28 Haziran 2024 Cuma

Sıcak Hava Dalgaları

Son yıllarda hepimiz yaz aylarının ne kadar bunaltıcı hale geldiğini fark etmişizdir. Peki, bu aşırı sıcakların nedeni ne? Cevap basit ama aynı zamanda oldukça karmaşık: İklim krizi. Bu sıcak hava dalgaları iklim değişikliği ile bağlantılı olduğunu artık biliyoruz ve gelecekte bizi çok daha yoğun sıcak hava dalgaları bekliyor.

İklim krizi; fosil yakıtların yakılması sonucunda karbondioksit miktarındaki değişim ve bu değişimlerin yol açtığı felaketlerdir. Karbondioksit dışında metan ve nitröz oksit gibi gazlar, atmosferde birikerek dünyanın ısınmasına yol açar. Bu da daha sıcak yazlar ve daha ekstrem hava olayları anlamına gelir.

Sıcak hava dalgaları, birkaç gün süren normallerin oldukça üzerinde sıcak olan dönemlerdir. Atmosferde biriken sera gazları, dünya atmosferinin genel sıcaklığını artırır. Bu da, sıcak hava dalgalarının daha sık, daha yoğun ve daha geniş alanda yaşanmasına neden olur.

Geçmişte, sıcak hava dalgaları bugüne kıyasla nadiren meydana gelirdi, genellikle kısa süreli ve daha az şiddetli olurdu. Ancak, küresel ısınmanın etkisiyle bu durum değişti. Örneğin, Avrupa’da 2003 yılında yaşanan sıcak hava dalgası, binlerce insanın hayatını kaybetmesine neden oldu. Bu yıl Hac vazifesi sırasında korumasız kalan binden fazla hacı adayının sıcak dolayısıyla hayatını kaybettiğini okuduk. Bilim insanları, bu tür ekstrem hava olaylarının gelecekte daha da artacağını öngörüyor.

Gelecekte sıcak hava dalgalarının nasıl artacağını anlamak için bilim insanlarının yaptığı iklim modellerine bakmamız gerekiyor. Bu modeller, sera gazı salımlarının bu hızla devam etmesi halinde sıcak hava dalgalarının daha sık ve şiddetli hale geleceğini gösteriyor. Örneğin, 2050 yılına kadar, bugün nadir görülen aşırı sıcak günler, bazı bölgelerde yılda birkaç kez yaşanabilir hale gelecek. Özellikle ülkemiz bu sıcak hava dalgalarından oldukça fazla etkilenecek olan bir bölgede bulunuyor. Bu nedenle ülkemizin güney kesimleri bu yüzyılın sonuna doğru yazın bazı günlerinde yaşanamayacak kadar sıcak olabilir. Ancak bir iyi haber, sıcaklıklar bu yaz için Temmuz ayının başından itibaren artmayı durdurabilir. Bu serin bir yaz geçireceğimiz anlamına gelmemeli, ama en azından çoğumuz sıcaktan çıldırmayacağız.

Bu durumun sadece sıcak havalarda daha fazla terleyeceğimiz anlamına gelmediğini de unutmamalıyız. Sıcak hava dalgaları, tarım, su kaynakları ve halk sağlığı üzerinde de ciddi etkiler yaratır. Tarım ürünleri hem aşırı sıcak hem de kuraklık nedeniyle zarar görebilir, su kaynaklarımız tükenebilir ve aşırı sıcaklar özellikle yaşlılar ve kronik hastalıkları olanlar için büyük bir sağlık riski oluşturabilir.

Peki, bizler bu durumu değiştirmek için ne yapabiliriz? İyi haber şu ki, hala yapabileceğimiz şeyler var. Öncelikle, fosil yakıt tüketimini azaltmalı ve yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmeliyiz. Enerji verimliliğini artırmak, ormanları korumak ve yeni ağaçlar dikmek de önemli adımlar arasında. Ayrıca, bireysel olarak enerji tasarrufu yapmak, geri dönüşüme önem vermek ve karbon ayak izimizi azaltmak için küçük ama etkili adımlar atabiliriz. Bunun ötesinde devleti ve iş dünyasını doğru adımlar atmaya zorlamak da yapmamız gereken şeyler listesinin üstlerinde geliyor.

Unutmayalım, iklim değişikliği hepimizi etkileyen bir sorun ve çözüm için hepimizin katkısına ihtiyaç var. Gelecek nesillere daha yaşanabilir bir dünya bırakmak için şimdi harekete geçmeliyiz. Bu yaz ise kendimizi sıcaktan korumak ve bol su tüketmekten başka şansımız yok. Hepimize kolay gelsin.

Bu yazı Dünyahali'nde yayımlanmıştır.

24 Haziran 2024 Pazartesi

Son Avrupa Parlamentosu Seçimlerinin Türkiye'nin İhracat Sektörüne Etkileri

Geçtiğimiz Avrupa Parlamentosu seçimleri, Türkiye'nin ihracat sektörü üzerinde önemli etkiler yaratabilecek bazı değişikliklerin habercisi oldu. Avrupa Birliği'nin (AB) Yeşil Mutabakatı ve iklim değişikliği ile mücadele planlarındaki olası değişiklikler, Türkiye'nin ihracat pazarlarını ve ticaret politikalarını yeniden şekillendirebilir.

Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Yeşiller Partisi ciddi kayıplar yaşarken, aşırı sağ partiler büyük kazanımlar elde etti. Merkezi sağ Avrupa Halk Partisi (EPP) ise parlamentodaki en büyük parti olarak konumunu korudu. Bu sonuçlar, seçmenlerin iklim değişikliği konusundaki önceliklerinin azaldığını ve yaşam maliyeti krizinin ve Rusya'nın Ukrayna'yı işgalinin daha büyük endişe kaynağı olduğunu gösteriyor.

Ancak, yeni parlamentonun Yeşil Mutabakat gibi temel iklim hedeflerini tamamen iptal etmeyeceği öngörülüyor. Avrupa Birliği’nin 2030 yılına kadar atmayı düşündüğü adımların önemli kısmı zaten onaylanmış durumda. Ayrıca Avrupa’da iklim değişikliği konusunda fazla bir şüphecilik de kalmamış durumda, ancak insanlar iklim değişikliğinin önemi ve bu değişiklikle nasıl başa çıkılacağı konusunda farklı görüşlere sahipler. Yalnız bu farklı görüşler ve özellikle de aşırı sağın güç kazanması 2030 yılına kadar yapılması öngörülenlerde de nispeten küçük delikler açılabileceğine işaret ediyor. Burada unutulmaması gereken önemli konu Dünya Ticaret Örgütü’nün bu konudaki yaklaşımı olacak. Çünkü bildiğiniz gibi, Dünya Ticaret Örgütü temelde “ülke içerisinde uygulamadığınız kuralları ithal ettiğiniz ürünler için de uygulayamazsınız” diyor. Ürün ve hizmetlerle ilgili kurallar Avrupa içinde delinmeye başlarsa bunun birliğin ithalat stratejisine de yansıyacağı neredeyse kesindir.

Yeşil Mutabakat, Avrupa Birliği'nin 1990 seviyelerine göre sera gazı salımlarını 2030 yılına kadar %55 oranında azaltmayı ve 2050 yılına kadar net sıfır emisyona ulaşmayı hedefleyen bir dizi politikayı kapsıyor. Ancak, Yeşiller Grubu’nun zayıflayan varlığı, 2040 yılına kadar net sera gazı emisyonlarını %90 azaltma hedefi gibi daha iddialı iklim hedefleri üzerindeki müzakereleri mutlaka etkileyecektir. Dolayısıyla şu an var olan kuralların biraz gevşemesini, konulması beklenen kuralların da iyice yumuşatılmasını beklemek doğru bir yaklaşım olacaktır.

Avrupa Birliği'nin iklim politikalarındaki değişiklikler, Türkiye'nin ihracatını doğrudan etkileyecektir. Özellikle, sınırda karbon düzenleme mekanizması gibi yeni düzenlemeler, karbon yoğun ürünlerin Avrupa Birliği'ne ithalatında ek maliyetler getirebilir. Bu durum; Türkiye'nin çelik, alüminyum ve çimento gibi ürünlerinin Avrupa Birliği pazarına erişimini zorlaştırabilir ve maliyetleri artırabilir. Ancak Avrupa’nın ithalat rejiminde oluşabilecek, yukarıda sözünü ettiğim küçük gevşeklikler de ihracatçımızın daha rahat nefes almasına yardımcı olabilir.

Yalnız her durumda Türkiye'nin ihracat sektörünün, Avrupa Birliği'nin yeni iklim politikalarına uyum sağlaması gerekecektir. Bu, yeşil teknolojilere yatırım yapmayı, enerji verimliliğini artırmayı ve karbon ayak izini azaltmayı içerir. Avrupa Birliği'nin yeşil dönüşüm sürecine uyum sağlayamayan Türk ihracatçıları, rekabet güçlerini kaybedebilirler.

Özellikle otomotiv, tekstil ve tarım gibi sektörlerde, sürdürülebilirlik standartlarına uyum sağlamak zorunlu hale gelebilir. Türkiye'nin, Avrupa Birliği pazarındaki rekabet gücünü koruyabilmesi için, üretim süreçlerini daha çevre dostu hale getirmesi ve yenilenebilir enerji kaynaklarını daha fazla kullanması gerekecektir.

Seçimlerin ardından, Avrupa Komisyonu'nun yeni başkanı ve İklim Komiseri'nin seçilmesi, AB'nin iklim politikalarının geleceğini de belirleyecektir. Ursula von der Leyen, ikinci bir dönem için yeniden aday olmayı hedefliyor. Von der Leyen’in partisi seçimlerden oy kaybına uğramadan çıktığından yeniden seçilmesi de yüksek ihtimaldir. Yeni parlamentonun araştırma ve inovasyon konularına öncelik vermeye devam etmesi de bekleniyor. Bu, Türkiye'nin Avrupa Birliği ile ortak projelerde yer alması ve yeşil teknolojiler konusundaki işbirliğini artırması için fırsatlar sunabilir.


Ancak, Türkiye'nin Avrupa Birliği ile olan ticari ilişkilerini sürdürmek ve geliştirmek için, çevresel standartlara uyum sağlaması ve Yeşil Mutabakat'ın gerekliliklerini yerine getirmesi kritik öneme sahip. Avrupa Birliği'nin iklim politikalarındaki değişiklikler, Türkiye'nin ihracat stratejilerini yeniden gözden geçirmesini ve sürdürülebilir kalkınma hedeflerine daha fazla odaklanmasını gerektirecektir.

Son Avrupa Parlamentosu seçimleri, Türkiye'nin ihracat sektöründe önemli değişikliklere yol açabilir. Avrupa Birliği'nin Yeşil Mutabakat ve iklim değişikliği ile mücadele konusundaki politikalarının, Türkiye'nin ihracat pazarlarını ve ticaret politikalarını etkilemesi kaçınılmazdır. Türkiye'nin, Avrupa Birliği'nin yeşil dönüşüm sürecine uyum sağlamak için atacağı adımlar, uzun vadede rekabet gücünü koruması ve sürdürülebilir kalkınma hedeflerine ulaşması açısından büyük önem taşır. Bu süreçte, yeşil teknolojilere yatırım yapmak, enerji verimliliğini artırmak ve karbon ayak izini azaltmak, Türkiye'nin ihracat sektörünün geleceği için kritik adımlar olacaktır. Seçim sonuçları bu bağlamda kısa vade hedeflerinde bir değişiklik yaratmaz, bu nedenle değişime hız vermemiz gelecek açısından oldukça yararlıdır.

Bu yazı Yeşil İş Dünyası Platformu'nda yayımlanmıştır.

Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC)

Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC), dünya genelinde iklim değişikliği ile mücadele etmek amacıyla oluşturulmuş uluslararası bir anlaşmadır. 1992 yılında Rio de Janeiro'da düzenlenen ve neredeyse bütün ülke liderlerinin katıldığı Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı'nda kabul edilen bu sözleşme, 1994 yılında yürürlüğe girmiştir. İnsanlık uzun süredir kömür, petrol ve doğal gaz yakarak atmosfere karbondioksit gazı salmaktadır. Karbondioksit atmosferin ısı tutma kapasitesini artırdığı için atmosferin ısınmasına neden olur. UNFCC insanlık tarafından salınan karbondioksit ve diğer önemli sera gazlarının atmosferdeki miktarlarını azaltarak küresel ısınmanın yeryüzüne zararlı bir seviyeye yükselmesini engellemeyi amaçlar.

UNFCCC'ye taraf olan ülkeler her yıl bir araya gelerek Taraflar Konferansı (Conference of the Parties - COP) adı verilen toplantılar düzenlerler. Bu toplantılarda, iklim değişikliğiyle mücadeleye yönelik küresel stratejiler ile eylemler tartışılır ve kararlaştırılır. UNFCCC ana prensipleri ortaya koyar ve alınması gereken önlemlerin belirlenmesini Taraflar Konferansı dediğimiz toplantılara bırakır. Dolayısıyla Taraflar Konferansları iklim değişikliğinin önlenmesi açısından son derece önemlidir. Şimdiye kadar düzenlenen önemli COP toplantılarından bazılarına göz atacak olursak:

COP1 - Berlin, Almanya (1995): İlk COP toplantısı olan COP1, 1995 yılında Berlin'de düzenlendi. Bu toplantıda, sera gazı salımlarının azaltılması için daha sıkı hedefler belirleme gerekliliği vurgulandı ve Berlin Direktifi kabul edildi. Bu direktif, gelecekteki tüm müzakereler için bir temel oluşturdu.

COP3 - Kyoto, Japonya (1997): Kyoto Protokolü'nün kabul edildiği COP3, iklim değişikliği mücadelesinde önemli bir dönüm noktasıdır. Kyoto Protokolü, gelişmiş ülkeler için bağlayıcı sera gazı azaltım hedefleri belirledi ve bu hedeflerin 2008-2012 yılları arasında gerçekleştirilmesini öngördü. Protokol, 2005 yılında yürürlüğe girdi. ABD bu protokolün kabul edilmesi sırasında önemli bir rol oynamış olsa da sonrasındaki seçimlerde Cumhuriyetçilerin başa geçmesiyle bu protokole taraf olmadı. O noktada sera gazı salımlarının büyük bir miktarından sorumlu olan ABD’nin taraf olmamasıyla Kyoto Protokolü de istenen etkiyi yaratamadı.

COP15 - Kopenhag, Danimarka (2009): COP15, büyük umutlarla başlasa da beklentilerin altında kalan bir toplantı oldu. Kopenhag Anlaşması, katılımcı ülkelerin küresel sıcaklık artışını 2°C ile sınırlama hedefini içerse de yasal olarak bağlayıcı bir anlaşma niteliği taşımıyordu. Ancak, bu anlaşma iklim değişikliği konusunda geniş çaplı bir farkındalık yaratmıştır. COP15 gelişmiş ülkelerle gelişmekte olan ülkelerin iklim sorununa yaklaşımları arasındaki büyük uçurumun iyice ortaya çıktığı toplantı oldu. Gelişmekte olan ülkeler gelişmiş ülkeleri problemin kaynağı olmakla suçlayıp tarihi sorumluluklarından dolayı öncelikle gelişmiş ülkelerin adım atması gerektiğini söylediler. Gelişmiş ülkeler ise UNFCCC kabul edildiği sırada salımları oldukça az olan Çin ve Hindistan gibi ülkelerin geçen zaman zarfında salımlarını çok artırdıklarını, dolayısıyla da atılacak adımların ortak ve eşzamanlı olması gerektiğinde ısrarcı oldular. Bu iki görüş arasındaki ayrılık hala çözülmüş değildir.

COP21 - Paris, Fransa (2015): COP21'de kabul edilen Paris Anlaşması, iklim değişikliği ile mücadelede küresel iş birliğini artırmak amacıyla önemli bir adımdır. Paris Anlaşması, küresel sıcaklık artışını 2°C'nin altında tutmayı ve mümkünse 1.5°C ile sınırlamayı hedefler. Ayrıca, gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere finansal destek sağlanmasını öngörür. Ancak gelişmiş ülkelerle gelişmekte olan ülkeler arasındaki uçurum sürdüğünden bu anlaşmanın bir bağlayıcılığı bulunmamaktadır.

COP26 - Glasgow, Birleşik Krallık (2021): COP26, COVID-19 pandemisi nedeniyle bir yıl ertelenmiş ve 2021 yılında Glasgow'da düzenlenmiştir. Bu toplantıda, ülkeler Paris Anlaşması hedeflerine ulaşmak için daha iddialı taahhütlerde bulunmuşlardır. Ayrıca, kömür kullanımının azaltılması ve fosil yakıtlara sağlanan sübvansiyonların kademeli olarak sonlandırılması konusunda önemli adımlar atılmıştır. Bu toplantı ev sahibi ülkenin kuvvetli liderlik sergilemesinin kıymetini de bizlere göstermiştir.

COP27 - Şarm El-Şeyh, Mısır (2022): COP27, gelişmekte olan ülkelerin iklim değişikliğine uyum ve finansman konularında daha fazla destek taleplerinin öne çıktığı bir toplantı olmuştur. Bu toplantıda, kayıp ve zarar mekanizmasının kurulması konusunda ilerleme kaydedilmiştir.

COP28 - Dubai, Birleşik Arap Emirlikleri (2023): COP28, iklim finansmanı, yenilenebilir enerji kaynaklarına geçiş ve sera gazı salımlarının azaltılması konularında yoğun tartışmaların yaşandığı bir toplantı olmuştur. Bu toplantıda, Paris Anlaşması hedeflerine ulaşmak için ülkeler arasında daha sıkı iş birliği kararı alınmıştır. Ayrıca bu toplantıda bir kayıp ve zarar fonu kurulması karara bağlanmış ve bu fona yapılacak katkılar toplanmaya başlanmıştır. Yalnız toplantı sırasında toplanan katkılar gerekli olanın yanında çok küçük olduğundan bu konunun sonraki COP’larda tekrar ele alınması gerekmektedir. 

UNFCCC ve COP toplantıları, küresel iklim değişikliği mücadelesinde önemli bir rol oynamaktadır. Bu toplantılar, ülkelerin iklim değişikliği konusunda ortak hedefler belirlemelerini ve bu hedeflere ulaşmak için iş birliği yapmalarını sağlamaktadır. Gelecekteki COP toplantılarında da iklim değişikliği ile mücadelede daha iddialı ve etkili politikaların geliştirilmesi gerekmektedir. Bu çabaya da bu sene Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de toplanacak olan COP29 ile devam edilecektir.

20 Haziran 2024 Perşembe

Sürdürülebilir Kalkınma Raporu

Sürdürülebilir Kalkınma Raporu, Birleşmiş Milletlere üye devletlerin Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları konusundaki ilerlemelerini değerlendiren ve izleyen yıllık bir yayındır. Bu rapor, Sürdürülebilir Kalkınma Çözümleri Ağı (SDSN) ve Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları Dönüşüm Merkezi'ndeki bağımsız uzmanlar tarafından hazırlanır. İlk rapor SKA’ların 2015 yılındaki kabulünden sonra 2016 yılında hazırlanmıştır. Rapor ülkelerin küresel hedeflere doğru nasıl ilerlediği hakkında kapsamlı veriler ve içgörüler sağlar.

Sürdürülebilir Kalkınma Raporu şunları içerir:

Küresel ve Bölgesel Değerlendirmeler: 17 Sürdürülebilir Kalkınma Amacının küresel ilerlemesi hakkında genel bir bakış sunar ve başarı alanları ile acil eylem gerektiren alanları vurgular. Ayrıca, dünyanın farklı bölgelerinin performansını gösteren bölgesel özetler de verir.

Ülke Profilleri: Her sene, her bir  Sürdürülebilir Kalkınma Amacına yönelik ülkelerin ilerlemesini özetleyen detaylı ülke profilleri yayımlanır. Bu, ülkelerin belirli alanlarda nasıl ilerlediğini veya geri kaldığını belirlemeye yardımcı olur.

Tematik Bölümler: Belirli temalar veya  Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları hakkında derinlemesine analiz ve içgörüler sunan bölümler içerir. Örneğin, bu senenin raporu Amaç 17 (Küresel Ortaklıklar) ve Amaç 2 (Açlığa Son) üzerine odaklanmaktadır.

Ana Bulgular ve Eğilimler: Rapor, 2030 yılına kadar  Sürdürülebilir Kalkınma Amacı hedeflerinin ne kadarının karşılanmasının beklendiği, ülkeler arasındaki farklılıklar ve kırılgan ülkelerin karşılaştığı zorluklar gibi önemli eğilimleri ve bulguları vurgular.

Politika Önerileri: Sürdürülebilir Kalkınma Raporu,  Sürdürülebilir Kalkınma Amaçlarına ulaşma sürecini hızlandırmaya yardımcı olacak uygulanabilir öneriler sunar; mali reformlar, uluslararası işbirliği ve belirli sektörlere yönelik eylemler için öneriler içerir.

Sürdürülebilir Kalkınma Raporu, hükümetler, sivil toplum kuruluşları ve uluslararası kuruluşlar için ilerlemeyi izlemek, zorlukları belirlemek ve Birleşmiş Milletler 2030 Sürdürülebilir Kalkınma Gündemi'nde belirlenen iddialı hedeflere ulaşmak için stratejiler geliştirmek amacıyla önemli bir araçtır.

Bu yılki Sürdürülebilir Kalkınma Raporu, beş önemli bulguyu ortaya koyuyor:

Küresel olarak, Sürdürülebilir Kalkınma Amaçlarının sadece %16'sının 2030 yılına kadar gerçekleştirilmesi öngörülüyor, geri kalan %84'ünde ise sınırlı ilerleme kaydedilmesi ya da gerilemeler yaşanması bekleniyor. 2020'den bu yana küresel ölçekte Sürdürülebilir Kalkınma Amaçlarına ulaşma yolunda ilerleme neredeyse durma noktasına geldi. Özellikle, Amaç 2 (Açlığa Son), Amaç 11 (Sürdürülebilir Şehirler ve Topluluklar), Amaç 14 (Sudaki Yaşam), Amaç 15 (Karasal Yaşam) ve Amaç 16 (Barış, Adalet ve Güçlü Kurumlar) ciddi şekilde geride kalıyor. 2015'ten bu yana en fazla düşüş yaşayan beş Sürdürülebilir Kalkınma Amacı hedefi şöyledir: Obezite oranı (Amaç 2 altında), basın özgürlüğü (Amaç 16 altında), Kırmızı Liste Endeksi (Amaç 15 altında), sürdürülebilir azot yönetimi (Amaç 2 altında) ve doğumda yaşam beklentisi (Amaç 3 altında). Temel altyapı ve hizmetlere erişimle ilgili hedefler, Amaç 9 (Sanayi, Yenilik ve Altyapı) gibi, daha olumlu eğilimler göstermektedir, ancak ilerlemeler hala yavaş ve ülkeler arasında da oldukça eşitsiz dağılmıştır.

Sürdürülebilir Kalkınma Amaçlarına ulaşma hızları farklı ülke grupları arasında büyük farklılıklar göstermektedir. İskandinav ülkeleri, Sürdürülebilir Kalkınma Amaçlarına ulaşmada bir kez daha ön planda kalırken, BRICS ülkeleri de önemli ilerlemeler kaydetmiştir. Ancak, daha yoksul ve daha kırılgan ülkeler Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları konusunda önemli ölçüde geride kalmaktadır. Avrupa ülkeleri ve özellikle İskandinav ülkeleri, 2024 Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları Endeksi'nde yine lider konumdadır. Finlandiya en üst sırada yer alırken İsveç ikinci, Danimarka, Almanya ve Fransa sırasıyla üçüncü, dördüncü ve beşinci sırada yer almaktadır. Ancak, bu ülkeler bile çeşitli Sürdürülebilir Kalkınma Amaçlarını başarmada önemli engellerle karşılaşmaktadır. 2015'ten itibaren, BRICS (Brezilya, Rusya Federasyonu, Hindistan, Çin ve Güney Afrika) ve BRICS+ ülkeleri (Mısır, Etiyopya, İran, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri), küresel ortalamaya göre Sürdürülebilir Kalkınma Amaçlarında daha fazla ilerleme kaydetmiştir. Ayrıca, Doğu ve Güney Asya, Sürdürülebilir Kalkınma Amaçlarına ulaşmada en önemli ilerlemeleri kaydeden bölge olarak tanımlanmıştır. Ancak, 2015'ten bu yana, Sürdürülebilir Kalkınma Amaçlarına ulaşmada ülkelerin ortalama performansı ile en yoksul ve kırılgan ülkeler arasındaki fark artmıştır.

Sürdürülebilir kalkınma, yatırım için uzun vadeli bir zorluk olmaya devam etmektedir. Küresel finansal mimarinin reforme edilmesi giderek daha acil hale gelmiştir. İnsanlık temiz hava ve su gibi ulus devletlerin ötesine geçen birçok vazgeçilmez ortak mal ve hizmete ihtiyaç duymaktadır. Düşük gelirli ve düşük-orta gelirli ülkeler, büyük ölçekli yatırımlar yapmak ve Sürdürülebilir Kalkınma Amaçlarına ulaşmak için hızlı erişilebilir, uygun maliyetli ve uzun vadeli sermayeye ihtiyaç duyar. Gerekli fonları sağlamak için yeni örgütlerin kurulması, yeni küresel finansman yöntemlerinin uygulanması (küresel vergilendirme dahil) ve evrensel kaliteli eğitime erişim gibi alanlara küresel finansmanın önceliklendirilmesi gerekecektir. 


Küresel zorluklar uluslararası işbirliği gerektirir. Barbados; Birleşmiş Milletler temelli çok taraflılığa en büyük bağlılığı gösterirken, kolayca tahmin edilebileceği üzere ABD en düşük bağlılığı göstermektedir. Sürdürülebilir Kalkınma Amaçlarını etkili bir şekilde ele almak için, ilerlemeyi ölçen ve izleyen bir sisteme ihtiyaç vardır. Aynı şekilde, çok taraflılığı geliştirmek için de aynı metrikler ve izleme mekanizmaları gereklidir. Raporun Birleşmiş Milletler temelli çok taraflılığa destek endeksi, ülkelerin Birleşmiş Milletler sistemiyle olan ilişkilerini değerlendirir. Bu sıralamadaki ilk beş ülke şunlardır: Barbados, Antigua ve Barbuda, Uruguay, Mauritius ve Maldivler. Buna karşılık ABD, Somali, Güney Sudan, İsrail ve Kuzey Kore de en düşük sıralamaya sahip ülkelerdir.

Gıda ve arazi sistemlerine ilişkin Sürdürülebilir Kalkınma Amacı hedefleri beklendiği gibi iyiye gitmemektedir. Sürdürülebilir Kalkınma Raporu, sürdürülebilir gıda ve arazi sistemlerine ulaşmak için üç potansiyel yolu değerlendirir. 2030 yılına kadar dünya genelinde yaklaşık 600 milyon insanın açlık çekeceği ve obezite oranlarının artmakta olduğu bilinmektedir. Ayrıca, yıllık küresel sera gazı salımlarının yaklaşık dörtte biri; tarım, ormancılık ve diğer arazi kullanımı faaliyetlerine atfedilebilir. Mevcut eğilimler devam ederse, ülkeler arasındaki sera gazı azaltım, biyolojik çeşitlilik ve su kalitesi hedefleri açısından mevcut farkın artacağı görülmüştür. Mevcut ulusal taahhütlere doğru ilerlemek durumu kısmen iyileştirecektir, ancak bu bile büyük ölçüde yetersiz kalmaktadır. Raporun önerdiği "küresel sürdürülebilirlik" yolu, önemli ilerlemelerin mümkün olduğunu göstermektedir, ancak birkaç temel değişiklik gerektirmektedir: 

1) Aşırı tüketimi en aza indirmek ve kültürel tercihlere uygun diyet değişiklikleri ile hayvansal protein alımını sınırlamak; 

2) Ürün ve talebin yoğun olduğu bölgelerde verimliliği artırmak için kaynak tahsis etmek;  

3) Ormansızlaşmayı etkili bir şekilde durdurmak için kapsamlı, güçlü ve şeffaf izleme sistemleri kurmak. 

Bu strateji, 2030 yılına kadar 100 milyon hektara kadar orman alanının tahribatını önleyecek ve 2050 yılına kadar 100 gigaton karbon dioksit salımını azaltacaktır. Tarımda bir yandan istihdam ve üretimi artırırken diğer yandan aşırı gübre kullanımından kaynaklanan su kirliliğinden kaçınmak ve açlığı ortadan kaldırma çabalarında kapsayıcılığı artırmak için daha fazla çaba gerekecektir.

Ülkemiz ise geçen seneye göre değerlendirilen 167 ülke arasında 72. sıradaki yerini korudu. Amaç 1 (Yoksulluğa Son) ve Amaç 9 (Sanayi, Yenilikçilik ve Altyapı) alanlarında yeterli gelişme sağlarken Amaç 13 (İklim Eylemi) alanında oldukça kötüye gittik. İklim Eylemi alanında zaten olumlu olmayan karnemizin daha da kötüye gitmesi bu alanda daha fazla çaba göstermemiz gerektiği şeklinde algılanabilir. Karnemizin kötü olduğu Amaç 5 (Cinsiyet Eşitliği), Amaç 15 (Karasal Yaşam) ve Amaç 16 (Barış, Adalet ve Güçlü Kurumlar) alanlarında da ilerleme kaydetmemişiz. Karnemizin kötü olduğu Amaç 4 (Nitelikli Eğitim), Amaç 8 (İnsana Yakışır İş ve Ekonomik Büyüme), Amaç 10 (Eşitsizliklerin Azaltılması) ve Amaç 14 (Sudaki Yaşam) alanlarında ise iyileşme sağlamış olduğumuzu görmek güzel. Ancak genel anlamda sonuçlara bakıldığında 17 başlıktan sadece ikisinde amaçlara ulaşabilecek bir çabamız var ve diğer amaçlarda hedeften oldukça uzağız, bu bakımdan da gidilecek çok yolumuz var.

Sürdürülebilir Kalkınma Raporu 2024 insanlık açısından oldukça üzücü bilgiler veriyor. 2015 yılında ortaya koyduğumuz ve 2030 yılına kadar yerine getirmeye çalıştığımız Sürdürülebilir Kalkınma Amaçlarından hala oldukça uzağız. 2030 yılına artık çok kısa bir zaman kaldı ve bu alandaki çabamızın çok daha kuvvetlenmesi gerekiyor. Hem küresel bağlamda hem de ülkemizde henüz Sürdürülebilir Kalkınma Amaçlarının ne olduğunu içselleştirmeye çalışırken zaman hızla akıp gidiyor. Sürdürülebilirliği herkesin kartvizitlerine yazdığı bir ünvan olmaktan öteye taşıyarak gerçek anlamında algılamak ve uygulamak için fazla vaktimiz kalmadı. Daha çok çalışmalıyız.

Bu yazı Yeşil Gazete'de yayımlanmıştır.

14 Haziran 2024 Cuma

AB Parlamentosu Seçimlerinin "Tarladan Çatala" Uygulamasına Etkileri

Son Avrupa Parlamentosu seçimlerinin sonuçları, Avrupa Birliği'nin Yeşil Mutabakatı kapsamında yer alan "Tarladan Çatala" stratejisinin geleceği üzerinde belirleyici olabilir. Bu strateji, çiftlikten sofraya kadar olan süreçte daha sürdürülebilir ve sağlıklı bir gıda sistemi oluşturmayı hedefliyor. Ancak, seçim sonuçları ve politik değişimler bu hedeflerin ne kadar güçlü bir şekilde uygulanabileceğini etkileyebilir. Gelin, bu seçimlerin neler getirebileceğine yakından bakalım.

Avrupa Parlamentosu seçimlerinde, Yeşiller Partisi önemli kayıplar yaşarken, aşırı sağ partiler ciddi kazanımlar elde etti. Bu durum, iklim değişikliği ve sürdürülebilirlik konularına verilen önemin azaldığını gösteriyor olabilir. Ancak, Avrupa Halk Partisi (EPP) gibi merkez sağ partilerin güçlerini koruması, Yeşil Mutabakat’ın tamamen terk edilmeyeceği konusunda umut vericidir.

"Tarladan Çatala" stratejisi, Avrupa Birliği'nin 2030 yılına kadar tarım ilacı kullanımını yarıya düşürmeyi, gübre kullanımını %20 azaltmayı ve organik tarım alanlarını %25 artırmayı hedefliyor. Bu hedefler, gıda sisteminde büyük bir dönüşüm gerektiriyor ve bu da politika yapıcıların kararlılığını ve desteklerini gerektiriyor. Ancak, seçim sonuçları bu dönüşümün nasıl ve ne hızla gerçekleşeceği konusunda belirleyici olabilir.

Yeşiller Partisi’nin seçimlerde yaşadığı kayıplar, "Tarladan Çatala" stratejisinin uygulanmasını zorlaştırabilir. Özellikle Fransa ve Almanya gibi büyük ekonomilerde Yeşiller’in oy kaybetmesi, bu ülkelerin sürdürülebilir tarım politikalarına daha az destek vermesi anlamına gelebilir. Bu da Avrupa Birliği genelinde sürdürülebilirlik hedeflerine ulaşmayı zorlaştıracaktır.

Aşırı sağ partilerin yükselişi, çevresel ve iklim politikalarına nispeten daha az önem verilmesine yol açabilir. Bu görüşteki partiler genellikle ekonomik büyümeyi ve sanayiyi çevresel sürdürülebilirliğin önüne koyuyorlar. Bu da "Tarladan Çatala" stratejisinde olduğu gibi çevresel hedeflerin gerçekleştirilmesini zorlaştırabilir. Ancak, seçim sonrası oluşacak koalisyonlar ve ortaklıklar bu durumu dengeleyebilir.

Merkez sağ EPP ve merkez sol Sosyalistler ve Demokratlar, Avrupa Parlamentosu'nda çoğunluğu gene de elinde tutuyor. Bu partiler, genellikle sürdürülebilirlik hedeflerine destek veriyorlar. Bu da "Tarladan Çatala" stratejisinin tamamen ortadan kalkmasını engelleyebilir. Ancak, bu hedeflerin ne kadar güçlü ve hızlı bir şekilde uygulanacağı, bu partilerin içindeki dengeye ve bu partilerin aşırı sağ ile olan ilişkilerine bağlı olacak.

Son yıllarda Avrupa genelinde çiftçiler, çevresel politikalar nedeniyle protestolar düzenledi. Yakıt sübvansiyonlarının kesilmesi ve tarım ilacı kullanımının azaltılması gibi politikalar çiftçilerin tepkisini çekti. Bu protestolar, Avrupa Birliği'nin "Tarladan Çatala" stratejisini yumuşatmasına neden olabilir. Ancak, sürdürülebilir tarımın uzun vadede gıda güvenliğini ve ekonomik istikrarı artırabileceği gerçeği göz ardı edilmemeli.

Yeni Avrupa Parlamentosu, öncelikle Avrupa Komisyonu’nun yeni başkanını ve İklim Komiseri’ni seçecek. Bu seçimler, Avrupa Birliği'nin iklim politikalarının geleceğini belirleyecek. Ursula von der Leyen'in yeniden başkan seçilmesi, Yeşil Mutabakat'ın devam etmesi açısından önemli olabilir. Ayrıca, yeni parlamento araştırma ve inovasyon konularına öncelik vermeye devam ederse sürdürülebilir tarım teknolojilerinin geliştirilmesi hız kazanabilir.

Avrupa Birliği'nin iklim politikalarındaki değişiklikler, Türkiye'nin ihracat sektörünü de etkileyecektir. Özellikle tarım ürünleri ihracatında, Avrupa Birliği’nin sürdürülebilirlik standartlarına uyum sağlamak daha da gerekli olacak. Türkiye'nin Avrupa Birliği pazarındaki rekabet gücünü koruyabilmesi için, sürdürülebilir tarım uygulamalarına yatırım yapması ve çevresel standartlara uyum sağlaması kritik öneme sahip. Burada dikkat edilmesi gereken hali hazırda uygulanan çevre standartlarından çok daha ileri sorunlarla karşı karşıya kalma ihtimalimizdir. Bugün çiftçimiz “bakanlık izin veriyor ve ürünün üstünde de çıkmıyor” diyerek çoğu tarım ilacını rahatça kullanabilmektedir. “Tarladan Çatala” uygulaması hayata tam olarak geçtiğinde bu kimyasalların ürünün üstünde tespit edilmemesi değil yapılacak olan toprak analizlerinde yerde dahi bulunmaması gerekecektir. 

Avrupa Parlamentosu seçimleri, "Tarladan Çatala" stratejisinin geleceği ve genel olarak Avrupa Birliği'nin iklim politikaları üzerinde belirleyici olabilir. Yeşiller’in kayıpları ve aşırı sağın yükselişi, sürdürülebilirlik hedeflerine ulaşmayı zorlaştırabilir. Ancak, merkez sağ ve merkez sol partilerin çoğunluğu elinde tutması, bu hedeflerin tamamen terk edilmesini engelleyebilir. Türkiye'nin de bu değişikliklere uyum sağlaması ve sürdürülebilirlik standartlarını benimsemesi, ihracat pazarındaki rekabet gücünü koruması açısından büyük önem taşıyor.

Bu yazı T24 İnternet Haber Sitesi'nde yayımlanmıştır.

7 Haziran 2024 Cuma

Türkiye'nin Ülke Aşım Günü

Dünya Limit Aşım Günü (Earth Overshoot Day), insanlığın bir yıl içinde tükettiği doğal kaynakların, yeryüzünün o yıl içinde yenileyebileceği kaynakları aşma tarihidir. Global Footprint Network tarafından hesaplanan bu gün, dünya çapında kaynak tüketiminin sürdürülebilirliğini değerlendirmede önemli bir gösterge olarak kabul edilir. 2024 yılı için Dünya Limit Aşım Günü, 1 Ağustos olarak belirlenmiştir. Bu, geçen yılki tarih olan 2 Ağustos'tan bir gün daha erken olup, kaynak tüketiminin hızlanarak devam ettiğini göstermektedir.

Dünya Limit Aşım Günü'nün daha erkene çekilmesi, ekosistemler üzerindeki baskının arttığını ve doğal kaynakların daha hızlı tüketildiğini ortaya koyar. Bu, insanlık olarak bir yıl içinde kullanmamız gereken doğal kaynakları daha erken bir tarihte tüketmeye başladığımız anlamına gelir. Bu durum ise, ekolojik dengenin daha da bozulmasına neden olur.

Türkiye’nin Ülke Limit Aşım Günü ise 2024 yılında 11 Haziran olarak açıklanmıştır. Bu tarih, 2023 yılına göre (22 Haziran) epey daha erkene çekilmiştir. Bu, Türkiye'nin doğal kaynaklarını Dünya ortalamasından daha hızlı tüketmeye başladığını ve ekolojik ayak izinin de benzer şekilde arttığını göstermektedir. Türkiye’nin Ülke Limit Aşım Günü'nün bu kadar erken bir tarihe çekilmesi, ülkenin çevresel sürdürülebilirlik konusunda ciddi adımlar atması gereğini ortaya koymaktadır.

Bizler açısından ülkemizin Limit Aşım Günü’nün erken bir tarihe çekilmesi, birkaç önemli soruna işaret etmektedir:

Artan Kaynak Tüketimi: Türkiye’nin kaynak tüketimi, ülkenin biyokapasitesini aşmaktadır. Söz konusu durum; su, enerji, tarım ve orman kaynaklarının hızla tükenmesine ve çevresel bozulmalara yol açmaktadır.

Karbon Ayak İzi: Türkiye’nin karbon ayak izi, enerji üretimi ve tüketimi, sanayi faaliyetleri ve ulaşım gibi sektörlerden kaynaklanan yüksek karbon emisyonları nedeniyle artmaktadır. Bu durum, iklim değişikliğine katkıda bulunmakta ve ekosistemler üzerindeki baskıyı artırmaktadır. Her ne kadar yeni açıklanan verilere göre ülkemizde kişi başına düşen karbon ayak izi 2021 yılından 2022 yılına geçişte azalmış olsa da karbon ayak izimiz küresel ortalamanın üzerindedir. 


Sürdürülebilirlik Eksikliği: Ülkenin sürdürülebilirlik politikalarının ve uygulamalarının yetersiz olması, Ülke Limit Aşım Günü’nün daha erkene çekilmesine neden olmaktadır. Tarım, sanayi ve enerji sektörlerinde sürdürülebilir uygulamaların yaygınlaştırılması gerekmektedir.

Ülkemizin Limit Aşım Günü’nü daha ileri bir tarihe çekmek ve ekolojik dengeyi sağlamak için çeşitli adımlar atmamız gerekmektedir:

Yenilenebilir Enerji Kaynaklarına Yatırım: Fosil yakıtların kullanımını azaltmak ve yenilenebilir enerji kaynaklarına yatırım yapmak, karbon ayak izini azaltmak için kritik öneme sahiptir. Güneş ve rüzgar gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımı artırılmalıdır.

Sürdürülebilir Tarım Uygulamaları: Tarım sektöründe sürdürülebilir ve ekolojik tarım uygulamalarının teşvik edilmesi, toprak verimliliğini artırırken su kaynaklarının korunmasını sağlar. Organik tarım, permakültür ve su tasarrufu teknikleri yaygınlaştırılmalıdır. Tarım Bakanlığı’nın bu bağlamda atmaya çalıştığı adımların da desteklenmesi faydalı olacaktır.

Enerji Verimliliği: Binalarda, sanayide ve ulaşımda enerji verimliliğinin artırılması, kaynak tüketimini azaltmak için önemlidir. Enerji verimliliği standartları ve teşvikler yaygınlaştırılmalıdır. Ülkemiz tüketilen enerjiye karşılık üretilen değere bakıldığında olmak istediği noktadan uzaktır. Sadece enerjiyi üretmek yetmez, üretilen enerjinin verimli kullanılmasını sağlamak da görevlerimiz arasındadır.

Farkındalık ve Eğitim: Halkın ve iş dünyasının sürdürülebilirlik konusunda bilinçlendirilmesi, kaynak tüketiminin azaltılmasına katkıda bulunur. Çevresel eğitim programları ve farkındalık kampanyaları düzenlenmelidir. Bu noktada özellikle sivil toplumun katkısı son derece kıymetlidir.

Çevre Dostu Politikalar: Devletin, çevre dostu politikaların geliştirilmesini ve uygulamasını artırması gerekmektedir. Doğal alanların korunması, sürdürülebilir şehir planlaması ve atık yönetimi gibi konulara öncelik verilmelidir. Özellikle şehirli nüfusumuz artmakta olduğundan yerel yönetimlere bu bağlamda önemli görev düşmektedir. Ülke Limit Aşım Günü’nün bir benzerini şehirler de kendileri için uygulamayı düşünebilirler.

Sonuç olarak, Türkiye’nin Limit Aşım Günü’nün erkene çekilmesi, ülkenin doğal kaynakların tüketimi konusunda acil adımlar atması gerektiğini göstermektedir. Özellikle tarım ve doğal yaşam alanlarının planlı biçimde korunması, sürdürülebilirlik politikalarının hayata geçirilmesi ve ekolojik dengenin sağlanması, gelecek nesiller için yaşanabilir bir çevre sağlamak açısından kritik öneme sahiptir.

Bu yazı Dünyahal'nde yayımlanmıştır.

1 Haziran 2024 Cumartesi

Sosyal Medyada İklim Değişikliği Hakkında Bilinçli veya Bilinçsiz Yanlış Bilgilendirmenin Tehlikeleri

Dijital çağda sosyal medya, bilginin hızla dünya çapında yayılması için güçlü bir araç haline gelmiştir. İletişimi kolaylaştırmak ve farkındalık yaratmak gibi birçok fayda sunarken, özellikle iklim krizi ve çevre sorunları gibi kritik konularda bilinçli veya bilinçsizce yanlış bilgilendirmenin yayılması söz konusu olduğunda önemli riskler de taşımaktadır. Küresel Riskler Raporu’nun 2024 versiyonunda da gördüğümüz gibi iklim değişikliği ve çevre sorunları ile ilgili sosyal medyada yayılan yanlış bilgilendirmenin tehlikelerini araştırarak, halkın anlayışı, politika oluşturma ve küresel krizi hafifletme çabaları üzerindeki etkilerini incelememiz büyük önem taşımaktadır.

Sorunun kapsamını anlamak için, bilinçli ve bilinçsizce yanlış bilgilendirme arasındaki farkı ayırt etmek önemlidir. Bilinçsizce yanlış bilgilendirme (misinformation), genellikle cehalet veya yanlış anlama sonucu kötü niyet olmadan yayılan yanlış veya hatalı bilgidir. Bilinçli yanlış bilgilendirme (disinformation) ise, halkı yanıltmak veya manipüle etmek amacıyla kasıtlı olarak yanıltıcı bilgi yaymaktır. Her iki tür de, karmaşık ve acil bir küresel sorun olan iklim krizi konusuna halkın bakışı açısından ciddi tehditler oluşturur.

Sosyal medya platformları, geniş erişimleri ve hızlı yayılma kapasiteleri ile iklim değişikliği hakkında yanlış anlatıların yayılması için çok verimli bir zemin haline gelmiştir. Bu anlatılar, iklim krizini tamamen inkâr etmekten, sebeplerini farklı göstermeye, etkilerini küçümsemeye veya temelsiz çözümler önermeye kadar çeşitlilik gösterebilir. Bu bilgilerin yayılmasında algoritmaların doğruluk yerine etkileşimi önceliklendirmesi, sorunu daha da kötüleştirir, çünkü çarpıcı ve tartışmalı içerikler daha fazla dikkat çeker ve bu nedenle daha fazla teşvik edilir.

Örneğin, iklim değişikliği inkâr grupları, iklim değişikliği üzerine bilimsel fikir birliğini sorgulayan yanıltıcı bilgileri yaymak için sosyal medyayı bolca kullanır. Bu gruplar ve kişiler genellikle gerçeğin tamamını yansıtmayacak şekilde seçilmiş veriler, hatalı yorumlar ve komplo teorileri kullanarak halk arasında şüphe ve kafa karışıklığı yaratırlar. Bu sürekli yanlış bilgi akışı, meşru bilimsel araştırmalara ve kurumlara olan güveni sarsabilir, insanların doğruyu yanlıştan ayırt etmelerini zorlaştırır. Özellikle de bu yanlış bilgilerin sürekli tekrar edilmesi kafa karışıklığını artırır.


İklim değişikliği hakkında bilinçli ve bilinçsiz yanlış bilgilendirmenin yayılması, halkın algısı ve davranışı üzerinde derin etkiler yaratır. Araştırmalar, yanlış bilgiye maruz kalmanın bireylerin inançlarını ve tutumlarını önemli ölçüde şekillendirebileceğini, genellikle iklim bilimi konusunda şüpheciliğe yol açtığını göstermektedir. Bu şüpheciliğin, kişisel davranışı ve gerekli politika önlemlerini destekleme istekliliğini etkilemesi de beklenmesi gereken bir sonuçtur.

Mesela, iklim krizinin bir aldatmaca olduğuna veya ciddi bir tehdit olmadığına inanan bireylerin, enerji tüketimini azaltmak veya yenilenebilir enerji girişimlerini desteklemek gibi çevre dostu davranışlarda bulunma olasılığı daha düşüktür. Ayrıca, bu bireylerin sera gazı salımlarını azaltmayı amaçlayan politika önlemlerini savunma, destekleme veya bu politikalara uyma olasılıkları daha düşüktür. Bu isteksizlik, iklim kriziyle mücadele için gerekli olan ortak çabaları engelleyebilir ve kritik eylemlerin gecikmesine neden olabilir.

İklim krizi hakkında yanlış bilgilendirme, politika oluşturma açısından da önemli zorluklar yaratır. Politikacılar, etkili iklim politikaları uygulamak için halk desteğine güvenmek zorundadırlar. Halk; yanlış bilgilendirildiğinde, gereksiz veya ekonomik çıkarlara zarar veren politikalar olarak algılanan iklim politikalarına karşı genellikle önemli bir direnç gösterebilir.

Ayrıca, bilinçli yanlış yönlendirme kampanyaları, genellikle fosil yakıt şirketleri gibi çıkar grupları tarafından finanse edilir ve politika kararlarını doğrudan etkilemeyi amaçlar. Bu kampanyalar, iklim bilimi hakkında şüphe yaratarak ve iklim eyleminin ekonomik maliyetlerini abartarak, hem siyasi liderlerin hem de halkın görüşlerini değiştirebilir ve anlamlı politikaların benimsenmesini geciktirebilir. Hızla ilerleyen bu kriz karşısındaki böylesi bir engelleme, uzun vadeli sonuçlar doğurabilir. Unutmayalım, etkili iklim eylemi için gerekli olan zaman hızla tükenmektedir.

Sosyal medyanın küresel doğası, iklim krizi hakkındaki bilinçli veya bilinçsizce yanlış bilgilendirmenin sadece tek bir ülke ile sınırlı kalmayıp dünya çapında yayılabileceği anlamına gelir. Bu küresel yayılım, iklim değişikliği gibi küresel bir sorunun ele alınması için gerekli olan uluslararası işbirliğini de zayıflatabilir. Farklı ülkelerdeki halkların iklim değişikliği hakkında farklı düzeylerde anlayışa ve endişeye sahip olması, uluslararası anlaşmalar ve kolektif eylem konusunda uzlaşmayı daha da zorlaştırır.

Örneğin, Paris Anlaşması, ülkelerin sera gazı salımlarını azaltma hedeflerine bağlı kalmalarını gerektirir. Eğer ABD gibi kilit ülkelerdeki kamuoyu yanlış bilgilendirilirse, bu ülkelerin taahhütleri zayıflayabilir ve daha az iddialı hedefler belirlenebilir, bu da anlaşmanın genel etkinliğini zayıflatır. Ayrıca, iklim değişikliğine karşı daha savunmasız olan gelişmekte olan ülkeler, sorunların ciddiyeti ve aciliyeti hakkında yanlış bilgilendirildiğinde, dirençliliği artırmak ve uluslararası destek sağlamak konusunda daha büyük zorluklarla karşılaşabilir.

Bu konuda çözüm sağlamak bağlamında, sosyal medyada yanlış bilgilendirmenin tehlikelerini ele almak, çok yönlü bir yaklaşım gerektirir. İlk olarak, sosyal medya platformları, barındırdıkları içeriklerden dolayı daha fazla sorumluluk almalıdır. Bu, daha sağlam doğrulama sistemlerinin uygulanmasını, yanlış bilgilerin görünürlüğünün azaltılmasını ve doğru, kanıta dayalı içeriğin teşvik edilmesini içerir. Bazı platformlar bu yönde adımlar atmaya başlamış olsa da daha tutarlı ve sürekli çabalar gerekmektedir. Ayrıca Elon Musk gibi, bu konuda bir endişe taşımayan platform sahipleri durumun daha da zorlaşmasına neden olmaktadır.


İkincisi, halkın sosyal medya bağlamında eğitimi ve medya okuryazarlığının geliştirilmesi kritik öneme sahiptir. İnsanların bilgiyi eleştirel olarak değerlendirme, bilimsel kanıtları anlama ve bilinçli yanlış bilgilendirme kampanyalarında kullanılan yaygın taktikleri tanıma becerileri ile donatılması gerekmektedir. Eğitim kurumları, medya kuruluşları ve sivil toplum grupları, daha bilgili ve sorgulayıcı bir kamuoyu oluşturmak için önemli roller üstlenmelidir. Bu konuda sosyal medya çağına doğmuş olan gençler bir adım önde olsalar da sosyal medyayı sonradan tanıyan daha yaşlı nesiller eski alışkanlıkları ile sosyal medyadan aldıkları tüm bilgilerin de doğru olduğu yanılsaması ile yaşamaktadır.

Üçüncüsü, bilim insanları ve iklim iletişimcileri, halkla daha etkili bir şekilde etkileşimde bulunmalıdır. Bu, sadece doğru bilgi sağlamakla kalmayıp, yanlış anlamaları ele almak ve farklı kitlelerle onların değerleri ve  endişeleri doğrultusunda etkileşimde bulunmak anlamına gelir. Şeffaflık, açıklık ve diyalog yoluyla güven inşa etmek, yanlış bilgilendirmenin etkilerini azaltmak için esastır. Ancak bu da bilimin ötesinde bir zaman ve bağlılık gerektirir.

Son olarak, politika yapıcılar, özellikle bilinçli yanlış bilgilendirmenin oluşturduğu tehdidi tanımalı ve bilgi ortamının bütünlüğünü korumak için adımlar atmalıdır. Bu, sosyal medya platformlarından daha fazla hesap verebilirlik sağlamak için düzenleyici önlemler almayı ve bağımsız gazetecilik ve doğrulama organizasyonlarını desteklemeyi içerebilir. Önemli olan, yanlış bilgi yayıldıktan sonra polisiye önlemlerle bu bilgiyi yayanların peşine düşmektense sosyal medya ortamının kendisini denetlemesine yardımcı olacak bir sistem geliştirmektir.

Sosyal medyada iklim değişikliği ve çevre sorunları hakkındaki bilinçli ya da bilinçsizce yapılan yanlış bilgilendirmenin tehlikeleri oldukça derin ve geniş kapsamlıdır. Bu tür yanlış bilgiler halkın konu hakkındaki anlayışını zayıflatır, politika oluşturmayı engeller ve zamanımızın en acil sorunlarını ele almak için küresel çabaları engeller. Bu tehlikelerle mücadele etmek, sosyal medya platformları, eğitimciler, bilim insanları, politika yapıcılar ve halkın ortak çabasını gerektirir. Ancak kapsamlı ve ortak bir yaklaşımla, doğru bilgilerin üstün gelmesini ve toplumun iklim krizinin acil tehdidini etkili bir şekilde ele alabilmesini sağlayabiliriz.

Bu yazı EKOIQ dergisinde yayımlanmıştır.

İklim krizi ve havayolu taşımacılığı

İklim değişikliği, insan yaşamının ve doğal sistemlerin çeşitli yönlerini etkileyen en önemli zorluklardan biridir. Etkilenen birçok sektör arasında hava taşımacılığı, artan küresel sıcaklıklar, değişen hava koşulları ve artan atmosferik türbülans nedeniyle önemli değişiklikler yaşamaktadır. Uçakların havada kalmasını sağlayan iki önemli unsur uçakların hızı ve havanın yoğunluğudur. Uçakların hızı değişmese bile ısınan havanın yoğunluğu azaldıkça uçakların havada tutunması zorlaşacaktır. Ayrıca daha sıcak bir hava daha fazla enerji barındırdığından daha sıcak bir atmosferde beklenmedik hava hareketleri de artacaktır. Tüm bu ana unsurlar havacılık sektörünü şimdiden etkilemektedir, gelecekte de bu etkiler artarak sürecektir.

İklim değişikliğinin hava taşımacılığı üzerindeki en acil ve fark edilebilir etkilerinden biri, son haftalarda da gördüğümüz gibi atmosferik türbülansın artmasıdır. Türbülans; jet akımları, fırtınalar ve dağlar nedeniyle oluşan dalgalar gibi çeşitli faktörlerden kaynaklanır. Artan sera gazı salımları nedeniyle atmosfer ısındıkça, ekvator ve kutuplar arasındaki sıcaklık farkları değişir ve bu da yüksek seviyedeki hava akımlarının daha güçlü ve düzensiz hale gelmesine yol açar. Bu değişiklikler, bulutsuz gökyüzünde meydana gelen ve tespit edilmesi zor olan açık hava türbülansının (CAT) sıklığını ve şiddetini artırır.

Bilimsel çalışmalar, CAT'ın 2050-2080 yılları arasında dünya genelinde %10-40 oranında artmasının beklendiğini göstermektedir. Türbülansın artması; yolcular için uçuşları daha sarsıntılı hale getirirken mürettebat için güvenlik riskleri oluşturur ve uçak bakımının zorlaşması nedeniyle havayolu şirketleri için operasyonel maliyetlerin artmasına yol açar.

İklim değişikliği, uçuş rotalarını ve seyahat sürelerini de etkiler. Küresel sıcaklıkların artması, rüzgar modellerinde ve pilotların uçuş yollarını optimize etmek için kullandığı jet akımlarında değişikliklere neden olur. Bu değişiklikler, uçuş sürelerinin uzamasına ve yakıt tüketiminin artmasına neden olabilir. Örneğin, ABD'den Avrupa'ya yapılan transatlantik uçuşlar daha güçlü kuyruk rüzgarlarından faydalanarak seyahat süresini kısaltabilirken, dönüş uçuşları daha güçlü karşı rüzgarlarla karşılaşarak seyahat süresini uzatabilir.

Ayrıca kasırgalar, tayfunlar ve şiddetli fırtınalar gibi daha sık ve yoğun hava olayları, iklim değişikliği nedeniyle daha yaygın hale gelmekte. Özellikle bu yaz Atlantik Okyanusu’nun sularının fazlasıyla sıcak olmasının tropik fırtınaların hem sayısında hem de şiddetinde artışa neden olması bekleniyor. Bu tür olaylar, uçuşların gecikmesi, iptal edilmesi ve tehlikeli hava koşullarından kaçınmak için yeniden yönlendirilmesi gibi önemli hava seyahati kesintilerine neden olabilir. Bu tür olayların artan sıklığı, hava seyahatini yolcular için daha öngörülemez ve havayolu şirketleri için de daha az verimli hale getirebilir.

Havalimanları da iklim değişikliğinin etkilerine karşı oldukça savunmasızdır. Deniz seviyesinin yükselmesi ve artan sel baskınları, kıyıdaki havalimanları için büyük riskler oluşturur. Örneğin, New York, San Francisco ve Tokyo gibi birçok büyük havalimanı, alçak rakımlarda ve kıyılara yakın konumlarda yer almaktadır. Bu havalimanları sıklıkla fırtına dalgaları ve sel baskınlarına maruz kalmaktadır. Dubai havalimanında aşırı yağış sonrası görülen sel baskını bu bağlamda yaşadığımız son örnektir. Bu durum, havalimanı operasyonlarında geçici veya kalıcı kesintilere yol açarak uçuş tarifelerini ve yolcu seyahat planlarını etkileyebilir.

Ayrıca, yüksek sıcaklıklar havalimanı altyapısını ve operasyonlarını etkileyebilir. Aşırı sıcaklıklar asfalt yüzeylerini yumuşatabilir ve bu da uçakların güvenli bir şekilde kalkışını ve inişini zorlaştırır. Ek olarak, yüksek sıcaklıklar hava yoğunluğunu azaltır ve bu da uçak performansını etkiler. Uçakların daha az yoğun havada kalkış için daha uzun pistlere ihtiyacı vardır ve bu, kısa pistlere sahip veya sıcak iklimlerde bulunan havalimanları için önemli bir sorun olabilir. Bu durum, uçaklarda yolcu veya kargo sayısını sınırlama gerekliliğine yol açabilir ve maliyetleri artırıp verimliliği azaltabilir.

İklim değişikliğinin hava taşımacılığı üzerindeki toplam etkileri, havayolu şirketleri için operasyonel maliyetlerin artmasına yol açar. Uzayan uçuş süreleri, daha sık ve şiddetli hava olaylarından kaçınma ihtiyacı nedeniyle yakıt tüketimi artacaktır. Türbülans ve aşırı hava koşulları nedeniyle uçakların daha fazla aşınma ve yıpranma yaşamasıdan dolayı bakım maliyetlerinin de artması muhtemeldir. Ayrıca, havalimanları deniz seviyesinin yükselmesi, sel baskınları ve aşırı sıcaklıklara karşı altyapılarını iyileştirmek için yatırım yapmak zorunda kalabilir.

Bunun ötesinde havayolu şirketleri, iklim değişikliğinin artan riskleri nedeniyle daha yüksek sigorta primleri ile de karşı karşıya kalabilir. Bu ek maliyetler genellikle tüketicilere daha yüksek bilet fiyatları şeklinde yansıtılır ve uçuşları daha pahalı hale getirir.

Hava durumu tahminlerinin ve hava trafik yönetiminin iyileştirilmesi, uçuş rotalarının optimize edilmesine ve kesintilerin en aza indirilmesine yardımcı olabilir. Hükümetler, sektör paydaşları ve bilim insanları arasında işbirliği, havacılık sektörünün dirençliliğini ve sürdürülebilirliğini sağlamak için etkili stratejilerin geliştirilmesi ve uygulanması açısından kritik öneme sahiptir.

Sonuç olarak iklim değişikliği, son haftalarda gördüğümüz üzere hava taşımacılığı üzerinde önemli etkiler yaratmakta, türbülansın artmasına, uçuş rotalarının ve sürelerinin değişmesine, havalimanı operasyonlarının kesintiye uğramasına ve operasyonel maliyetlerin artmasına yol açmaktadır. Bu değişikliklerin arkasındaki bilimsel nedenler arasında ısınan havanın yoğunluğunun azalması, değişen jet akımları, daha sık ve şiddetli hava olayları yer almaktadır. Havacılık sektörü, bu zorluklarla başa çıkarken yenilikçi stratejiler benimsemeli ve daha güvenli ve verimli bir hava seyahati sağlamak için küresel düzeyde işbirliği yapmalıdır. Bunun ötesinde havayolu taşımacılığında şimdiye kadar fazla denenmemiş yeni yöntemlerin de gündeme gelmesi beklenebilir.

Bu yazı T24 Internet haber sitesinde yayımlanmıştır.