18 Aralık 2024 Çarşamba

Dünyanın En Zenginlerinin Sera Gazı Salımları: Adalet Nerede?

Dünya genelinde iklim değişikliğinin etkileri her geçen gün daha da belirgin hale gelirken, bu krizin adaletsiz yüzü de giderek daha çok ortaya çıkıyor. Ekim ayında yayımlanan bir Oxfam raporu, dünyanın en zengin 50 milyarderinin yatırımları, özel jetleri ve yatlarıyla yaklaşık bir buçuk saatte, ortalama bir insanın tüm yaşamı boyunca ürettiği kadar karbon salımı yaptığını ortaya koyuyor. "Karbon Eşitsizliği Öldürüyor" başlıklı bu rapor, zenginlerin aşırı tüketimlerinin ve kirletici yatırımlarının, eşitsizliği, açlığı ve ölümleri nasıl körüklediğini detaylandırıyor.

En zengin kesimlerin bu kadar yüksek karbon ayak izine sahip olmasının temel nedenlerinden biri, lüks yaşam tarzlarıdır. Oxfam'ın raporuna göre, 50 milyarderin her biri ortalamada özel jetleriyle bir yılda 184 uçuş gerçekleştirdi ve toplamda 425 saat uçtu. Bu uçuşlar, normal bir kişinin 300 yılda üreteceği karbon salımına eşdeğer. Aynı dönemde, bu milyarderlerin yatları, sıradan bir vatandaşın 860 yılda üreteceği kadar karbon salımı yaptı.

Bununla birlikte, bu bireylerin yatırımları çok daha büyük bir soruna işaret ediyor. Ortalama bir milyarderin yatırım portföyünden kaynaklanan karbon salımları, özel jetleri ve yatlarından kaynaklanan salımların 340 katı. Bu yatırımların %40'ı petrol, madencilik, çimento ve nakliye gibi yüksek düzeyde kirletici endüstrilere yönelmiş durumda. Bu noktada kısa bir ara verelim ve sayıya tekrar dikkat edelim! Evet, bu milyarderlerin özel uçakları ve yatları var, ama paralarını yatırdıkları sektörlerin, onların yatırımlarından dolayı saldıkları sera gazı miktarı bu milyarderlerin kendi saldıklarının tam 340 katı. Yani asıl sorun bu kişilerin ne yaptıklarından ziyade paralarının ne yaptığında yatıyor.

Artık, iklim değişikliğinin sadece çevresel bir sorun olduğunu düşünmeyi bırakıp karşımızda küresel bir adalet meselesi olduğunu anlamamız gerekiyor. Zenginlerin üretmiş olduğu sera gazı salımlarının bedelini en fazla ödeyenler, genellikle bu krizin ortaya çıkmasında en az payı olan en yoksul kesimlerdir. İklim krizinin yıkıcı etkileri şimdilik, su kıtlığı, tarımsal verimlilikte düşüş ve şiddetli hava olayları şeklinde kendini gösteriyor. Bu etkiler, gelişmekte olan ülkelerde yaşayan milyonlarca insanın hayatını olumsuz etkilerken, zengin ülkeler ve bu ülkelerde yaşayan bireyler genellikle bu etkilerden kaçınabiliyor.

Bu eşitsizliği biraz olsun azaltmak ve iklim sorununa bir çare getirebilmek için yapılması gerekenler var. Öncelikle en zengin %1'in karbon salımlarını sınırlamak için kalıcı gelir ve servet vergileri getirilmelidir. Ne yazık ki kapitalist sistemler bunun tam tersi yönde hareket ediyorlar. Özellikle bu sorunu yaratanların başında gelen ABD, Donald Trump’ı tekrar başa getirerek bu zenginlerden alınan vergileri daha da azaltmayı planlıyor. Buradaki sorunun zenginlerin zenginliği olduğu sanılmasın. O ekonomik açıdan ayrı bir probleme işaret ediyor, ancak iklim açısından tehlikeli olan bu zenginlerin varlıklarını iklimi daha da kötüleştirecek şekilde kullanmaları. Buna karşılık yapılması gereken de bence, bu zenginlerin iklime ve çevreye duyarlı yatırımlarını az, tam tersi yöndeki yatırımlarını da fazla vergilendirerek parayı doğru yöne sevk etmek olmalıdır. Bunun ötesinde özel jetler ve yatlar gibi karbon yoğun lüks tüketim ürünleri de ağır şekilde vergilendirilmelidir ki gereksiz kullanımlar biraz da olsa azaltılabilsin. Bir parantez açarak gereksiz kullanımı da açıklığa kavuşturayım: “Canım sıkıldı, hadi gel havada bir tur atıp gelelim” ya da “hadi akşam yemeğini Paris’te yiyelim” benim açımdan gereksiz kullanımdır.

Bunun ötesinde fosil yakıt yatırımlarına uygulanan servet vergileriyle yılda 100 milyar dolar toplanabilir. Bu kaynak, gelişmekte olan ülkelerin iklim değişikliğini durdurmak için gereksinim duydukları finansal desteğin bir kısmını karşılamak için kullanılabilir. Bunun ötesinde elbette ekonomik uçurumun daraltılmasına yönelik daha da sert önlemler alınabilir fakat o önlemler doğrudan iklim ve çevreyi fazla ilgilendirmediğinden daha radikal düşünceleri saymak istemem. Ancak hepimizin günlük hayatını etkileyecek çok basit bir uygulama önerebilirim. Atmosfere salınan her ton sera gazına yaklaşık 4000₺ bedel biçelim. Bu ortalama bir arabanın bir depo benzini için yaklaşık 500₺ daha fazla ödemek gerekeceği anlamına gelir. Bu bedeli sera gazı salınan her yerden toplayalım. İsterseniz bunun adına karbon vergisi diyebilirsiniz şimdilik. Sonra da her ay tüm ülkeden toplanan tüm bedeli tüm vatandaşlara eşit olarak dağıtalım. Böylece evden işe metrobüsle gidip gelen asgari ücretli ciddi bir kazanç sağlar ama özel jeti ile senede 184 uçuş gerçekleştiren biri de önemli bir para harcamış olur. Bu, o uçuşları yapan zenginin hayat tarzını çok fazla değiştirir mi? Sanmıyorum. Ama metrobüsle gidebileceği bir yere özel arabasıyla giden önemli bir grubun tercihlerinde rol oynayabileceğine eminim. Böylesi bir çözüm ülkemizde uygulanabilir mi? Hiç sanmıyorum, ama keşke uygulansa. 

Sonuç olarak, dünyanın en zengin bireylerinin ve şirketlerinin iklim değişikliğini körükleyen sera gazı salımlarının önemli bölümünden sorumlu olması, küresel adalet kavramına büyük bir darbe vuruyor. Oxfam'ın raporu, bu sorunun ne kadar derin ve öldürücü olduğunu bir kez daha bizlere hatırlatıyor. Bu adaletsizliğin giderilmesi için hem bireysel hem de toplumsal düzeyde daha büyük bir farkındalık ve eylem gereklidir. Zenginlerin sorumluluğunu kabul etmesi ve gerekli adımları atmasını elbette beklemiyorum ama bu sorumluluğun resmi yollarla kabul ettirilmesi iklim kriziyle başa çıkma yolunda daha umut verici bir geleceğe kapı açılabilir.


Para COP'u

Geçen sene COP28’in sonundan bu sene COP29’da neler olacağı aslında açıkça görülüyordu. Şaşırdık mı? Aslında ben şaşırdım. Bu kadar da kötü olmasını beklemiyordum. İlk defa bir Taraflar Konferansı’nın tamamında orada bulundum ve geçirdiğim iki haftaya pişman mıyım? Sanırım. O iki haftayı iklim konusunda çok daha faydalı şeyler yaparak harcayabilirdim. 

Mutlaka toplantıya katılanlar politikayı geniş biçimde anlatacaklardır. O nedenle ben biraz Bakü’yü anlatayım sizlere. Sürdürülebilir Gelecek Platformu olarak son bir seneyi bu toplantıya hem Türkiye hem de Azerbaycan’da hazırlanarak geçirdik. Bakü ilginç bir şehir. Çok güzel yerleri var ve bunları kolaylıkla görebiliyorsunuz ama çok kirli yerleri de var ve buraları kesinlikle göremiyorsunuz çünkü tüm çirkinliklerin çevresi perdelerle kapatılmış durumda, yani herkes kafasını kuma gömüyor. Toplantının yapılacağı Olimpiyat Stadı’nda Temmuz ayına kadar çok ciddi bir çalışma yoktu. Temmuz ayında “nasıl yetiştirecekler” diye düşünürken Eylül ayında binaların yükseldiğini, Kasım ayında gittiğimizde de hazır olduklarını gördük. Sharm el-Sheikh ile kıyaslandığında altyapısı daha sağlam bir toplantıydı. Dubai ile kıyaslandığında nispeten daha derli topluydu. Geçen sene Dubai’de günde ortalama 20000 adım atarken bu sene 12000-13000 civarı yeterli oldu. Ayrıca mekanın önemli bir kısmı da kapalı alan olduğundan hava sıcaklığı fazla tesir etmedi.

Bakü aylardır bu toplantıya hazırlanmıştı. Hatta ilk günlerde neredeyse tüm yolları kapatmış olduklarından toplantıya gidebilmenin tek makul yolu servis otobüsleriyle ulaşımdı. Servis otobüsleri de kalabalık olmalarına rağmen iyi çalıştı. İki hafta boyunca Bakü’de tüm okullar tatildi, işyerlerinin çoğu da uzaktan çalışıyordu. Okulların tatil olmasının faydası, üniversite öğrencilerinden bir ordu oluşturup şehre dağıtmışlardı ve çoğu köşede “Yardım ister misiniz?” diyen gençler vardı. Kısacası, lojistik olarak ellerinden gelenin en iyisini yapmışlardı.

Ancak, bu toplantı bir fuar değildir. Bu toplantıyı sahiplenen ülke aynı zamanda iki senelik bir süre için uluslararası ortamda iklim değişikliği görüşmelerinin de bayrağını taşımak zorundadır. Azerbaycan bu noktada oldukça başarısız oldu. Büyük ve iyi organize edilmiş bir fuarı başarıyla tamamladılar ama son yıllardaki en başarısız Taraflar Konferansı’na da ev sahipliği yaptılar. Çünkü bu konferans bağlamında kendilerinden politik olarak ne beklendiğinin farkında olmadılar, olsalar bile ellerinden gelebilecek fazla bir şey yoktu.

Böylesi toplantılarda alınacak kararlar orada geçirilen iki hafta süresince alınmaz. Bu kararların çoğunluğu önceden belirlenen ama son iki haftada ayrıntıları düzenlenen kararlardır. Bunun sağlanabilmesi için de ev sahibi ülke toplantı öncesinde yoğun bir diplomasi çabasının merkezinde olur. Geçtiğimiz sene Birleşik Arap Emirlikleri bile toplantı öncesinde çeşitli ülkelerde toplantılar düzenleyerek çıkmasını istediği kararlar çerçevesinde kamuoyu oluşturmaya yönelik çalışmalar yapmıştı. Azerbaycan’ın yöneticisi Muhtar Babayev’i Bakü’de tanıdık. 

Aslında Babayev’in yapması gereken iş çok zordu ve bu zoru başarabilecek donanıma, hem kişisel hem de ülke bağlamında sahip değildi. Bu toplantıyı ülkemizde düzenleyecek olsak belki ülke bağlamda politika geliştirme açısından yeterliliğimiz olabilir ama, dünyanın herhangi bir devlet başkanını arayıp randevu alabilecek yetkinliğe sahip bir yönetici bulmakta zorluk çekeceğimizi düşünüyorum. Burada yanlış anlaşılmak istemem, “Sayın Cumhurbaşkanımız ya da Dışişleri Bakanımız bu randevuyu alamaz” demiyorum. Bu toplantının başkanı olarak belirlenecek kişi bugünkü siyasi sistemin tepesindekiler olamayacağı için, bir alt seviyeye indiğimizde Azerbaycan'ın zorlandığı gibi zorlanacağımız görüşündeyim, çünkü biz senelerdir devam eden görüşmelerin merkezinde hiç yer almadık, bu nedenle de o politikaların ustası sayılmayız.

Toplantıda üç ana konuya karar verilmesi gerekiyordu. Öncelikle, iklim değişikliğinin önlenebilmesi için BM gelişmiş ülkelere senede 1,3 trilyon dolar finansman sağlanması gerektiğini ortaya koymuştu. Gelişmekte olan ülkeler de bu finansmanın İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin temelinde olduğu gibi gelişmiş ülkeler tarafından sağlanmasını istediler. Gelişmiş ülkeler de 1992’de anlaşma yapılırken finansman sağlama yükümlülüğü olmayan ama aradan geçen zamanda gerekli finansmanı sağlaması kolaylaşan Çin ve Körfez ülkeleri gibi tarafların da katkı sağlaması gerektiğini söylediler. Ayrıca bu finansmanın sadece ülkeler değil tüm kanallardan toplanması gerektiğini belirttiler. Toplantılar bu noktada kilitlendi ve son ana kadar da çözülmedi. Son anda gelişmiş ülkeler “biz senede 300 milyar dolar vermeye çalışırız, bunu da hemen veremeyiz, şimdiki 100 milyar dolar seviyesinden 2035’e kadar 300 milyara çıkarız, ya bunu kabul edin ya da anlaşma olmaz” resti çektiler. Babayev de gelişmekte olan ülkeleri bunu kabul etmeye ikna etti ve bu önemli bir başarı olarak algılandı, ne yazık ki. Oysa para için toplanan bir konferanstan istenen finansman sonucu çıkmadığından yeryüzü en az 2℃ sıcaklık artışına mahkum edilmiş oldu.

“Finansman konusunda anlaşamadılar ama fosil yakıtlardan çıkış konusunda anlaşırlar” dedik fakat Babayev burada daha da kötü davrandı. Geçtiğimiz sene Dubai’de “fosil yakıtlardan uzaklaşma” kararı sonuç metnine girmişti en azından. Bu sene sonuç metninde “fosil yakıt” kelimesi bile geçmedi. Dolayısıyla bu bağlamda beklenilen ileri adımları bırakın, geriye doğru bir adım atıldı.

Ama daha ilk gün taraflar, ülkeler arasında karbon ticaretinin önünü açan kararı kabul ettiler. Biliyorsunuz benzer bir yapı Kyoto Protokolü’nde de vardı ve sera gazı salımlarını azaltmada hiçbir fayda sağlamamıştı. Şimdi tüm taraflar “emisyon ticaretinden nasıl para kazanırız?” konusunda hızla hemfikir oldular ama kimse “bu emisyon ticareti toplam salımları azaltacak mı peki? ” diye sormadı. Azaltmayacağını ama halkın gözünü boyama bağlamında epey faydalı olacağını kolayca söyleyebilirim.

Sonuç olarak, belki de Kopenhag’daki Taraflar Konferansı ile kıyaslanabilecek kötülükte bir COP yaşadık. Bir daha bu kadar kötü bir COP yaşar mıyız? Pek sanmıyorum, çünkü burada ümitlerin tamamen söndüğünü hissettim. Bu sene Bakü’ye gelmiş olanların önemli kısmının seneye Belem’e gitmeyi istemeyeceklerini düşünüyorum. Bence İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi artık yolunun sonuna geldi. Ya yeni bir anlaşma tasarlanır ya da bir daha COP’larda işe yarar bir sonuç alınamaz.