Türkiye, Akdeniz Havzası’nda yer alan bir ülke olarak iklim değişikliğinin etkilerini en şiddetli şekilde hissedecek ülkelerden biridir. Akdeniz Havzası, iklim bilimciler tarafından "iklim değişikliği açısından sıcak nokta" (hotspot) olarak tanımlanmakta, bu da bölgedeki sıcaklık artışlarının ve yağış azalmasının küresel ortalamanın üzerinde gerçekleşeceği anlamına gelmektedir. Türkiye’nin iklimsel ve coğrafi yapısı, su kaynaklarının düzensiz dağılması ve kuraklık eğilimindeki artışla birleştiğinde, ülkenin su kıtlığı riski her geçen yıl daha da ciddi hale gelmektedir. Artık su kıtlığı, uzak bir geleceğin değil, bugünün meselesidir ve bu meseleyi ciddiyetle ele almak zorundayız.
Türkiye’de suyun yaklaşık %74’ü tarım sektöründe kullanılmaktadır. Bu oran, sanayi ve hane halkı kullanımından çok daha yüksektir ve su kıtlığının en doğrudan etkilerinin tarım alanlarında hissedileceği anlamına gelir. Tarımsal üretim, hem iç gıda güvenliği hem de ihracat potansiyeli açısından ülke ekonomisinin temel dayanaklarından biridir. Ancak geleneksel sulama teknikleri, yanlış ürün desenleri ve iklim değişikliği nedeniyle azalan su varlığı, bu temel dayanağı tehdit etmektedir. Bu nedenle su kıtlığıyla mücadelede önceliğin tarımda olması, hem kaynak yönetimi hem de ekonomik sürdürülebilirlik açısından en akılcı yaklaşım olacaktır.
Son yıllarda suya göre tarım politikalarının benimseneceği yetkililer tarafından sıkça dile getirilmektedir. Bu politikalar kâğıt üzerinde önemli bir gelişmeyi ifade etse de, bu politikaların uygulanması açısından yeterli düzeye ulaşıldığı söylenemez. Mevcut uygulamalar genellikle teşvikler ve yönlendirmeler yoluyla yapılmaktadır; çiftçilere az su tüketen ürünler için destek verilmektedir. Ancak bu gönüllülük esaslı yaklaşım, kuraklık tehdidinin büyüklüğü karşısında yetersiz kalmaktadır. Su kaynakları bu denli kritik bir seviyeye gerilemişken, bazı bölgelerde mutlak ekim yasaklarının da gündeme alınması gerekmektedir. Tarımda suyu etkin kullanmayan ürünlerin belirli havzalarda yasaklanması, kısa vadede zorlayıcı olsa da uzun vadede ülke su güvenliği için elzem bir adım olacaktır.
Su krizini sadece miktar üzerinden değil, toprağın niteliği üzerinden de değerlendirmek gerekir. Türkiye'de binlerce yıldır süregelen tarım faaliyetleri, toprağın organik madde içeriğini ciddi şekilde azaltmıştır. Bugün Türkiye topraklarının önemli bir kısmında organik madde oranı %2’nin altındadır. Oysa sağlıklı bir toprağın %5 civarında organik madde içermesi gerekir. Organik madde oranı düşük topraklar suyu tutamaz, bu da hem verimliliği düşürür hem de su kaynaklarının hızla buharlaşarak kaybolmasına neden olur. Bu nedenle, toprağın organik yapısını iyileştirmek, hem verim artışı hem de su yönetimi açısından en stratejik hamlelerden biridir. Organik gübre kullanımı, yeşil gübreleme, nadas uygulamalarının artırılması ve toprak örtüsünün korunması gibi yöntemlerle toprağın su tutma kapasitesi artırılabilir.
Su kıtlığını daha da derinleştiren bir diğer unsur ise nüfus artışıdır. Türkiye’nin nüfusu her yıl artmakta, şehirleşme hızla devam etmektedir. Artan nüfus, içme ve kullanma suyu ihtiyacını artırırken, su kaynakları aynı oranda artmamaktadır. Türkiye, su zengini bir ülke değildir; kişi başına düşen yıllık temiz su miktarı, 1.400-1.500 metreküp arasında değişmekte ve bu da Türkiye’yi su stresi yaşayan ülkeler sınıfına sokmaktadır. Eğer mevcut eğilimler devam ederse, Türkiye 2030’lu yıllarda su fakiri ülke kategorisine gerileyebilir. Bu da sadece tarım değil sanayi, enerji ve sağlık dahil olmak üzere tüm sektörleri etkileyen sistemik bir krize dönüşebilir.
Üstelik, bu tabloya yakın gelecekte gerçekleşmesi muhtemel iklim göçlerini de eklemek gerekir. Özellikle Güney Asya, Orta Doğu ve Afrika’da iklim değişikliğine bağlı olarak yaşanacak su krizleri, milyonlarca insanın göç etmesine yol açabilir. Türkiye, hem coğrafi konumu hem de mevcut göç politikaları nedeniyle bu hareketlilikten doğrudan etkilenecek ülkelerden biridir. Artan nüfus, mevcut kaynaklar üzerindeki baskıyı daha da artıracak ve su yönetimini daha da karmaşık hale getirecektir.
Tüm bu veriler ışığında, Türkiye’nin su kıtlığı riskini yalnızca bir çevre sorunu olarak değil, aynı zamanda bir ekonomik güvenlik, toplumsal istikrar ve hatta ulusal güvenlik meselesi olarak ele alması gerekir. Suyun çok olduğu dönemlerde yapılan plansız uygulamaların bedeli artık daha yüksek ödenmektedir. Bu nedenle, suyu merkeze alan yeni bir kalkınma anlayışı benimsenmeli, tarım politikaları bu çerçevede radikal şekilde yeniden yapılandırılmalıdır. Alınacak her geçici önlem, gelecekte daha büyük maliyetler doğuracaktır. Oysa suyu ve toprağı merkeze alan stratejik bir planlama, Türkiye’yi kuraklık tehdidine karşı daha dirençli hale getirebilir.
Türkiye'nin su kıtlığı riski artık ertelenemez ve görmezden gelinemez bir gerçekliktir. İklim değişikliği, yanlış tarım uygulamaları, düşen toprak kalitesi, artan nüfus ve potansiyel göç baskısı, bu sorunu sadece teknik değil, bütüncül bir yaklaşımla ele almamızı zorunlu kılmaktadır. Kaynaklarımız sınırlı olabilir ama aklımız, vizyonumuz ve planlama gücümüz sınırsızdır. Doğru politikalarla, suyu daha adil, daha verimli ve daha sürdürülebilir şekilde yönetmek mümkündür.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder