İklim değişikliği hızlandıkça Türkiye, kasırga ya da hortum gibi felaketlerden ziyade, aynı derecede yıkıcı üç temel tehditle daha sık karşı karşıya kalıyor: sıcak hava dalgaları, ani seller ve kuraklık. Bu iklimsel aşırılıklar artık nadir görülen olaylar değil; toplumların, altyapının ve kurumların dayanıklılığını test eden düzenli krizler hâline geldi. Bu felaketlerle mücadele, yalnızca merkezi acil müdahale hizmetlerine dayalı, felaketin ardından tepkisel bir yaklaşımla sürdürülemez. Bunun yerine, toplum temelli, önleyici ve dayanışmaya dayalı bir yaklaşım benimsenmeli—bireylerin, felaket haline dönüşmeden önce iklim kaynaklı acil durumlara birlikte müdahale edebilecekleri toplumsal destek ağları oluşturulmalıdır.
Son yıllarda yaşanan olaylar, Türkiye’nin iklim kaynaklı felaketlere karşı kırılganlığının giderek arttığını açıkça ortaya koyuyor. Haziran 2025’te, 20’den fazla ilde sıcaklık 40°C’yi aştı ve sıcak hava dalgaları; özellikle yaşlılar, bebekler, kronik hastalar ve açık alanda çalışanlar üzerinde ciddi etkiler yarattı. Şehirler, kentsel ısı adası etkisi nedeniyle kırsal alanlara kıyasla birkaç derece daha sıcak hâle gelerek sorunu daha da derinleştirdi.
Ani seller; kısa ama şiddetli yağışlarla birlikte, çoğu zaman hazırlıksız yakalanılan bölgelerde meydana geliyor. Artvin’den Muğla’ya kadar birçok şehirde altyapı yetersiz kalıyor; evler zarar görüyor, yollar çöküyor ve ne yazık ki can kayıpları yaşanıyor. 2021 yılında Batı Karadeniz’de yaşanan seller, onlarca insanın hayatını kaybetmesine ve müdahale sistemlerindeki boşlukların ortaya çıkmasına neden oldu.Kuraklık ise daha sinsi ama en az diğerleri kadar tehlikeli. İç Anadolu ve Güneydoğu Anadolu gibi bölgelerde azalan yağışlar ve artan buharlaşma oranları, tarımı tehdit ediyor ve su kaynakları üzerindeki baskıyı artırıyor. Bu eğilim, yalnızca çiftçileri değil, şehirlerdeki su güvenliğini de riske sokuyor.
Tüm bu örnekler, iklim felaketlerinin yalnızca hava olaylarından ibaret olmadığını, aslında sistemik kırılganlıkların bir sonucu olduğunu gösteriyor. Altyapı, yönetişim ve toplumsal farkındalık, iklim değişikliğinin hızına ayak uyduramıyor. Teknolojik çözümler ve kurumsal reformlar elbette gereklidir, ancak tek başına yeterli değildir. Bu nedenle Türkiye’nin, toplum temelli bir güvenlik ağı oluşturarak iklim krizine karşı direncini artırması gerekiyor.
Türkiye’de felaket yönetimi genellikle devlet ya da yerel yönetimler odaklı, tepkisel müdahalelere dayanıyor. AFAD ve yerel belediyeler, acil durumlara müdahale eden kilit aktörler. Ancak aynı anda birden fazla olay yaşandığında ya da olaylar geniş alanlara yayıldığında bu kurumlar çoğu zaman kapasite sınırlarına ulaşıyor. Ayrıca bu model, genellikle felaket yaşandıktan sonra devreye giriyor. Kritik saatler, yani felaketin oluşmadan önceki dönemi, çoğunlukla değerlendirilmeden geçip gidiyor.
Bu noktada toplum temelli afet yönetimi öne çıkıyor. Bu yaklaşım, yerel halkı eğiterek, güçlendirerek ve organize ederek, felaketlere dışarıdan yardım gelmeden önce müdahale edebilecek hâle getirmeyi amaçlıyor. Toplumsal destek ağları, sıcak hava dalgalarında yaşlıları kontrol etmek, sel öncesi su giderlerini temizlemek veya kuraklık zamanlarında su tasarrufu bilinci oluşturmak gibi önleyici eylemler gerçekleştirebilir. Bu ağlar, resmi kurumların alternatifi değil, tamamlayıcısıdır. Resmi kurumların karşısında değil yanında yer alır.
Toplumsal destek ağı, belirli bir mahalle veya topluluk içinde örgütlenen, iklim felaketleri öncesinde ve sırasında komşularına yardım edebilecek bilgi ve kapasiteye sahip bireylerin oluşturduğu esnek ve gönüllü bir yapıdır. Bu yapılar, WhatsApp grupları, cami gönüllüleri, gençlik ekipleri ya da mahalle dernekleri biçiminde örgütlenebilir. Hepsinin ortak özelliği, resmi uyarılarla bireysel davranışlar arasındaki boşluğu doldurmalarıdır.
Etkili destek ağlarının bazı temel özellikleri şunlardır:
Yerel bilgi: Kim nerede oturuyor, kim klima kullanamıyor, hangi sokaklarda su taşkını oluyor? Bu tür bilgiler genellikle merkezi otoritelerde bulunmaz. Olsa da günümüzde KVKK gibi engellere takılabilir.
Güven: İnsanlar, tanıdıkları bir komşunun kapısını açma konusunda çok daha isteklidir.
Hız: Resmi kurumlar harekete geçmeden önce, destek ağı üyeleri anında müdahale edebilir.
Kültürel uyum: Türkiye’de mahalle dayanışması, cemaat yapıları ve akrabalık bağları hâlen güçlüdür. Bu sosyal dokular üzerine inşa edilen sistemler daha kalıcı olur.
Bu ağların işlevsel olabilmesi için resmî tanınırlık, eğitim ve süreklilik gereklidir. Belediyeler, sivil toplum kuruluşları ve üniversiteler, bu ağlara iklim okuryazarlığı, ilk yardım eğitimi ve senaryo tatbikatları gibi araçlar sunabilir ve sunmalıdır. Ancak en başta gelen devletin acil müdahale gereken durumlar için bu toplulukları kendi destek yapısı olarak kurgulamasıdır.
2021 yılında Batı Karadeniz’deki seller sırasında birçok mahalleli, dışarıdan yardım gelene kadar kendi aralarında kurtarma ve yardım organizasyonları kurdu. 2023 yazındaki sıcak hava dalgasında bazı belediyeler, “serinleme merkezleri” açarak vatandaşlara yardımcı oldu. Bu tür örnekler, toplumun içindeki dayanışma kapasitesinin ne kadar yüksek olduğunu gösteriyor. Ancak bu kapasite, kurumsallaşmadığı sürece sürdürülebilir olmuyor.
Türkiye iklim değişikliğine karşı dirençli bir gelecek inşa etmek istiyorsa, yalnızca altyapıya ve teknolojiye değil, aynı zamanda toplumsal dayanışmaya da yatırım yapmalıdır. Toplumsal destek ağları, yalnızca bir afet yönetim aracı değil, aynı zamanda güven, empati ve kolektif bilincin bir göstergesidir.
Felaketlerin daha sık ve daha şiddetli olacağı bir döneme girerken, “Komşu komşunun külüne muhtaçtır.” atasözü, hiç olmadığı kadar anlamlı hâle geliyor. Bu nedenle, iklim krizine karşı verilecek en güçlü yanıt, birlikte hareket etmeyi öğrenmekten geçiyor.
Yarın çok geç olabilir. Dayanışmaya bugün başlamalıyız.