Biz “tebdil-i mekânda ferahlık vardır” diyen kişileriz, yani yer değiştirmenin insanları ferahlattığını düşünüyoruz. Bu, kültürümüzün temeline işlemiş bir kavram. “Değişiklik iyidir” diye düşünüyoruz. Başka toplumlar için ise değişiklik bizim için olduğu kadar arzulanan bir kavram olmayabilir. Mesela Çinliler birine beddua etmek istediklerinde “ilginç (değişik) zamanlarda yaşayasın” diyorlar. Değişikliğin olmaması yerleşik toplumlar için gerekli olabiliyor.
İnsanlık bundan 60 bin yıl önce son buzul çağının ortasında hayatta kalmak için çabalarken patlayan bir yanardağ çok kötü sonuçlara neden olmuştu. Aniden soğuyan havadan dolayı insanların büyük çoğunluğu ölmüş ve sağ kalan insan sayısı bin kişinin altına düşmüştü. 18 bin sene önce son buzul çağı sona erdiğinde dünyada binlerce insan yaşıyordu. Yalnız o tarihten 20. yüzyılın başına dek dünyadaki ortalama sıcaklıklar bir dereceden fazla değişmedi. Sıcaklıkların bu derece sabit kalması ondan önceki yüz bin sene boyunca görülmüş bir olay değildi. Sıcaklıkların bu kadar sabit kalması ise insanların sayısının binlerden milyarlara çıkmasının en başta gelen nedenlerinden biri oldu.
Hava ve sudan sonra insanın en önemli ihtiyacı besindir. Besin kaynaklarının sürdürülebilir olması için de iklim değişkenliğinin fazla olmaması gerekir. Yani, tarlayı mart ayında sürüp nisan ayında tohumu ve mayıs ayında gübreyi atarak haziran ayındaki az yağışın ardından ağustos ayında hasat yaparak bir sonraki senenin besinini alacağımızı bildiğimiz müddetçe üremeye ve gelişmeye devam ederiz. Ayrıca elde etmeyi umduğumuz besin, ihtiyacımızdan fazla olmalı ki sadece karnımızı doyurmak değil diğer ihtiyaçlarımızı gidermek için de üretim fazlamız olsun. İnsanlığın gelişmesindeki ana unsur bu tahmin yeteneğimizi 18 bin senedir değişmeyen iklim şartlarında kullanıyor olmamızdır.
Peki iklim koşullarının kısa sürelerde fazla değişmemesini sağlayan nedir? Güneş’ten Dünya’ya gelen enerji miktarı ile Dünya’dan uzaya yayılan enerji miktarı eşit olursa Dünya’nın iklimi değişmeden kalabilir. Bu enerji miktarları farklı olursa iklim de sürekli değişir ve biz tahmin yeteneğimizi kaybetmeye başlarız. Bugün Güneş’ten gelen enerji ile Dünya’dan çıkan enerji arasında ciddi sayılabilecek bir fark vardır ve bu fark iklimin değişmesine neden olmaktadır. Yalnız bu fark her geçen gün artmakta olduğundan iklim değişikliği de bununla birlikte artmaktadır. İnsanlık ve doğa açısından önemli olan bu değişiklik ve bu değişikliğin meydana gelme hızıdır. Gezegenimizin geçmişinde karbondioksidin ve sıcaklıkların bundan çok daha fazla olduğu dönemler vardı ve bu dönemlerde canlılar mutlu bir biçimde yaşamlarını sürdürdüler. Hatta yaşamın o dönemlerde bugünkünden daha fazla organik madde üretme yetisine sahip olduğunu söyleyebiliriz. Ama ne zaman iklim hızla değişmeye başlarsa yaşam da bundan kötü biçimde etkilenir. Dinozorları öldüren gök taşı çarptığında canlıların tümü oluşan çarpma etkisinden ölmediler. Sonrasında oluşan ani sıcaklık değişimi canlıların yaşam şartlarını hızla değiştirdiğinden bu değişikliğe ayak uyduramayan türler yok oldular. Bugün de yaşamakta olduğumuz sorun budur. İklim sadece değişmiyor, çok yüksek bir hızla değişiyor. Bundan dolayı da canlılar bu değişime ayak uydurmakta zorlanıyorlar.
Buradan görebileceğimiz gibi uzun vadede önemli olan karbondioksidin atmosferdeki oranı değil bu oranın ne derece hızlı değiştiğidir. “Uzun vadede” tanımıyla anlatılmak istenen ise yüzlerce yıllık bir süredir. Sanayi Devrimi öncesi 280 ppm olan karbondioksit oranı 450 ppm’e çıkıp orada sabit kalacak olsa mutlaka ciddi sorunlarımız olur, ama doğa atmosferdeki karbondioksit oranına alışarak kendisine yeni bir denge noktası bulur. Bu denge noktasındaki yaşam bugünkünden kesinlikle çok farklı olur, ama yaşam o denge noktasında da varlığını sürdürür. Yalnız insanlığın problemi artık hataya imkan bırakmayacak kadar dar sınırlar içerisinde yaşamasıdır.
İstanbul gibi büyük şehirlerde yaşayanlarımızın sıkça duyduğu bir laf vardır: “Bir yağmur yağdı, trafik gene alt üst oldu.” Bunun nedeni İstanbul’un fazla kalabalık olmasından dolayı trafiğin her şey mükemmel olduğunda ancak akabilmesidir. En ufak bir değişiklik ya da artış bu trafiği çoğu yerde durdurmaya yetebilir. Doğadaki problemimiz de budur. Eskiden tarlalarımızı nadasa bırakırdık, ancak artan nüfusu doyurmak için artık bırakın nadasa bırakmayı, senede birkaç defa ürün almanın peşinde koşmak zorunda kalıyoruz. Bundan dolayı da karbondioksit oranı 280 ppm seviyesinde olduğunda senede iki defa ürün alınabilen bir tarla bu oran 450 ppm seviyesine çıktığında senede sadece bir defa ürün alınabilir bir duruma gelebilir. Bu değişiklik bizim ancak yarı sayıda insanı besleyebileceğimiz anlamına da gelebilir. Mesela bu yeni denge noktasında dünya nüfusu 8 milyar değil de ancak 4 milyar olabilir. Ancak artış sadece 450 ppm’ye ulaşıp orada duracak olsa, büyük değişiklikler yaşasak da uzun vadede bu değişikliklere ayak uydurmayı başarabiliriz. O hayatta bugün alışık olduğumuz çoğu canlı türü var olmaz. O denge noktasına ulaşana kadar çok insan acı çeker ve çok kişiyi kaybederiz ama eninde sonunda bir dengeye varırız. Bu denge noktasına da türlü acılarla geleceğimiz için umarım o noktanın kıymetini bilir ve bir daha dengeyi bozmayız.
Yukarıda 450 ppm ile ilgili hayali bir senaryo ürettim. Gerçek bundan çok daha kötü de olabilir ama daha iyi olacağını sanmıyorum. Bugün için doğa kendisini binlerce, hatta milyon yıldır 180 ppm ile 280 ppm arasında yaşamaya ayarlamıştır. Bu sınırların az dışına taşıldığında da fazla sorun yaşanmaması muhtemeldir. Ancak bilim insanları 350 ppm gibi bir sınırın kalıcı şekilde aşılması durumunda yaşamın bildiğimiz ve alıştığımız şekilde devam edemeyeceğini söylüyorlar. Yani, 450 ppm kabul edebileceğimiz bir denge noktası değil. Bugün 415 ppm seviyesini geçmiş durumdayız ve oran her sene 2-3 ppm artıyor. Bu da karşımızdaki esas sorunu yaratıyor.
180 ppm olsun 280 ppm olsun denge noktaları iyidir. Denge noktalarında yaşam kendisini şartlara uydurabilir. Yaşam için tehlikeli olan ani değişikliklerdir. Atmosferdeki karbondioksit oranı her sene 2-3 ppm değiştiğinde sadece insanlar değil bu gezegendeki yaşamın tümü kendisini bu değişime uyduramaz. Dinozorların soyunu tüketen gök taşı çarptığında canlıların bir anda ölmediğini söylemiştim. Çarpışma sona erdikten sonra çevrede oluşan değişimin hızı neredeyse bugün içinde yaşamakta olduğumuz değişimin hızına eşitti. O değişimin sonucunu biliyoruz ve aşağıda da konuşmaya devam edeceğiz, ama önemli olan bugün içinde yaşamakta olduğumuz değişim de o dönemde yaşanan değişimden daha az zararlı değildir. Bu zararı yaratan da değişimin büyüklüğü kadar hızıdır. Eğer biz son 18 bin senedir toprağın altındaki kömür, petrol ve doğal gazı çıkartıp yavaş yavaş yaksaydık belki bugün atmosferdeki karbondioksit oranı daha da yüksek olurdu ama bu noktaya hızlı varılmamış olduğundan doğanın sistemlerinin uyum sağlama şansı olurdu. Bugün başımızdaki belanın artık kriz halini almış olmasının ardındaki en önemli sebep de budur. Bugün bir iklim krizi içerisinde yaşıyoruz ve bu krizin nedeni bizim doymak bilmeyen tüketim iştahımız.
Peki bu duruma ne diyeceğiz? Küresel Isınma mı? Küresel İklim Değişikliği mi? İklim Krizi mi? Varoluşsal Kriz mi? Aslında durumun ne derece ciddi olduğunu anladığınız ve anlatabildiğiniz sürece hangi kelimeleri kullandığınızın fazla bir önemi yok. Sonuç olarak bizim yaktığımız ve yakmaya da devam ettiğimiz kömür, petrol ve doğal gazdan dolayı dünyanın atmosferi ısınıyor. Bu ısınma iklimin değişmesine yol açıyor. Bu değişim öylesine hızlı gerçekleşiyor ki artık bu problem bir kriz halini aldı. Eğer bu konuda adım atmayacak ve problemi tersine çevirmeyecek olursak bu sadece kutup ayılarının değil gezegendeki tüm canlı türlerinin yok olmasına neden olabilir. Sonunda gezegende kendi başımıza kalamayacağımıza göre bu insanlık için de varoluşsal bir kriz halini alıyor. Ne yaparsak yapalım, diğer tüm problemlerin yanında kömür, petrol ve doğal gaz yakmayı acilen bırakıp doğanın ve atmosferin kendisini tedavi etmesine yardımcı olmak zorundayız, yoksa bu kriz her geçen gün büyüyecek ve bir gün, çok uzakta olmayan bir gün, kontrolden çıkacak. Bugün hala geç değil, hala yapılabilecek çok şey, atılabilecek çok adım var, ama zamanımız her geçen gün azalıyor. Gelecekte bir gün adım atmaya karar verirsek de almamız gereken önlemler çok daha can acıtıcı olacak. O nedenle bu krizi durdurmak için acilen harekete geçmek zorundayız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder