İklim değişikliği artık geleceğe dair soyut bir tehdit değil, bugünün tarımsal üretimini, çiftçilerin emeğini ve sofralarımıza gelen her lokmayı etkileyen somut bir kriz haline gelmiştir. Türkiye özelinde bu kriz, birbirinden bağımsız gibi görünen ama aslında aynı iklimsel bozulmanın sonucu olan iki büyük tehditle kendini göstermektedir: Artan zirai don olayları ve genişleyen kuraklık kuşağı. Bu iki sorun da geçici dalgalanmalar değildir. İklim sisteminde meydana gelen kalıcı değişimlerin doğrudan sonuçlarıdır. Bu değişimlerin tarımsal üretimimize, kırsal kalkınmamıza ve gıda güvenliğimize etkileri her geçen yıl daha da belirginleşmektedir.
Bir zamanlar “bahar donları” ifadesi yalnızca bazı istisnai yıllarda kullanılan bir terimdi. Bugün ise ilkbaharın neredeyse sonuna kadar uzanan şiddetli soğuk hava dalgaları, tüm Türkiye’nin tarım haritasını tehdit eder hale geldi. 2025 yılının Nisan ayında yaşanan zirai don olayı, sadece birkaç ilde değil, neredeyse tüm bölgelerde hissedildi. Meyve ağaçları, özellikle çiçeklenme döneminde oldukları için bu zirai donlardan en fazla zarar görenler oldu. Elma, kayısı, kiraz, şeftali ve fındık gibi birçok ürün, zirai donun etkisiyle büyük kayıplar yaşadı. Bu zarar yalnızca o yılki verimi değil, sonraki yıllardaki ağaç sağlığını ve verimini de etkileyecek düzeydeydi.
Bu zirai don olaylarının daha sık ve daha geç dönemlere kadar yaşanmasının temelinde, kutuplardaki hızlı ısınmanın yattığını görüyoruz. Kuzey Kutbu’nun dünya ortalamasının yaklaşık iki - üç katı hızla ısınması, kutup sarmalını (polar vortex) zayıflatıyor. Bu da kutup havasının kontrolsüz biçimde daha güney enlemlere sarkmasına neden oluyor. Yani, bir yandan küresel ortalama sıcaklık artarken, diğer yandan alışılmadık soğuk hava dalgalarıyla tarımsal üretim zarar görüyor. Bu çelişki, iklim değişikliğinin karmaşık etkilerinin en somut örneklerinden biridir.
İkinci büyük tehdit ise 30. enlemdeki subtropikal yüksek basınç kuşağının, yani Sahra ve Arap çöllerinin temel iklimsel kaynağının, giderek kuzeye doğru genişlemesidir. Bu genişleme, Türkiye’yi de kuraklık baskısına sokuyor. Bugün İç Anadolu, Güneydoğu Anadolu ve Ege’nin iç kesimleri gibi bölgelerde görülen su stresi, yalnızca mevsimsel bir problem değil. Artık sistematik hale gelen, kalıcı kuraklık sinyalleridir.
Bu durum yalnızca tarımsal verimi değil, ürün desenini, su kaynakları yönetimini ve tarımın sürdürülebilirliğini de doğrudan etkiliyor. Geleneksel olarak buğday, arpa, pamuk, mısır ve ayçiçeği gibi suya duyarlı ürünler yetiştiren bölgeler, artık bu ürünlerin geleceği açısından büyük risk altında. Yeraltı suyu kullanıldıkça su seviyeleri dramatik şekilde azalıyor, yüzey suları buharlaşıyor, barajlar istenen doluluk oranlarına ulaşamıyor. Birçok çiftçi, ekim alanlarını daraltmak veya üretimi tamamen bırakmak zorunda kalıyor.
Türkiye uzun yıllar boyunca “kendi kendine yeten yedi ülkeden biri” olmanın gururunu taşıdı. Ancak iklim değişikliği ile birlikte bu özelliğimiz ciddi bir tehdit altında. Zirai don ve kuraklık gibi iklim kaynaklı sorunlar, doğrudan tarımsal üretimi etkilediği için gıda arzı ve fiyat istikrarı da bundan payını alıyor. Örneğin 2025 zirai donunun ardından meyve fiyatlarında yaşanan büyük artışlar, bu sorunun yalnızca kırsalda değil şehirlerde yaşayan milyonlarca insanı etkilediğini açıkça ortaya koydu.
Ayrıca iklim koşullarının öngörülemez hale gelmesi, çiftçinin risklerini artırıyor. Girdi maliyetleri (gübre, tohum, ilaç, sulama) yükselirken ürün kayıpları da arttığı için tarım ekonomik açıdan sürdürülemez hale geliyor. Sonuç: Tarımsal üretici çaresizlikten kırsalı terk ediyor, genç nüfus tarımdan uzaklaşıyor ve ülke giderek daha fazla gıda ithalatına bağımlı hale geliyor.
Bu krizden çıkışın yolu belli: Tarım politikamızda köklü bir paradigma değişikliğine ihtiyaç var. Öncelikle, çiftçiye yalnızca üretici değil, aynı zamanda ekosistemin koruyucusu olarak bakan bir anlayış benimsenmeli. Tarımsal destekler, yalnızca verim odaklı değil, doğa dostu üretim yapan çiftçilere öncelik verecek şekilde yeniden yapılandırılmalı. Suyu dikkatli kullanan, toprağı koruyan, yerel tohumları yaşatan üreticiler teşvik edilmeli. Son katıldığım toplantıda bir dinleyici “tarımı kısa vadede en yüksek verimi almaya yönelik bir sistemden uzun vadede en uygun verimi almaya yönelik bir sisteme nasıl evirebiliriz?” diye sordu. Sanırım bu soru günümüzde en kararlılıkla cevap arayacağımız soru olmalı.Ayrıca tarımsal üretim planlaması, artık sadece pazar ihtiyaçlarına göre değil, iklim riskleri göz önünde bulundurularak yapılmalı. Kuraklığa dayanıklı çeşitler, damla sulama teknolojileri, agroekoloji ve permakültür gibi sürdürülebilir yaklaşımlar yaygınlaştırılmalı. Aynı zamanda kırsalda yaşamanın cazibesi artırılmalı; gençlerin tarıma dönmesi için finansal destekler, eğitim programları ve dijital tarım çözümleri sunulmalı.
İklim değişikliği artık bir çevre sorunu değil, doğrudan bir kalkınma ve yaşam meselesidir. Tarımsal üretimimizin temelini tehdit eden zirai don ve kuraklık gibi krizlere karşı dirençli bir sistem kurmak, bugünün değil, yarının güvenliği için zorunludur. Gıda güvenliğimizi, tarımda çalışan milyonlarca insanın emeğini ve doğayla olan bağımızı korumak için şimdi harekete geçme zamanıdır. Yarın çok geç olabilir.