15 Kasım 2025 Cumartesi

COP30: Gerçeği Kabullenme Zirvesi

Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı’nın otuzuncusu, Amazon’un kalbinde, Belém’de yapılıyor. Bu seçim, umutla ironinin yan yana geldiği bir tablo yaratıyor. İnsanlık, dünyanın en önemli karbon yutağının giderek savanlaşmasına tanıklık ederken hâlâ “daha fazlasını yapmalıyız” diyor. Oysa herkes biliyor ki artık “fazlası” yok.

Bugün 1,5 derece hedefinden söz etmek bir iklim politikası değil, nostaljik bir temenni. Bilimsel göstergeler ve ekonomik eğilimler, bu sınırın çoktan aşıldığını açıkça gösteriyor. Atmosferdeki sera gazı yoğunluğu sanayi öncesi döneme göre yüzde elliden fazla artmış durumda. Artık 2 derece bile erişilmez bir sınır haline geldi; dünya, mevcut sistemde en iyi ihtimalle 3 ila 3,5 derece arasında bir ısınmaya doğru gidiyor. Guterres’in “ahlaki başarısızlık” tespiti doğru ama eksik. Bu yalnızca ahlaki değil, uygarlığın kendi geleceğini planlayamama başarısızlığı. Dizginlenmemiş neoliberal ekonomiler bizi bu duruma getirdi ve Trump’ın hala lider olduğu ve oyunun kurallarını belirlemek için savaştığı bir ortamda değişiklik olacağını düşünmek artık hayalcilikten öteye geçmiyor.

Gelişmiş ülkeler artık iklim değişikliğinin durdurulabileceğine inanmıyor. Bu nedenle finansman vaatleri de giderek daha sembolik bir hâl alıyor. Önümüzdeki dönemde sağlanacak fonlar, dönüşümü değil, sadece krizin semptomlarını hafifletmeyi hedefleyecek. İklim finansmanı, artık sistemsel dönüşümün aracı değil, kayıp ve zarar tazminatlarının kısa vadeli bütçesi. Küresel iklim rejimi savunmaya geçmiş durumda. Hedef dünyayı değiştirmek değil, yıkımın hızını azaltmak ya da en azından acil yaralara pansuman yapmak. Gerekli olan senelik trilyon dolar seviyesindeki finansmana ulaşmanın hayalini bile kuramıyoruz şu anda. İhtiyaçlar trilyon dolarken gerçek finansmanlar milyar dolarları ancak buluyor, yani arada bir uçurum var. 

Amazon’da yapılan COP30 ise gecikmiş bir farkındalık gösterisi. Ormansızlaşmanın durdurulması artık mümkün değil; en iyi ihtimalle yavaşlatılabilir. Amazon ekosistemi devrilme noktasını geçmiş durumda ve savanlaşma süreci başladı bile. Ekosistem hizmetlerinin finansal değerini tanımak, kulağa modern bir çözüm gibi geliyor; ancak sanayi üretiminin dışsallıklarını bile içselleştirememiş bir dünyada bu öneri ütopik kalmaya mahkûm. Biz doğaya fiyat biçmeye değil, onun sınırları içinde yaşamayı öğrenmeye çalışmalıydık. Oysa bunu yapmadık. Şimdi artık bedel ödeme zamanı.

Fosil yakıtların azaltılması ise artık tamamen bir diplomatik illüzyon. Eğer gerçek bir niyet olsaydı, COP toplantıları birbiri ardına İngiltere, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri, Azerbaycan ve Brezilya gibi üretici ülkelerde yapılmazdı. Bu süreç, iklim diplomasisinden çok, bir çıkar mimarisine dönüştü. COP artık bir müzakere değil, bir tiyatro sahnesi. Her yıl “adil geçiş”, “net sıfır”, “fosil yakıtlardan çıkış” gibi ifadeler tekrarlanıyor ama perde arkasında petrol ve kömür lobileri yönü belirliyor. Şimdi de sırada kömür devi Avustralya var. Bu tablo bize iklim eyleminin sınırını değil, çıkar ilişkilerinin derinliğini gösteriyor. Bunun arkasındaki en önemli neden ise yanlış kurgulanmış bir Birleşmiş Milletler sistemi. Siz istediğiniz kadar iyi kararlar almaya çalışın, kararların oybirliği ile çıkma zorunluluğu petrol üreticisi bir ülkenin “hayır” demesiyle görüşmeleri çöküşe götürüyor.

Artık COP’tan çıkabilecek tek olumlu sonuç, problemin kontrolden çıktığını kabul etmek ve bu farkındalıkla küresel ölçekte uyum çabalarına ivme kazandırmak olabilir. Yakın gelecekte kıtlıklar, kuraklık kaynaklı göçler ve bölgesel çöküşler kaçınılmaz hale geliyor. Bundan sonrası, iklim değişikliğini durdurmak değil, onunla birlikte insanlığın yaşayabileceği bir sistem kurmakla ilgili. Ayakta kalabilmek, ulusal stratejilerle değil, küresel ölçekte işbirliğiyle mümkün. Belki de COP30, uzun süredir ilk kez, gerçeği kabullenmenin başlangıcını temsil edebilir.

Şimdi sahte umutların değil, hazırlıklı bir kabullenişin zamanı. Bu çağın politikası “sınırları zorlamak” değil, “sınırların içinde var olmayı öğrenmek” olmalı. Belki insanlık ancak bu farkındalıkla kendi gezegeninde misafir olduğunu yeniden hatırlayacak.


4 Kasım 2025 Salı

COP30: Belem’de Umut Yerine Gerçeklerle Yüzleşmek

Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin (UNFCCC) imzalandığı 1992 Rio Zirvesi’nden bu yana otuz üç yıl geçti. O yıl doğan bir çocuk bugün orta yaşa yaklaştı, ama dünya hâlâ aynı tartışmaları yapıyor: Salımlar nasıl azaltılacak, gelişmiş ülkeler ne kadar sorumluluk alacak, finansman yükü kim tarafından taşınacak? 

Bu sorular her yıl yineleniyor; cevaplar ise değişmiyor. Üstelik zaman da daralıyor. 1992’den bugüne geçen her yılda küresel sera gazı salımları artmaya devam etti. 2024 itibarıyla atmosferdeki karbondioksit yoğunluğu, Sanayi Devrimi öncesine göre %50’yi aştı. Dünya, Paris Anlaşması’nda vaat edilen 1,5°C sınırını en geç önümüzdeki beş yıl içinde kalıcı biçimde aşacak.

Tüm bunlar olurken, 2025’te düzenlenecek COP30 toplantısı Amazon’un kapısı sayılan Belem’de yapılacak. Amazon Havzası, gezegenin karbon dengesinin kalbi olarak tanımlanır; ama artık bu kalp bile ritmini kaybediyor. Bu nedenle, Belem’de toplanacak olan COP30’a yönelik beklentim artık umut değil, yalnızca gerçeklerle yüzleşme. Çünkü otuz yılı aşkın deneyim bize şunu açıkça gösteriyor: Bu toplantıların biçimi değişmedikçe, sonuçları da değişmeyecek.

UNFCCC’nin kuruluş hedefi, atmosferdeki sera gazı yoğunluğunu “tehlikeli iklim değişikliğini önleyecek bir düzeyde” sabitlemekti. Ancak geçen otuz yılda bu hedefe yaklaşmak bir yana, gezegen o “tehlikeli” eşiğin çok ötesine geçti.

Her yıl yapılan toplantılar, hazırlanan metinler ve verilen sözler kağıt üzerinde bir ilerleme
izlenimi yaratıyor. Fakat veriler tam tersini söylüyor: 1990’da yıllık küresel karbondioksit salımı yaklaşık 22 milyar tondu, bugün ise 40 milyar tonu aştı. Bu süreçte Kyoto Protokolü imzalandı, Paris Anlaşması yürürlüğe girdi, net-sıfır hedefleri açıklandı, ama küresel ekonomi hâlâ fosil yakıta bağımlı.

Eğer COP’lar gerçekten işe yarasaydı, bugün en azından artış eğrisi kırılmış olmalıydı. Oysa tam tersi oldu: Salımlar azalmadı, yalnızca bölgesel olarak yeniden dağıldı. Avrupa kısmen azalttı, ama Asya’da sanayileşme hızlandıkça küresel bilanço büyüdü.

Yani COP süreçleri, küresel bir “salım azaltımı” yaratmak yerine, karbonun coğrafyasını değiştirdi. Fosil yakıt tüketimi gelişmiş ülkelerden gelişmekte olanlara taşındı; küresel sistem aynı kaldı.

Belki de en ironik olan, son beş COP toplantısının neredeyse tamamının petrol veya doğal gaz üreticisi ülkelerde yapılmış olması. COP26 Birleşik Krallık’ta, COP27 Mısır’da, COP28 Birleşik Arap Emirlikleri’nde, COP29 Azerbaycan’da düzenlendi. Şimdi sıra Brezilya’da — Latin Amerika’nın en büyük petrol üreticilerinden birinde.

Bu tablo, iklim diplomasisinin artık kendi içsel çelişkisini açıkça ortaya koyuyor: Kurtuluş reçetesini, sorunun kendisi yazıyor. Petrol şirketleri, bu zirvelerin sponsoru ya da “iklim çözümleri ortağı” olarak her yerde. Toplantı salonlarının dışında protestocular, içinde ise fosil yakıt endüstrisinin temsilcileri. İklim müzakereleri artık yalnızca hükümetlerarası bir süreç değil; küresel enerji düzeninin yeniden pazarlık edildiği bir arenaya dönüşmüş durumda.

Fosil ekonomisinin ağırlığı o kadar baskın ki, hiçbir ülke bu düzeni sarsacak cesareti gösteremiyor. Çünkü enerji yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda politik bir mesele. Petrol gelirleriyle finanse edilen bütçeler, seçimler ve ittifaklar, COP salonlarına girmeden önce sonuçları belirliyor.

Dubai’de yapılan COP28, sembolik olarak bir kırılma noktası gibi görünmüştü. Nihayet, resmi karar metinlerinde “fosil yakıtlardan kademeli çıkış” ifadesi yer aldı. Ancak bir yıl geçmeden, Bakü’de yapılan COP29’da bu ilerleme büyük ölçüde geri alındı.

Bu geri adım, aslında müzakerelerin ne kadar kırılgan olduğunu gösteriyor. Her sene bir ülke “hayır” dediğinde, bir önceki yılın kazanımları yok olabiliyor. Yani COP’lar, bir nevi iklim Sisyphos’una dönüşmüş durumda: Her yıl taş tepeye itiliyor, ama her seferinde geri düşüyor. Bu süreçte bilim daha net, uyarılar daha sert ama politik irade daha zayıf hale geliyor.

Bu tıkanıklığın en temel nedeni, kararların oybirliğiyle alınmak zorunda olması. 198 ülkenin tamamının “evet” demediği hiçbir karar yürürlüğe giremiyor. Bu da pratikte, iklim krizinden en çok kazanç sağlayan birkaç ülkenin tüm insanlığın kaderini veto etmesi anlamına geliyor.

Küresel sistemin “kapsayıcılık” adına kurduğu bu mekanizma, aslında etkisizlik üretmek için tasarlanmış bir dengeye dönüşmüş durumda. Bunun adı demokrasi değil, paraliz.

Birleşmiş Milletler sisteminin doğası gereği, COP süreci bağlayıcı bir yaptırım mekanizmasına sahip değil. Kararlar siyasi taahhüt düzeyinde kalıyor; uygulama ulusal iradeye bırakılıyor. Oysa iklim değişikliği sınır tanımıyor. Bu nedenle COP toplantıları, küresel bir sorunla ulusal iradelerin mantığı arasında sıkışmış durumda. Her ülke kendi çıkarını korumaya çalıştıkça, “ortak çıkar” kavramı soyut bir ideal olmaktan öteye gidemiyor.

COP30’un ev sahibi Belem, Amazon Havzası’nın giriş kapısı. Amazonlar, dünyadaki oksijenin çoğunu üretmiyor belki ama atmosferdeki karbonun devasa bir kısmını emiyor. Ancak son yıllarda bu yutağın kapasitesi de azaldı. Kuraklıklar, ormansızlaşma ve yangınlar Amazon’u bir karbon yutağından karbon kaynağına dönüştürmeye başladı. Böylesine sembolik bir mekânda yapılan toplantının, doğal olarak “umut” çağrıştırması bekleniyor. Fakat gerçek şu ki, Brezilya da tıpkı önceki ev sahipleri gibi, petrol üretimini artırmayı planlıyor. Yani Belem, hem doğanın güzelliğini hem de insanlığın çelişkisini temsil edecek: Bir yanda dünyanın en büyük yağmur ormanı, diğer yanda genişleyen petrol sahaları.

Her COP, dev bir diplomatik organizasyona dönüşüyor. On binlerce katılımcı, yüzlerce panel, sayısız yan etkinlik. Ancak bu devasa lojistik, çoğu zaman içeriğin önüne geçiyor. İklim diplomasisi bir gösteriye dönüşmüş durumda. Zirveler, artık küresel çevre hareketinin değil, kurumsal sponsorların sahnesi haline geldi. Karbon nötr kahveler, geri dönüştürülmüş stantlar, sıfır atık konferans salonları… Ama dışarıda hâlâ yükselen sıcaklıklar, kuruyan nehirler, eriyen buzullar.

Bu tezat, iklim diplomasisinin kendi anlamını yitirmesine yol açıyor. Çünkü iklim krizini teknik bir iletişim meselesi gibi ele almak, sorunun politik doğasını gizliyor.  Gerçek dönüşüm, yalnızca enerji sistemlerini değil, güç ilişkilerini de değiştirmeyi gerektirir — ama bu, hiçbir COP metninde yazmaz, yazamaz.

Bu tablo karamsar görünebilir, ama bir açıdan da özgürleştirici. Çünkü artık çoğu kimse, mucizevi bir COP kararının dünyayı kurtaracağına inanmıyor.  Gerçek çözüm, diplomasi değil, uygulama düzeyinde. Şehirler, yerel yönetimler, sivil toplum ve özel sektör; karbon nötr hedeflerini hayata geçirebilecek somut aktörler. Enerji verimliliği, yenilenebilir yatırımlar, ulaşım dönüşümü, gıda sistemlerinin yeniden tasarımı — bunlar sahada ilerliyor. Artık mesele “yeni bir anlaşma” değil, mevcut bilgiyi uygulamaya koymak. COP’ların yarattığı görünürlük elbette önemli, ama bu görünürlük somut eyleme dönüşmediği sürece gerçek bir anlam taşımıyor.

COP30, büyük olasılıkla yeni hedefler açıklayacak, bazı ülkeler net-sıfır taahhütlerini güncelleyecek, belki birkaç yeni fon oluşturulacak. Ama tüm bunlar, küresel salım eğrisini tersine çevirmeye yetmeyecek. Artık dürüst olma zamanı: Bu toplantılar, sistemi dönüştürmek yerine, sistemin kendi meşruiyetini korumasına hizmet ediyor.

Belki de asıl değişim, COP’ların sembolik önemini kaybettiği an başlayacak. Çünkü o zaman, gezegenin geleceği için gerçek sorumluluğu kimin üstleneceği daha açık hale gelecek. Belem’de yeni bir umut doğmayabilir. Ama belki bu kez, hayal kırıklığının kendisi bir dönüm noktası olur. Çünkü bazen, umut tükenince geriye kalan tek şey gerçeği kabullenmek ve harekete geçmektir.


29 Eylül 2025 Pazartesi

Suyumuz Kıt Mı?

Türkiye’de yaz aylarında artan su kesintileri, barajlardaki düşük doluluk oranları ve kuraklık haberleri ister istemez hepimize aynı soruyu sorduruyor: “Acaba suyumuz kıt mı?” Bu sorunun cevabı yalnızca iklim koşullarına değil, aynı zamanda bizim suyu nasıl yönettiğimize de bağlı.

Türkiye, kişi başına düşen yıllık kullanılabilir su miktarı bakımından resmi olarak “su stresi” yaşayan ülkeler arasında. Kişi başına yaklaşık 1.240 m³ su düşüyor; bu da bizi “su zengini” değil, tam tersine dikkatli davranmak zorunda olan bir ülke haline getiriyor. Nüfusumuz arttıkça bu miktarın daha da azalacağı açık. Ancak bu konuyu dikkatli ele almakta fayda var. Ülkemize gökten düşen su miktarı yaklaşık 450 milyar m³. Bunun önemli bir kısmını kullanmamız mümkün değil, bir kısmı da buharlaşıyor. Devlet Su İşleri verilerine kullanabileceğimiz su 112 milyar m³’tür. Bunun 58 milyar m³’ü ise kullanıma sunuluyor. Belki bunu tam böyle ortaya koymak doğru değil ama istesek çok daha fazla suyu kullanılır hale getirebiliriz. Suyumuz kıt değil, yeter ki biz akıllı olalım. 

İklim değişikliği bu tabloyu daha da zorlaştırıyor. Ortalama sıcaklıklar yükseliyor, buharlaşma artıyor, yağışlar hem düzensizleşiyor hem de bölgesel farklılıkları büyütüyor. Karadeniz yağış alırken İç Anadolu ve Güneydoğu giderek kuraklaşıyor. Bu durum hem tarımda hem şehirlerde suya erişimi daha kırılgan hale getiriyor. Dolayısıyla sorunumuz suyun kıt olup olmaması değil, bize gerekli olduğu anda ve yerde bulunabilir olmaması. Bu da bir doğa sorunu değil, her şeyden önce bir yönetim meselesidir .

Dolayısıyla asıl mesele, elimizdeki suyu nasıl kullandığımız. Türkiye’nin birçok şehrinde şebeke kayıp-kaçak oranı yüzde 40’a kadar çıkıyor. Yani barajdan çıkan neredeyse içilebilir her 10 litre suyun 4 litresi musluğa hiç ulaşmadan kayboluyor. Tarımda daha da kötü bir tablo var: Suların %70'i açık kanallarda taşınıyor ve sulamanın büyük bölümü hâlâ “salma sulama” yöntemiyle yapılıyor. Böyle yapılınca da suyun önemli bir kısmı tarlaya varmadan ya da tarlada buharlaşıyor.

Sanayi, turizm ve tarım gibi suya bağımlı sektörler, mevcut kaynaklar üzerinde büyük baskı yaratıyor. Özellikle yaz aylarında hem turizm bölgelerinde hem de tarımsal üretim merkezlerinde su talebi zirveye çıkıyor. Bodrum, Çeşme, Antalya gibi turizm beldelerinde yaşanan içme suyu sıkıntıları, Orta Anadolu'daki obruklar bunun en somut örnekleri.

Çözüm arayışında sık sık gündeme gelen deniz suyunun arıtılması ise yüksek maliyeti ve çevresel etkileri nedeniyle Türkiye için sürdürülebilir bir seçenek değil. Bizim önceliğimiz mevcut kaynaklarımızı verimli kullanmak olmalı. Kayıp-kaçakları azaltmak, modern sulama yöntemlerine geçmek, şehirlerde yağmur suyu hasadı ve gri su kullanımını yaygınlaştırmak çok daha düşük maliyetli ve etkili çözümler sunuyor. Düşünün ki elinizde delinmiş bir boru var ve musluktan gelen suyun yarısı daha hortumun ucuna gelmeden dışarı sızıyor. Önce hortumu mu tamir edersiniz, yoksa musluğa daha fazla su getirecek bir kaynak mı ararsınız? Burada dikkat edilmesi gereken nokta şu: İklim değişikliği nedeniyle eninde sonunda deniz suyundan ya da doğrudan havadan temiz su üretmek zorunda kalabiliriz. O nedenle bu alandaki araştırma çalışmalarını ve yerli üretimi desteklemeliyiz.

Sonuç olarak, Türkiye aslında tamamen “susuz” bir ülke değil. Ancak elimizdeki kaynakları kötü yönetmeye devam edersek kıtlıkla yüzleşmek kaçınılmaz olacak. Yani mesele suyun miktarından çok, onun nasıl kullanıldığıyla ilgili. Kısacası, “Suyumuz kıt mı?” sorusunun cevabı şu: Bugün elimizde su var ama yarını garantilemek için köklü bir su yönetimi dönüşümüne ihtiyacımız var. Eğer kayıpları azaltır, verimliliği artırır ve iklim değişikliğinin getirdiği riskleri hesaba katarak planlama yaparsak, gelecekte Türkiye’nin suyu yetebilir. Aksi halde, kıtlığı kendi ellerimizle yaratacağız.

4 Ağustos 2025 Pazartesi

Bodrum Bodrum

Bu yazı Bodrum’un su sorunu üzerinedir ancak Bodrum’u çıkartıp Çeşme, Datça, Didim, Marmaris veya herhangi bir kelimeyi koyarsanız çıkarımlar fazla değişmeyecektir.

Geçmişte bir yerleşim yeri kuracağınız zaman ilk baktığınız şey, su kaynaklarına ulaşımı olurdu. Tarihte su kaynağı olmayan bir yerleşim kurulmamıştır. Arada savaşlar ya da değişen iklim nedeniyle bu su kaynakları da değişmiş, Akadlar gibi nice devlet, bu değişikliklerden dolayı tarih sahnesinden silinmiştir. Dünyada hiçbir yerleşim merkezi sonsuza dek kalıcı değildir ancak doğru planlama ile yerleşimin mümkün olduğunca uzun vadeli sürdürülebilirliği sağlanabilir.

Sürdürülebilirliği sağlamak için uygulanacak ilk şey, bir su planlaması yapmaktır. Elimizdeki su kaynakları ve bu kaynakların aylara göre dağılımı, o yerleşim bölgesinde kaç kişinin yaşayabileceğini belirleyen en önemli faktördür. Bu su planına uygun olarak bir imar planı yapılır ve yerleşimdeki kişi sayısı düzenlenir. Bunu yapmadığınız bir yerleşim merkezi sürdürülebilir değildir ve ancak zorlama çözümlerle kısa süre sürdürülebilir gibi görünebilir. Mesela İstanbul... Su havzalarının hepsini korusak bile İstanbul’un kendi havzasında topladığı su ancak 5-6 milyon kişiye yetecek miktardadır. Bu bilinerek yapılacak imar planlarının, şehirde 5-6 milyon kişiden fazla kişinin yaşamasına izin vermemesi gerekir. Bugün İstanbul’a su, kendi havzaları dışından, 200 km uzaktan taşınıyor. Bu, sürdürülebilir bir çözüm değildir. Ancak İstanbul’un bir avantajı, yaz-kış 18 milyon civarında insan barındırmasıdır. Yani bir altyapı yatırımı yapıldığında bunun sene boyunca kullanılacağından emin olabilirsiniz.

Tatil beldelerinde ise nüfus, kıştan yaza 10 kat artmaktadır. Bu durumda su planlamasını neye göre yapacaksınız? 200 bin kişilik kış nüfusuna mı, yoksa 2 milyonluk yaz nüfusuna mı? Bu, tüm tatil beldeleri için aynı yaklaşımı gerektirir. Beldeye sağlanan su kaç kişilik bir nüfusa yetecekse o kadar kişinin yaşaması için imar izni verilir. Bunu yapmadığınız zaman bugünkü su sorunu ile karşılaşırsınız. Bizde, bir kez daha politikayı katmadan söylüyorum, bu tür bir planlama yok ve belediyeler her fırsatta beldelerin genişlemesine kaynakların sürdürülebilirliğine bakmadan izin vermekteler. Bunun nedenlerini hepimiz biliyoruz, ondan dolayı oraya fazla girmeyeceğim.

Şimdi Bodrum özeline gelelim: Bodrum’un bir su master planı var mı? Yok. Yani şehre ne kadar su gelebileceği, iklim değişikliği ile bunun ne kadar azalacağı ve bu suyun kaç kişiye yeteceği bilinmiyor. Ayrıca bu suyu kimlerin kullandığı da bilinmiyor. Mesela, köylerde suyu ucuza alan çoğu kişi içme suyunu bahçe sulamakta da kullanıyor. Daha da ötesi, Bodrum’un eski altyapısından dolayı kayıp kaçak oranı son derece yüksek. DSİ bu oranın %60 civarında olduğunu söylerken, Bodrum Belediyesi ise %30 diyor. Hangisi olursa olsun, kayıp kaçak oranı düşürülecek olsa ilçenin su sorunu büyük ölçüde giderilir. Bu, su sorununa yönelik en önemli çözümdür.

Elbette Bodrum gibi bir yerde atık suların arıtılması da ciddi bir problemdir. Senede 40 milyon ton atık su çıkması beklenen bir ilçede, bunu arıtacak tesislerin de çalışır durumda olması gerekir. Bu tesisler olmadığı zaman bu atık sulara ne olduğu hepimizin malumudur. Bu “çözüm olmayan çözüm”ün de bölgenin doğasına yapmakta olduğu tahribat bizi sürdürülebilir olmayan bir geleceğe sürüklemektedir. Temiz suyu atık su ile birlikte bir problem olarak görmezsek o cennet dediğimiz koylar çok uzak olmayan bir gelecekte çöplüğe dönebilir.

Bodrum’a ilk gittiğim 1971 yılıydı. Sonrasında da defalarca gittim. Özellikle gençlik yıllarında başka bir yeri gözüm görmezdi. Ama 1985’te “taa dağın başı” dediğimiz yerler bugün beldenin neredeyse ortasında kaldı, dağ taş binalarla doldu. En son seferlerden birinde Gümüşlük’ten Oasis’teki bir konuşmaya iki saate yakın bir sürede, dur-kalk trafiğinde gidince pes ettim. Yaz aylarında Bodrum, ülkemizde metrekareye en fazla insan düşen yerlerden biri haline geliyor. Bu kadar insanın ihtiyacı olan suyu sağlamak ve atıklarını arıtmak çok ciddi bir planlama gerektirir ve bu planlama yok. Bunun bir özrü olamaz. Bir planlama olsa ve bu planlamaya uymak için gerekli finansman bulunamıyor olsa kabullenebilirim, ama planın olmamasının özrü olamaz. Bugüne kadar çok az yönetici çıkıp “Bodrum’un kaynakları 2 milyondan fazla insanı barındırmaya yetmez, başka bir arayışta olmalıyız.” diyebildi ve duyduğum kadarıyla da o başkan bir daha seçim kazanamadı.

Şimdi konuşulan şey Dalaman Çayı’ndan DSİ’nin Bodrum’a su getirerek bu problemi çözmesi. Bunun teknik olarak neden yanlış olduğunu anlamak zor değil. 2016’da yapılması planlanan bir hidroelektrik santrali için yapmış olduğumuz fizibilite çalışmasında, Dalaman Çayı’nda yeterli su olmadığı sonucuna ulaştık. On sene sonra, iklim değişikliği bu sonucumuzu daha da pekiştirdi. Yaklaşık Ömerli-Melen uzaklığı kadar bir uzaklıktan, çok daha engebeli bir araziden, o hattın taşıdığı su miktarının beşte biri kadar suyu ancak taşıyabileceğiniz bir yatırıma DSİ sıcak bakmamalı, bakmıyor da. Ayrıca Bodrum’un bugünkü su sorununu çözecek kadar su taşıyacak olsanız ne olacağını hepimiz biliyoruz: Daha fazla yapılaşma ve daha fazla su sorunu. Planlama tam da bunun için gerekli. DSİ’ye “Bize su getirin.” demek yeterli değil. “Biz ilçeyi şu plana göre şöyle geliştireceğiz ve bu gelişim için şu kadar suya, şu kadar süreyle ihtiyacımız var.” demek gerekiyor.

Bugün değil, yakın geçmişte yapılması gereken aynı İstanbul’da olduğu gibi, ilçenin su havzalarının korunması ve geliştirilmesidir. İlçeye yakın yapılması planlanan iki baraj için hızla harekete geçilmesi gerekiyor. Kısa vadeli çözüm, yaklaşık 200 km öteden su taşımak değil, daha yakındaki su havzalarını koruyup düzenlemektir.

Bunun ötesinde, su kullanımında da değişikliğe gitmek zorundayız. Bugün İstanbul’un suyu var ama geçen sene bu zamanlarda oldukça kötü durumdaydık. Gelecek sene de durumun kötü olmayacağını söylemek kolay değil. Hepimiz şehirsel su kullanımında yeni bir düşünce yapısına kavuşmak zorundayız. Cape Town’da su bittiği zaman olduğu gibi, arabasını yıkatmayan değil yıkatan ayıplanmalı. Su kullanımımız böylesi artmaya devam ederse yaptırdığımız depolar da yetmeyecektir. Bu depolara güvenerek huzurlu uyumayın, lütfen.

Bodrum için bir diğer konu da deniz suyundan temiz su elde edilmesidir. Sadece Bodrum değil, tüm Türkiye için aynı cevabı vermemiz gerekiyor: Deniz suyundan temiz su elde etmek öncelikle pahalıdır. Sonra inanılmaz düzeyde elektrik tüketir ve sonucunda da tuzlu suyu doğaya geri bıraktığınız için ekosisteme son derece zararlıdır. “Ama Dubai’de yapıyorlar.” Evet, yapıyorlar. Çünkü onların yakacakları kadar paraları var. Çünkü onların petrolleri var ve enerji için bütçelerinin yarısını yurtdışına vermiyorlar ve çünkü onların doğaya verdikleri zarar umurlarında değil. “Ama güneş ve rüzgar enerjisiyle elektrik üretip oradan da deniz suyundan temiz su üretmek mümkün.” Evet, mümkün. Ama bu daha da pahalı ve çevresel sorunları da çözmüyor. Bir de düşünün, temiz su üretmek için kamyon yüküyle para harcıyorsunuz ve sonunda ürettiğiniz suyun üçte biri ile üçte ikisi arasındaki bir kısmı kaçaklardan dolayı yere sızıyor ya da bahçe veya çim sulamak için kullanılıyor.

Kuyu suyu? Kendiliğinden geri dolan bir kaynak değildir. Siz su çektikçe yakındaki denizden tuzlu su da kaynaklara karışır ve bir süre sonra bu su da kullanılmaz hale gelir. Bu nedenle uzun vadeli sürdürülebilir çözüm tektir. Suyumuzu son derece dikkatli kullanmak ve suyumuzun yettiğinden fazla nüfusa sahip yerleşime izin vermemektir. İlk yapılacak şey, yeni imarı durdurmaktır. Zaten bir su sorunu var, ilçeye getirdiğiniz her yeni insan çözümün değil sorunun bir parçası olacaktır.

İşimize geldiğinde örnek gösterdiğimiz Avrupa’da çok sayıda şehirde, o şehrin yerlilerinin dışarıdan gelen turist sayısının sınırlandırılmasına yönelik hareketlerini görüyoruz. Bodrum, yaz aylarında 2 milyondan fazla kişiyi kaldırmıyor. Bunun sürdürülebilir çözümü Bodrum’u genişletmek değil mümkünse daraltmaktır. Bu, Bodrum Ticaret Odası’nın çok işine gelmeyebilir. Ancak geri kalan tüm çözümler yamalı bohça gibi olduğundan yeni problemlerin patlak vermesine sebep olacaktır.


21 Temmuz 2025 Pazartesi

Türkiye’de İklim Felaketleriyle Mücadelede Toplumsal Destek Ağlarının Rolü

İklim değişikliği hızlandıkça Türkiye, kasırga ya da hortum gibi felaketlerden ziyade, aynı derecede yıkıcı üç temel tehditle daha sık karşı karşıya kalıyor: sıcak hava dalgaları, ani seller ve kuraklık. Bu iklimsel aşırılıklar artık nadir görülen olaylar değil; toplumların, altyapının ve kurumların dayanıklılığını test eden düzenli krizler hâline geldi. Bu felaketlerle mücadele, yalnızca merkezi acil müdahale hizmetlerine dayalı, felaketin ardından tepkisel bir yaklaşımla sürdürülemez. Bunun yerine, toplum temelli, önleyici ve dayanışmaya dayalı bir yaklaşım benimsenmeli—bireylerin, felaket haline dönüşmeden önce iklim kaynaklı acil durumlara birlikte müdahale edebilecekleri toplumsal destek ağları oluşturulmalıdır.

Son yıllarda yaşanan olaylar, Türkiye’nin iklim kaynaklı felaketlere karşı kırılganlığının giderek arttığını açıkça ortaya koyuyor. Haziran 2025’te, 20’den fazla ilde sıcaklık 40°C’yi aştı ve sıcak hava dalgaları; özellikle yaşlılar, bebekler, kronik hastalar ve açık alanda çalışanlar üzerinde ciddi etkiler yarattı. Şehirler, kentsel ısı adası etkisi nedeniyle kırsal alanlara kıyasla birkaç derece daha sıcak hâle gelerek sorunu daha da derinleştirdi.

Ani seller; kısa ama şiddetli yağışlarla birlikte, çoğu zaman hazırlıksız yakalanılan bölgelerde meydana geliyor. Artvin’den Muğla’ya kadar birçok şehirde altyapı yetersiz kalıyor; evler zarar görüyor, yollar çöküyor ve ne yazık ki can kayıpları yaşanıyor. 2021 yılında Batı Karadeniz’de yaşanan seller, onlarca insanın hayatını kaybetmesine ve müdahale sistemlerindeki boşlukların ortaya çıkmasına neden oldu.

Kuraklık ise daha sinsi ama en az diğerleri kadar tehlikeli. İç Anadolu ve Güneydoğu Anadolu gibi bölgelerde azalan yağışlar ve artan buharlaşma oranları, tarımı tehdit ediyor ve su kaynakları üzerindeki baskıyı artırıyor. Bu eğilim, yalnızca çiftçileri değil, şehirlerdeki su güvenliğini de riske sokuyor.

Tüm bu örnekler, iklim felaketlerinin yalnızca hava olaylarından ibaret olmadığını, aslında sistemik kırılganlıkların bir sonucu olduğunu gösteriyor. Altyapı, yönetişim ve toplumsal farkındalık, iklim değişikliğinin hızına ayak uyduramıyor. Teknolojik çözümler ve kurumsal reformlar elbette gereklidir, ancak tek başına yeterli değildir. Bu nedenle Türkiye’nin, toplum temelli bir güvenlik ağı oluşturarak iklim krizine karşı direncini artırması gerekiyor.

Türkiye’de felaket yönetimi genellikle devlet ya da yerel yönetimler odaklı, tepkisel müdahalelere dayanıyor. AFAD ve yerel belediyeler, acil durumlara müdahale eden kilit aktörler. Ancak aynı anda birden fazla olay yaşandığında ya da olaylar geniş alanlara yayıldığında bu kurumlar çoğu zaman kapasite sınırlarına ulaşıyor. Ayrıca bu model, genellikle felaket yaşandıktan sonra devreye giriyor. Kritik saatler, yani felaketin oluşmadan önceki dönemi, çoğunlukla değerlendirilmeden geçip gidiyor.

Bu noktada toplum temelli afet yönetimi öne çıkıyor. Bu yaklaşım, yerel halkı eğiterek, güçlendirerek ve organize ederek, felaketlere dışarıdan yardım gelmeden önce müdahale edebilecek hâle getirmeyi amaçlıyor. Toplumsal destek ağları, sıcak hava dalgalarında yaşlıları kontrol etmek, sel öncesi su giderlerini temizlemek veya kuraklık zamanlarında su tasarrufu bilinci oluşturmak gibi önleyici eylemler gerçekleştirebilir. Bu ağlar, resmi kurumların alternatifi değil, tamamlayıcısıdır. Resmi kurumların karşısında değil yanında yer alır.

Toplumsal destek ağı, belirli bir mahalle veya topluluk içinde örgütlenen, iklim felaketleri öncesinde ve sırasında komşularına yardım edebilecek bilgi ve kapasiteye sahip bireylerin oluşturduğu esnek ve gönüllü bir yapıdır. Bu yapılar, WhatsApp grupları, cami gönüllüleri, gençlik ekipleri ya da mahalle dernekleri biçiminde örgütlenebilir. Hepsinin ortak özelliği, resmi uyarılarla bireysel davranışlar arasındaki boşluğu doldurmalarıdır.

Etkili destek ağlarının bazı temel özellikleri şunlardır:

Yerel bilgi: Kim nerede oturuyor, kim klima kullanamıyor, hangi sokaklarda su taşkını oluyor? Bu tür bilgiler genellikle merkezi otoritelerde bulunmaz. Olsa da günümüzde KVKK gibi engellere takılabilir.

Güven: İnsanlar, tanıdıkları bir komşunun kapısını açma konusunda çok daha isteklidir.

Hız: Resmi kurumlar harekete geçmeden önce, destek ağı üyeleri anında müdahale edebilir.

Kültürel uyum: Türkiye’de mahalle dayanışması, cemaat yapıları ve akrabalık bağları hâlen güçlüdür. Bu sosyal dokular üzerine inşa edilen sistemler daha kalıcı olur.

Bu ağların işlevsel olabilmesi için resmî tanınırlık, eğitim ve süreklilik gereklidir. Belediyeler, sivil toplum kuruluşları ve üniversiteler, bu ağlara iklim okuryazarlığı, ilk yardım eğitimi ve senaryo tatbikatları gibi araçlar sunabilir ve sunmalıdır. Ancak en başta gelen devletin acil müdahale gereken durumlar için bu toplulukları kendi destek yapısı olarak kurgulamasıdır.

2021 yılında Batı Karadeniz’deki seller sırasında birçok mahalleli, dışarıdan yardım gelene kadar kendi aralarında kurtarma ve yardım organizasyonları kurdu. 2023 yazındaki sıcak hava dalgasında bazı belediyeler, “serinleme merkezleri” açarak vatandaşlara yardımcı oldu. Bu tür örnekler, toplumun içindeki dayanışma kapasitesinin ne kadar yüksek olduğunu gösteriyor. Ancak bu kapasite, kurumsallaşmadığı sürece sürdürülebilir olmuyor.

Türkiye iklim değişikliğine karşı dirençli bir gelecek inşa etmek istiyorsa, yalnızca altyapıya ve teknolojiye değil, aynı zamanda toplumsal dayanışmaya da yatırım yapmalıdır. Toplumsal destek ağları, yalnızca bir afet yönetim aracı değil, aynı zamanda güven, empati ve kolektif bilincin bir göstergesidir.

Felaketlerin daha sık ve daha şiddetli olacağı bir döneme girerken, “Komşu komşunun külüne muhtaçtır.” atasözü, hiç olmadığı kadar anlamlı hâle geliyor. Bu nedenle, iklim krizine karşı verilecek en güçlü yanıt, birlikte hareket etmeyi öğrenmekten geçiyor.

Yarın çok geç olabilir. Dayanışmaya bugün başlamalıyız.

21 Haziran 2025 Cumartesi

Tarımda İklim Krizi: Türkiye’nin Gıda Güvenliği Alarm Veriyor

İklim değişikliği artık geleceğe dair soyut bir tehdit değil, bugünün tarımsal üretimini, çiftçilerin emeğini ve sofralarımıza gelen her lokmayı etkileyen somut bir kriz haline gelmiştir. Türkiye özelinde bu kriz, birbirinden bağımsız gibi görünen ama aslında aynı iklimsel bozulmanın sonucu olan iki büyük tehditle kendini göstermektedir: Artan zirai don olayları ve genişleyen kuraklık kuşağı. Bu iki sorun da geçici dalgalanmalar değildir. İklim sisteminde meydana gelen kalıcı değişimlerin doğrudan sonuçlarıdır. Bu değişimlerin tarımsal üretimimize, kırsal kalkınmamıza ve gıda güvenliğimize etkileri her geçen yıl daha da belirginleşmektedir.

Bir zamanlar “bahar donları” ifadesi yalnızca bazı istisnai yıllarda kullanılan bir terimdi. Bugün ise ilkbaharın neredeyse sonuna kadar uzanan şiddetli soğuk hava dalgaları, tüm Türkiye’nin tarım haritasını tehdit eder hale geldi. 2025 yılının Nisan ayında yaşanan zirai don olayı, sadece birkaç ilde değil, neredeyse tüm bölgelerde hissedildi. Meyve ağaçları, özellikle çiçeklenme döneminde oldukları için bu zirai donlardan en fazla zarar görenler oldu. Elma, kayısı, kiraz, şeftali ve fındık gibi birçok ürün, zirai donun etkisiyle büyük kayıplar yaşadı. Bu zarar yalnızca o yılki verimi değil, sonraki yıllardaki ağaç sağlığını ve verimini de etkileyecek düzeydeydi.

Bu zirai don olaylarının daha sık ve daha geç dönemlere kadar yaşanmasının temelinde, kutuplardaki hızlı ısınmanın yattığını görüyoruz. Kuzey Kutbu’nun dünya ortalamasının yaklaşık iki - üç katı hızla ısınması, kutup sarmalını (polar vortex) zayıflatıyor. Bu da kutup havasının kontrolsüz biçimde daha güney enlemlere sarkmasına neden oluyor. Yani, bir yandan küresel ortalama sıcaklık artarken, diğer yandan alışılmadık soğuk hava dalgalarıyla tarımsal üretim zarar görüyor. Bu çelişki, iklim değişikliğinin karmaşık etkilerinin en somut örneklerinden biridir.

İkinci büyük tehdit ise 30. enlemdeki subtropikal yüksek basınç kuşağının, yani Sahra ve Arap çöllerinin temel iklimsel kaynağının, giderek kuzeye doğru genişlemesidir. Bu genişleme, Türkiye’yi de kuraklık baskısına sokuyor. Bugün İç Anadolu, Güneydoğu Anadolu ve Ege’nin iç kesimleri gibi bölgelerde görülen su stresi, yalnızca mevsimsel bir problem değil. Artık sistematik hale gelen, kalıcı kuraklık sinyalleridir.

Bu durum yalnızca tarımsal verimi değil, ürün desenini, su kaynakları yönetimini ve tarımın sürdürülebilirliğini de doğrudan etkiliyor. Geleneksel olarak buğday, arpa, pamuk, mısır ve ayçiçeği gibi suya duyarlı ürünler yetiştiren bölgeler, artık bu ürünlerin geleceği açısından büyük risk altında. Yeraltı suyu kullanıldıkça su seviyeleri dramatik şekilde azalıyor, yüzey suları buharlaşıyor, barajlar istenen doluluk oranlarına ulaşamıyor. Birçok çiftçi, ekim alanlarını daraltmak veya üretimi tamamen bırakmak zorunda kalıyor.

Türkiye uzun yıllar boyunca “kendi kendine yeten yedi ülkeden biri” olmanın gururunu taşıdı. Ancak iklim değişikliği ile birlikte bu özelliğimiz ciddi bir tehdit altında. Zirai don ve kuraklık gibi iklim kaynaklı sorunlar, doğrudan tarımsal üretimi etkilediği için gıda arzı ve fiyat istikrarı da bundan payını alıyor. Örneğin 2025 zirai donunun ardından meyve fiyatlarında yaşanan büyük artışlar, bu sorunun yalnızca kırsalda değil şehirlerde yaşayan milyonlarca insanı etkilediğini açıkça ortaya koydu.

Ayrıca iklim koşullarının öngörülemez hale gelmesi, çiftçinin risklerini artırıyor. Girdi maliyetleri (gübre, tohum, ilaç, sulama) yükselirken ürün kayıpları da arttığı için tarım ekonomik açıdan sürdürülemez hale geliyor. Sonuç: Tarımsal üretici çaresizlikten kırsalı terk ediyor, genç nüfus tarımdan uzaklaşıyor ve ülke giderek daha fazla gıda ithalatına bağımlı hale geliyor.

Bu krizden çıkışın yolu belli: Tarım politikamızda köklü bir paradigma değişikliğine ihtiyaç var. Öncelikle, çiftçiye yalnızca üretici değil, aynı zamanda ekosistemin koruyucusu olarak bakan bir anlayış benimsenmeli. Tarımsal destekler, yalnızca verim odaklı değil, doğa dostu üretim yapan çiftçilere öncelik verecek şekilde yeniden yapılandırılmalı. Suyu dikkatli kullanan, toprağı koruyan, yerel tohumları yaşatan üreticiler teşvik edilmeli. Son katıldığım toplantıda bir dinleyici “tarımı kısa vadede en yüksek verimi almaya yönelik bir sistemden uzun vadede en uygun verimi almaya yönelik bir sisteme nasıl evirebiliriz?” diye sordu. Sanırım bu soru günümüzde en kararlılıkla cevap arayacağımız soru olmalı.

Ayrıca tarımsal üretim planlaması, artık sadece pazar ihtiyaçlarına göre değil, iklim riskleri göz önünde bulundurularak yapılmalı. Kuraklığa dayanıklı çeşitler, damla sulama teknolojileri, agroekoloji ve permakültür gibi sürdürülebilir yaklaşımlar yaygınlaştırılmalı. Aynı zamanda kırsalda yaşamanın cazibesi artırılmalı; gençlerin tarıma dönmesi için finansal destekler, eğitim programları ve dijital tarım çözümleri sunulmalı.

İklim değişikliği artık bir çevre sorunu değil, doğrudan bir kalkınma ve yaşam meselesidir. Tarımsal üretimimizin temelini tehdit eden zirai don ve kuraklık gibi krizlere karşı dirençli bir sistem kurmak, bugünün değil, yarının güvenliği için zorunludur. Gıda güvenliğimizi, tarımda çalışan milyonlarca insanın emeğini ve doğayla olan bağımızı korumak için şimdi harekete geçme zamanıdır. Yarın çok geç olabilir.

20 Haziran 2025 Cuma

Kaynaklarımızı Tüketiyoruz: Limit Aşım Gününde Türkiye’nin Alarm Zili Çalıyor

Bu yıl Türkiye’nin Limit Aşım Günü 18 Haziran olarak belirlendi. Geçtiğimiz yıla göre dört gün daha erken bir tarihe denk gelen bu gün, doğanın bir yıl boyunca sunduğu kaynakların ülkemizde altı aydan kısa bir sürede tüketildiğini gösteriyor. Dünya genelindeki Limit Aşım Günü de 24 Temmuz’a çekildi. Bu veriler, insanlığın doğayla olan ilişkisinde nasıl bir dengesizlik yaşandığını ve özellikle Türkiye'nin kendi sınırlarını ne kadar zorladığını ortaya koyuyor. Her yıl biraz daha erkene gelen bu tarih, doğanın kendini yenileme kapasitesinin insan faaliyetleri karşısında giderek daha yetersiz kaldığını gösteriyor.

Limit Aşım Günü, doğanın bize bir yıl boyunca sunabileceği kaynakların, o yıl içinde hangi tarihte tükenmiş sayıldığını gösteren bir göstergedir. Bu tarihten sonraki her gün, gelecek nesillere karşı ekolojik borçla yaşadığımız anlamına gelir. Türkiye için bu yıl bu tarih 18 Haziran’dı. Yani 1 Ocak’tan 18 Haziran’a kadar doğanın sunduğu yıllık kaynakları tükettik ve yılın geri kalanında aslında olmayan kaynakları kullanmaya başladık. Bu, sadece çevresel değil, aynı zamanda ekonomik ve toplumsal sorunların da habercisidir.

Türkiye’nin Limit Aşım Günü’nün bu kadar erken olması, ülkemizdeki tarım, su, orman ve enerji politikalarının sürdürülebilirlikten ne kadar uzak olduğunu gösteriyor. Topraklarımız, yoğun kimyasal kullanımı ve yanlış tarım uygulamaları nedeniyle verim kaybediyor. Ormanlık alanlarımız hızla yok ediliyor, çoğu zaman madencilik veya enerji projeleri için geri dönülmez şekilde tahrip ediliyor. Su kaynaklarımız hem miktar hem de kalite açısından ciddi tehdit altında; plansız kullanım, buharlaşma, kirlenme ve iklim değişikliği nedeniyle su stresi yaşayan bir ülke konumuna gelmiş durumdayız. Enerji üretiminde ise hâlâ fosil yakıtlara yüksek oranda bağımlıyız ve ulaşım sistemimiz bireysel araç kullanımına dayalı. Bütün bunlar, ülkemizin biyolojik kapasitesini aşırı biçimde tükettiğini gösteriyor.

Çoğu zaman bu konular gündeme geldiğinde, "Gelişmiş ülkeler bizden daha fazla tüketiyor" gibi savunmalarla karşılaşıyoruz. Ancak Limit Aşım Günü, ülkelerin kendi biyolojik kapasitesine göre kaynak tüketimlerini ölçen bir gösterge olduğu için bu tür karşılaştırmalar yanıltıcıdır. Türkiye, kendi doğasının sunduğu kapasiteyi yılın yarısı bile dolmadan tüketmişse, bu alarm zillerinin çalması için yeterli bir sebeptir. Dahası, gelişmiş ülkeler son yıllarda ciddi adımlar atmaya başladı: sıfır karbon hedefleri, yeşil mutabakat, döngüsel ekonomi politikaları ve doğa temelli çözümlerle kaynak kullanımını azaltma çabası içindeler. Türkiye ise bu yarışta geri kalıyor. Şayet bu hızla devam edersek sadece doğamızı değil, aynı zamanda gelecekteki ekonomik rekabet gücümüzü de kaybetmemiz kaçınılmaz olur.

Bu noktada yapılması gerekenler açık: Tarımda toprağı koruyan ve biyolojik çeşitliliği destekleyen uygulamaların yaygınlaşması gerekiyor. Kentlerde doğa dostu ulaşım, enerji ve su sistemlerinin kurulması gerekir. Tüketim alışkanlıklarımızı gözden geçirerek daha azla yetinmeyi öğrenmemiz şart. Aynı zamanda ekonomik büyümenin değil, sürdürülebilirliğin esas alındığı bir kalkınma anlayışının benimsenmesi gerekiyor.

Limit Aşım Günü, yalnızca takvimde bir tarih değil, aynı zamanda bir uyarıdır. Doğaya borçlu yaşamanın bir sınırı var. Ve her seferinde bu sınırı aştgerekiyo sadece kendimizi değil, bizden sonraki nesilleri de zora sokuyoruz. Türkiye olarak kendimize sormamız gereken soru artık çok net: “Gelecek kuşaklara yaşanabilir bir ülke, yaşanabilir bir dünya bırakabilecek miyiz?” Bu sorunun cevabı, bugünden itibaren atacağımız adımlara bağlı.