28 Şubat 2021 Pazar

Sürdürülebilir taşıma ve dahası

"Atmosfere daha az karbondioksit salalım” dediğimizde aklımıza gelen önlemlerden biri arabamızı ya hibrit ya da elektrikli bir araçla değiştirmek oluyor. Oysa sürdürülebilir bir gelecekte arabalara yer yok. Bunun da gayet basit bir sebebi var. Arabalar 19. yüzyılın sonundaki geniş dünya için tasarlanmış makinelerdi. Hem insanlara hem de arabalara yer vardı. Hatta kullanılan atlı arabalarla kıyaslandığında içten yanmalı motor kullanan arabalar çok daha az yer kaplıyordu. Atları barındırmak için de bir ahır tutmaya gerek yoktu. Arabalar bu düşünce ile tasarlandı. Bugün bundan yüz sene önce ile kıyaslandığında çok daha farklı bir dünyada yaşıyoruz, ama hala eski alışkanlığımız olan arabaya sıkı sıkı sarılıp onu bir statü sembolü olarak görmekten vazgeçemiyoruz. Oysa ki araba kullanımı artık çoğumuz açısından bakıldığında ciddi bir külfet yaratıyor, eğer yaşam usüllerimizi hızlıca değiştirmezsek gelecekte de bu problemler artarak devam edecek.

Öncelikle arabamız tüm zamanın %92’sini park halinde geçiriyor. Yani öyle bir makineye öyle büyük bir para harcıyoruz, ama bu makine bize günün sadece %8’inde hizmet ediyor. İçinde olduğumuz zamanın %5’i hareket halinde, %2’si park yeri ararken ve park ederken, %1’i de trafik sıkışıklığında geçiyor. Bu sayılar Avrupa Birliği’nin ortalamaları. Eminim İstanbul gibi büyük şehirlerde özellikle trafik sıkışıklığı hareket halinde olduğumuz süreye daha yakındır, hatta daha fazla bile olabilir. Peki gerçekten istediğimiz bir otomobile sahip olmak mı yoksa rahatlıkla bir yerden bir yere gidebilmek mi? Büyük şehirlerdeki vaktinin önemli bir kısmı trafik tıkanıklığının içinde otururken geçenler için bu sorunun cevabının “bir yere gidebilmek” olacağını düşünüyorum.

İkinci büyük problemimiz arabaların ağırlığından ve motor teknolojisinin yanlışlığından kaynaklanıyor. Trafikte kullandığımız içten yanmalı motorlar yanan benzinin verdiği enerjinin ortalama %20’den azını hareket enerjisine çevirebilirler. Bu termodinamiğin temel yasalarının bir sonucudur. Yani “daha iyi bir motor yapsak daha verimli çalışır” diye bir düşünce olamaz çünkü burada bize sınırı doğa koyuyor. Arabaları ortalama 1.5 kişi kullanıyor. Bu da her araç yaklaşık 100 kiloluk insan yükü taşımasına rağmen kendi yükü yaklaşık 1200 kilo olur anlamına geliyor. En uygun şartlarda, en verimli çalışan araçlar bile enerjinin %84’ünü ısı olarak çevreye yayıyorlar, yaklaşık %14.5’luk kısmını kendilerini bir yerden bir yere götürmeye harcıyorlar ve sadece %1.5’unu bizi taşımak için kullanıyorlar. Öyle bir sistem tasarlamışız ki zamanının %92’sini boş durarak geçiriyor, çalıştığında da ona verdiğimiz enerjinin sadece %1.5’unu bizim istediğimiz şeyi yapmaya harcıyor ve gerisi tamamen boşa gidiyor.

Hibrit araçlarda bu verim çok daha yüksek. Araca verdiğimiz enerjinin %3’lük kısmı bizi taşımaya kullanılıyor. Hatta elektrikli araçlar çok daha iyi. En yeni motorlarla bizi taşıma bağlamındaki verim %5 civarına bile çıkabiliyor. Ama başımızda hala %92 boş duran bir araç var, üstelik elektrikli olduğunu, kullandığı elektriği de güneşten sağladığını kabul etsek bile ürettiğimiz enerjinin en iyi ihtimalle %5’i bizi taşımaya kullanılıyor. Günümüzün en modern teknolojisini bile kullanacak olsak, bu tamamen yanlış bir tasarım. Sürdürülebilir bir dünyada yaşamak istiyorsak bu tür yanlış tasarımları sistemimizden çıkartmamız gerekiyor artık. 

Ancak çoğunuzun “ama ben şurada oturuyorum ve buraya gidebilmek için mutlaka arabaya ihtiyacım var” diyeceğinizi biliyorum. Haklısınız. Özellikle İstanbul gibi büyük bir megapolde yaşayan kişiler bu yaşamı sürdürebilmek için arabaya ihtiyaç duyabiliyorlar. Yalnız burada biraz düşünmemiz gerekiyor. İstanbul doğru bir şehir mi? Bu sorunun cevabının fazla düşünme gerektirmeyeceğine eminim. Her ne kadar dünyanın en güzel şehirlerinden biri olsa da İstanbul yaşamak için yanlış bir yer. Yakın gelecekte karşımıza çıkacak olan depremden, her daim tepemizde Demokles’in kılıcı gibi sallanmakta olan susuzluk tehdidinden, trafik sıkışıklığından ve daha birçok sorundan söz edebiliriz. Böylesi bir sorun yumağının içinde yaşamayı biz tercih ediyoruz ve bu akıllıca bir tercih değil. Ha, bir de İzmir ya da Ankara’nın durumu da çok daha farklı değil. Diğer büyük şehirler de önceden büyüyen şehirlerin yanlış izinden devam ediyorlar.



Öyleyse çözüm ne? Hoşumuza gitmese de büyük şehirleri bırakmamız ve kendimize yeni şehirler inşa etmemiz gerekiyor, büyük şehirlerin hatalarını barındırmayan. Mesela ilk depremde binalarının en az %20’si yıkılmayacak bir şehir olmalı bu. Sonra evden çıktığımızda yürüyerek 5 dakika içinde rahat kullanılacak bir toplu taşımaya ulaşabileceğimiz bir şehir olmalı. Yaşadığımız yer ve çalıştığımız yer diye iki ayrı bölgenin olmadığı bir şehir olmalı ve işe, okula, alışverişe, sinemaya, hastaneye ve aklınıza başka neresi geliyorsa oraya, yürüyerek gidebilmeliyiz.

Kısacası, çözümler sadece benzinli araba yerine elektrikli araba kullanıp hayatımızın geri kalanını olduğu gibi bırakmak kadar kolay değil. Eğer sürdürülebilir bir hayat yaşamak istiyorsak modern yaşamın bize dikte ettiği bu sistemi bir kenara bırakarak yeni bir sistem kurmak zorundayız. Bu sistemi oluşturmak başlangıçta zor görünebilir ama hem kendimize hem de doğaya vakit ayırmanın yaşam açısından daha doyurucu olduğunu hepimiz görebiliriz.  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder