresel yol haritası devreye giriyor: Sendai Afet Risklerinin Azaltılması Çerçevesi. Bu çerçeve, 2015 yılında Japonya’nın Sendai kentinde 187 ülkenin mutabakatıyla kabul edildi ve 2030 yılına kadar dünyada afetlerin etkilerini azaltmayı amaçlıyor. Ancak bu belgenin gücü; yalnızca uluslararası bir sözleşme olması değil, aynı zamanda risklerin yönetimi konusundaki bakış açımızı kökten değiştirmesidir. 

Sendai Çerçevesi, afetlere müdahale etmekten çok, afetlerin oluşmasını önlemeye ve riskleri azaltmaya odaklanır. Yani “afet olduktan sonra ne yapacağız?” değil, “afet olmadan önce ne yapmalıyız?” sorusunu merkeze alır. Bu yönüyle klasik kriz yönetimi anlayışından farklıdır ve bütüncül bir risk yönetimi yaklaşımı benimser.

Bu çerçeve dört temel öncelik üzerine kuruludur:

  1. Afet riskini anlamak
  2. Afet risklerini yönetmek için kurumları güçlendirmek
  3. Afet riskini azaltacak yatırımlar yapmak
  4. Afet sonrası toparlanmayı daha iyi bir yapı kurmak için değerlendirmek

Sendai, risklerin sadece fiziksel değil; sosyal, ekonomik ve yönetsel boyutlara sahip olduğunu kabul eder. Yani yalnızca bina güçlendirmek yetmez; toplumun bilinçlenmesi, kurumların dayanıklı hale gelmesi, yoksullukla mücadele, doğayla uyumlu planlama gibi çok sayıda unsur birlikte ele alınmalıdır.

Geleneksel olarak afet dendiğinde aklımıza deprem gelir. Türkiye gibi bir deprem ülkesi için de böyle düşünmekte kesinlikle haklıyız. Ancak Sendai Çerçevesi’nin altını çizdiği gibi, afet riski yalnızca sismik değil, iklim kaynaklı tehditleri de kapsar. Özellikle de iklim değişikliğinin etkisiyle aşırı hava olaylarının artık çok daha sık ve etkili hale geldiği günümüzde bu konuya dikkatimizi vermeliyiz.

Türkiye’de iklim kaynaklı afetlerde ciddi bir artış yaşanıyor. Meteoroloji Genel Müdürlüğüne göre 2023 yılında ülkede toplam 1300’den fazla meteorolojik afet kaydedildi — bu sayı 20 yıl öncesine göre neredeyse üç katına çıktı. Bu afetlerin büyük bölümü sel, dolu, hortum, fırtına ve aşırı sıcaklar gibi olaylardan oluşuyor.

Bu afetlerin etkisi sadece fiziksel yıkımla sınırlı değil; gıda güvenliğini tehdit ediyor, içme suyu kaynaklarını azaltıyor, tarımsal üretimi zayıflatıyor, turizm sektörünü etkiliyor ve kamu kaynakları üzerinde büyük yük oluşturuyor. Kısacası, iklim kaynaklı afetler yalnızca çevresel değil, sosyal ve ekonomik bir kriz alanı haline geliyor. Üstüne iklim kaynaklı afetlerin görülme sıklığı ve görüldükleri alan da depremle kıyaslandığında çok daha geniş. Deprem için bir yeniden yapılanma seferberliğine girişildiği bu ortamda benzerinin ve hatta daha geniş kapsamlısının iklim riskleri için de ele alınması faydalı olacaktır.

Türkiye, Sendai Çerçevesi’ni imzalayan ülkelerden biri. Bu çerçevenin ilkelerini hayata geçirmekle yükümlü. Ancak uygulamada ciddi eksiklikler var. Afet yönetimi hâlâ büyük ölçüde müdahale ve iyileştirme odaklı yürütülüyor. Risk azaltma ve önleme stratejileri ise ya kâğıt üzerinde kalıyor ya da hayata geçirilmesi gecikiyor.

İklim değişikliği bağlamında ise özellikle yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, doğayla uyumlu şehir planlaması, erken uyarı sistemlerinin yaygınlaştırılması ve kamuoyunun bilinçlendirilmesi büyük önem taşıyor. Bugün hâlâ birçok şehirde sel riski taşıyan alanlara yapılaşma izni veriliyor, orman yangınları için önleyici tedbirler yetersiz kalıyor ve sıcak hava dalgalarına karşı kırılgan nüfuslar (yaşlılar, bebekler, hastalar) için koruyucu mekanizmalar geliştirilmiyor. Afet yönetimiyle ilgili tüm toplantılarda “benim yaşlı babamın/amcamın/halamın bir sıcak hava dalgasından zarar görmemesi için ne yapacaksınız?” diye sorduğumda cevap hep “kötüleştiği zaman ambulans göndeririz” oluyor.

Oysa Sendai Çerçevesi tam olarak bu alanlarda yol gösterici olabilir.

Sendai Çerçevesi, devletlere “daha çok para harcayın” demiyor; daha akıllı, planlı ve risk temelli düşünün diyor. İklim krizinin etkileri daha fazla derinleşmeden, bizler hem merkezi yönetim olarak hem de bireyler olarak bu riskleri ciddiye almak zorundayız. Önemli olan, yaşlı biri aşırı sıcaklık nedeniyle kalp sorunu yaşamadan bir çözüm üretmeye çabalamaktır.

Afetlerin "doğal" olduğu düşüncesinden uzaklaşıp, doğayla inatlaşan şehirler yerine doğayla uyumlu yaşam alanları inşa etmeliyiz. Sendai'nin önerdiği gibi afetlere dayanıklı olmak, sadece sert duvarlarla değil, aynı zamanda güçlü toplumsal bağlarla, bilinçli bireylerle ve kapsayıcı kurumlarla mümkündür.

Türkiye’nin afetlere dayanıklı bir ülke olması için artık kriz anlarında gösterdiğimiz refleksleri, kriz öncesine taşımamız gerekiyor. Bu da ancak Sendai Çerçevesi'nin temelini oluşturan önleyici ve bütüncül risk yönetimi anlayışının yerel ve ulusal politikalara entegre edilmesiyle mümkün.

Unutmayalım: İklim krizi kapımızda değil, artık evin içinde. Ve biz hâlâ yangın başladıktan sonra itfaiyeyi aramayı yeterli sanıyoruz. Oysa gerçek çözüm yangını çıkmadan önlemekte.

20 Nisan 2025 Pazar

Bir İklim Politikasına İhtiyacımız Var

İklim değişikliği, içinde yaşadığımız çağın en kapsamlı, en karmaşık ve en acil çözüm bekleyen sorunlarından biri, muhtemelen de en önemlisidir. Bu sorunun etkileri artık yalnızca bilimsel raporların satır aralarında ya da uzak coğrafyaların manşetlerinde değil, hepimizin gündelik yaşamında somut olarak hissedilmektedir. Kuraklıklar, orman yangınları, seller ve tarımsal verimin azalması gibi belirtiler, iklim değişikliğinin sadece bir çevre sorunu değil, aynı zamanda bir kalkınma, ekonomi, güvenlik ve toplumsal istikrar sorunu olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Böyle bir sorun karşısında ilk yapılması gereken şey, güçlü ve tutarlı bir iklim politikası geliştirmek olmalıdır.

Bir ülkenin iklim değişikliğiyle etkin bir biçimde mücadele edebilmesi, yalnızca niyet beyanlarıyla değil, sistematik ve uzun vadeli bir yaklaşımla mümkündür. Bu yaklaşımın ilk adımı, kapsamlı bir iklim politikasının varlığıdır. İklim politikası; ülkenin sera gazı salımlarını azaltma, iklim değişikliğine uyum sağlama, doğal kaynakları koruma ve çevresel adaleti sağlama yönündeki temel ilke ve hedeflerini ortaya koyan ana çerçevedir. Bu politika, yalnızca çevre bakanlığının ya da belirli bir hükümetin görevi olmaktan çıkıp, devletin tüm kurumlarının ortak hedefi haline gelmelidir. Bu politikanın belirlenmesinde her ülkenin kendine has koşulları olacaktır. Hiçbir ülkenin iklim politikası başka ülkelerin iklim politikasına benzemek zorunda değildir. İklim değişikliğinden daha kısa ve orta vadede daha az etkilenecek ülkelerin politikası sera gazı azaltımına daha çok yönelirken, iklim değişikliğinin getirdiği sorunlarla bugünden boğuşan ülkelerde öncelik uyuma verilebilir. Bunu uluslararası ortamda tartışmak anlamsızdır çünkü uluslararası arenada tüm ülkelerin eşit ağırlığı olduğu kabul edilir, yani hiçbir ülkenin görüşü bir diğerinin üstünde ya da altında yer almamalıdır. Ancak bu iklim politikası, iklim değişikliğini durdurmak için atılan küresel adımların da elden geldiğince bir parçası olmalıdır çünkü günü geldiğinde tüm ülkelerin bu bağlamda birbirlerine ihtiyaçları olacaktır.

İklim politikası oluşturulduktan sonra bu politikanın kurumsal çerçevede uygulanabilmesi için bir iklim kanununa ihtiyaç vardır. İklim kanunu, iklim politikasında belirlenen hedef ve stratejilerin hukuki dayanağa kavuşmasını sağlar. Kanun; salım azaltımı, uyum, sektörel sorumluluklar, denetim mekanizmaları, finansman kaynakları ve yaptırımlar gibi başlıklarda bağlayıcı hükümler içermelidir. Böylece iklim politikası yalnızca bir vizyon belgesi değil, aynı zamanda uygulanabilir bir yol haritası haline gelir. Bir politika olmadan hazırlanan kanun temelde dayanaksızdır.

Ancak her kanun gibi, iklim kanunu da genel çerçeveyi ve temel ilkeleri ortaya koyar. Bu çerçevenin pratikte nasıl işleyeceği ise yönetmeliklerle belirlenir. Yönetmelikler, iklim kanununun ruhuna uygun olarak çeşitli sektörlerde nasıl uygulamalar yapılacağını detaylandırır. Örneğin tarım sektöründe su kullanımının nasıl düzenleneceği, ulaştırma sektöründe karbon salımlarının nasıl raporlanacağı ya da enerji sektöründe yenilenebilir kaynaklara geçişte ne tür teşvikler sağlanacağı gibi başlıklar yönetmeliklerle açıklığa kavuşturulur. Bu noktada yönetmelikler, devletlerin iklim yaklaşımını yansıtan ve değişen koşullara göre güncellenebilen dinamik belgelerdir.

İklim politikası, bir ülkenin uzun vadeli çevresel ve ekonomik sürdürülebilirlik hedeflerinin temel taşıdır. Bu nedenle, iklim politikalarının birer devlet politikası haline gelmesi büyük önem taşır. Devlet politikası olması, söz konusu politikanın hükümetlerden bağımsız ve parti üstü bir anlayışla ele alınmasını gerektirir. Çünkü iklim krizi, beş yıllık iktidar sürelerinin çok ötesinde, kuşakları etkileyen bir tehdittir. Bu nedenle iklim politikalarının içeriği, hükümetler değişse dahi temel ilkeleri bakımından korunmalıdır. Yeni gelen hükümetler, bu temel politikaya bağlı kalmalı; ancak uygulama araçlarını, yani yönetmelikleri kendi önceliklerine göre şekillendirebilmelidir.

Bu yaklaşım, iklimle mücadelede sürekliliği ve kurumsal dayanıklılığı artıracaktır. Aynı zamanda özel sektör, sivil toplum ve yurttaşlar açısından da öngörülebilir bir çerçeve sunacaktır. Yatırımcılar, iklim kanunu ile belirlenen uzun vadeli hedeflere güvenerek daha sürdürülebilir yatırımlar yapabilir; çiftçiler hangi ürünlerin destekleneceğini ve iklim koşullarına göre hangi uygulamaların teşvik edildiğini daha rahat görebilir; vatandaşlar ise kendi yaşam biçimlerini bu çerçeveye göre şekillendirebilir.

Bu noktada, önce etkili bir iklim politikası oluşturmak ve bu politikayı güçlü bir iklim kanunuyla desteklemek, Türkiye gibi iklim krizinden doğrudan etkilenen ülkeler için artık bir tercih değil zorunluluktur. Bu kanunun uygulanabilirliğini sağlayacak yönetmelikler ise, pratik gerçeklikleri göz önünde bulundurarak sürekli güncellenmeli ve toplumun tüm kesimlerinin katılımıyla hazırlanmalıdır. İklim değişikliğiyle mücadelede başarının yolu; vizyoner, kapsayıcı ve sürdürülebilir bir hukuki çerçeve oluşturmaktan geçer. Geleceğimizi korumak istiyorsak, bunu bugünden başlatmalı ve iklim politikamızı sağlam bir zemine oturtmalıyız.