1962’de Rachel Carson Silent Spring (Sessiz Bahar) kitabını yayımladığında belki de insanlığın gelişmesinin doğanın kaynaklarının sınırlarına kadar dayandığını ilk kez gözlerimizin önüne sermişti. Özellikle tarımda kullanılan aşırı gübre ve tarım ilaçlarının doğadaki canlılara verdiği zararları gören kişiler büyümenin sürdürülebilirliği konusuna kafa yormayı hızlandırdılar. Sanırım 1972’de Club of Rome; Dennis ve Donella Meadows, Jorgen Randers ve William Behrens’den daha ne kadar büyüyebileceğimizi ele alan bir rapor istediğinde, ortaya çıkan Limits to Growth’un (Büyümenin Sınırları) aradan geçen bunca yıl sonra bile kıymetini koruyacağını tahmin edemezdi. Ama bu rapor sayesinde büyüme ve gelişme konusuna kafa yoran tüm bilim, iş ve düşünce insanları sınırları belli bir gezegende sınırsız büyümenin mümkün olamayacağının farkına varmışlardı.
Büyümenin Sınırları, şu andaki durumumuzdan başlayarak Dünya kaynaklarını en fazla ne kadar tüketebileceğimiz üzerine bir yaklaşım kurgulamıştı. Bu kurgunun içerisine her zaman yeni gelişebilecek teknolojileri ve malzemeleri koyabileceğimiz için oluşan resim insanlık açısından umutsuz bir gelecek çizmiyordu. Bundan dolayı da sürdürülebilirlik kavramına fazla kafa yormadan büyümeye devam ettik. Yalnız büyümemizin önünde bir sınır göremiyor olsak da üzerinde yaşadığımız gezegen karşımıza doğal sınırlarını koymakta gecikmedi.
Gezegenin karşımıza çıkarttığı ve gerçekten önemli bir tehlike olarak algıladığımız ilk sınır ozon tabakasındaki incelmeydi. Eğer kloroflorokarbon denen kimyasal gazları kullanmaya 1987 Montreal Protokolü ile veda etmemiş olsaydık bugün dünyada çok daha fazla insan sağlık sorunları ile uğraşmak zorunda kalacaktı. Montreal Protokolü gezegenimizin de sınırları olduğunu ilk defa algılamamızı sağladı.
2000’lerin başında bir grup bilim insanı gezegenimizin başka hangi sınırları olabileceğini ortaya koymaya çalıştılar. Johan Rockstrom ve arkadaşlarının 2009’da yayınlanan makalesi hala kısmen tartışılsa da çoğu uluslararası anlaşmanın temel felsefesini oluşturmayı başardı.
Bu çalışma sürdürülebilir gelişme kavramına Büyümenin Sınırları yaklaşımının tam tersi bir bakıştan ulaşmaya çalışıyor. Biz ne kadar büyümeye çalışırsak çalışalım, büyümek için kullanacağımız ham maddelerden bağımsız olarak gezegenin önümüze koyduğu sınırlar var ve eğer sürdürülebilir gelişme istiyorsak o sınırların içerisinde kalmaya gayret etmek zorundayız. Ayrıca daha önceki çalışmalardan farklı olarak bu sınırları sadece kavramsal olarak değil değersel olarak da belirliyorlar.
Gezegenimizin sınırlarının başında iklim değişikliği geliyor. Atmosferdeki karbondioksit oranı 350 ppm seviyesini aşacak olursa gelişmemize sürdürülebilir bir biçimde devam etmemiz mümkün görünmemektedir. Bir diğer önemli sınır da biyoçeşitliliğin kaybı. Kutup ayılarındansa arıların kaybı bizim için çok daha büyük önem taşıyor. Dünyadaki biyoçeşitliliği bu hızda kaybetmeye devam edecek olursak insanlığın devamını sağlayacak besinleri üretmekte de zorlanacağımız kesindir.
Okyanuslarda yaşayan planktonlar dünyadaki canlı kütlesinin yarısını oluşturuyor ve denizlerdeki yaşamın ilk basamağı. Bu basamak olmazsa bunlarla beslenen diğer balıklar da olmaz. Bu planktonların yaşaması ise denizlerin ne kadar asitli olduğuna bağlı. Atmosferdeki karbondioksit miktarı arttıkça denizlerin asitliliğinin de artması gezegenimizin sınırlarından bir diğeri.
Karşımıza çıkan ilk sınır olan ozon tabakasındaki incelme artmaya devam etmese de gözden kaçırmamamız gereken bir sınır. Ayrıca atmosferde artmakta olan toz ve aerosoller de çoğu sanayi bölgesinde yaşamı güçleştiriyor.
Tarım, yaşamımızı sürdürmemiz için son derece önemli bir çaba ve bu çabanın başarıya ulaşması suyun varlığına bağlı. Ancak artan nüfusla birlikte kişi başına düşen temiz su da azalıyor. Yakın gelecekte temiz su kaynaklarındaki bu azalma önemli bir sınır olarak karşımıza çıkacak.Tarım yapmak için artırmaya çalıştığımız alanlar da gezegenin en önemli sınırlarından bir diğerini oluşturuyor, çünkü artık hem daha az verimli alanlara doğru yayılıyoruz, hem de bazen çok daha gerekli olan orman alanlarını kaybediyoruz. Ayrıca tarım yapabilmek için kullandığımız gübrenin içeriğindeki azot ve fosfor tatlı ve tuzlu su kaynaklarında geri dönülemez bir hasar yaratıyor. Son olarak da gerek tarımsal kaynaklarda kullanılan zararlı ilaçları, gerekse de türlü fabrikanın atıklarından doğaya karışan ve tam olarak etkilerini bilemediğimiz maddeler dünyada yaşamın devamını ciddi anlamda zorlaştırıyor.
Kısacası, eğer sürdürülebilir bir yaşam istiyorsak bu dengelerin sadece birini değil tümünü gözetmek zorundayız. Bu sınırlardan bir tanesinin aşılması bile geri dönülemez hasarlara neden olabilir.
İklim değişikliği uluslararası arenada bu sınırlar arasında en fazla ilgi gören konu. 2015 yılında kabul edilen Paris Anlaşması iklim değişikliğine çözüm bulma amacı taşıyor. Bu anlaşmaya göre tüm devletler ellerinden geldiğince önlem almaya çalışacaklar. Ancak özellikle gelişmiş ülkelerin bu yöndeki taahhütleri atmosfere salınan karbondioksidi azaltmanın yanında atmosferden karbon yakalama teknolojilerine dayanıyor. Şimdi size yakalanan bu karbonun ne yapılacağı konusundaki problemlere hiç değinmeden (ki asıl problem orada) bu yakalama teknolojilerinin gezegenin diğer sınırlarını nasıl etkileyeceğinden bahsedeceğim.
Bu teknolojilerin en fazla sözü edileni biyo-enerji kaynaklı karbon yakalama ve saklama yöntemi. Yani elektrik santrallerinde yakıt olarak tarlalardan yetiştirdiğimiz organik maddeyi kullanacağız. Bu organik madde havadan karbondioksit emerek büyüyecek. Santralde bunu yakacağız, çıkan karbondioksidi de yakalayıp saklayacağız. Eğer becerebilirsek bu teknoloji hem karbondioksit azaltmaya, hem de enerji üretmeye yarayacak. Bu tür teknolojilere Negatif Salım (Negative Emission) teknolojileri adı veriliyor. Nature Climate Change dergisinde yayınlanan bir çalışma (Heck ve ark. Şubat 2018) bu teknolojiye bir de gezegenin diğer sınırları açısından bakıyor:
Öncelikle şunu bilmemizde fayda var: Atmosfere yılda ortalama 40 milyar ton karbondioksit salıyoruz. Negatif salım teknolojilerinin faydası bu sayıyı ne kadar azalttıkları ile orantılı olmalı. Heck ve arkadaşlarının çalışmasında eğer tüm gezegensel sınırların korunmasına dikkat edecek olursak bu yolla yılda ancak 0.11 milyar ton CO2 emebileceğiz. Hiç yoktan iyidir denebilir, ancak 40 milyar tonla kıyaslandığında 0.11 milyar ton gelecekle ilgili planlarımızı üzerine bina edebileceğimiz bir miktar değildir.
Çeşitli gezegensel sınırları zorlamayı veya geçmeyi göze alacak olursak yılda 6.3 milyar ton CO2 bu yöntemle emilebilir. Bunu başarabilmek için üç ana sınırı aşmamız gerekiyor. Tarımsal gıda üretimini tehlikeye sokmadan biyo-enerji üretebilmek için şu anda tarıma uygun olmayan arazilerde bitki yetiştirebilmeliyiz; ki bu da orman alanlarının ve meraların zarar görmesi anlamına geliyor. Şimdiye kadar tarım yapılmamış alanların varlığının başlıca sebebi burada tarımın verimli olmamasıdır. Verimi artıracak gübre kullanımı da azot ve fosfor tüketimini son derece yükseltecektir. Son olarak bu alanların çoğunda sulama yapılması gerektiğinden zaten kıt bir kaynak olan tatlı suyu bu amaçla kullanarak bir gezegensel sınırı daha ihlal etmiş oluruz.
Kısacası, Paris Anlaşması bir takım hayali azaltım mekanizmalarına fazlasıyla bel bağlıyor. Bu hayali yöntemlerdense daha akılcı olan enerji ihtiyacımızı yenilenebilir kaynaklardan sağlamaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder