21 Haziran 2025 Cumartesi

Tarımda İklim Krizi: Türkiye’nin Gıda Güvenliği Alarm Veriyor

İklim değişikliği artık geleceğe dair soyut bir tehdit değil, bugünün tarımsal üretimini, çiftçilerin emeğini ve sofralarımıza gelen her lokmayı etkileyen somut bir kriz haline gelmiştir. Türkiye özelinde bu kriz, birbirinden bağımsız gibi görünen ama aslında aynı iklimsel bozulmanın sonucu olan iki büyük tehditle kendini göstermektedir: Artan zirai don olayları ve genişleyen kuraklık kuşağı. Bu iki sorun da geçici dalgalanmalar değildir. İklim sisteminde meydana gelen kalıcı değişimlerin doğrudan sonuçlarıdır. Bu değişimlerin tarımsal üretimimize, kırsal kalkınmamıza ve gıda güvenliğimize etkileri her geçen yıl daha da belirginleşmektedir.

Bir zamanlar “bahar donları” ifadesi yalnızca bazı istisnai yıllarda kullanılan bir terimdi. Bugün ise ilkbaharın neredeyse sonuna kadar uzanan şiddetli soğuk hava dalgaları, tüm Türkiye’nin tarım haritasını tehdit eder hale geldi. 2025 yılının Nisan ayında yaşanan zirai don olayı, sadece birkaç ilde değil, neredeyse tüm bölgelerde hissedildi. Meyve ağaçları, özellikle çiçeklenme döneminde oldukları için bu zirai donlardan en fazla zarar görenler oldu. Elma, kayısı, kiraz, şeftali ve fındık gibi birçok ürün, zirai donun etkisiyle büyük kayıplar yaşadı. Bu zarar yalnızca o yılki verimi değil, sonraki yıllardaki ağaç sağlığını ve verimini de etkileyecek düzeydeydi.

Bu zirai don olaylarının daha sık ve daha geç dönemlere kadar yaşanmasının temelinde, kutuplardaki hızlı ısınmanın yattığını görüyoruz. Kuzey Kutbu’nun dünya ortalamasının yaklaşık iki - üç katı hızla ısınması, kutup sarmalını (polar vortex) zayıflatıyor. Bu da kutup havasının kontrolsüz biçimde daha güney enlemlere sarkmasına neden oluyor. Yani, bir yandan küresel ortalama sıcaklık artarken, diğer yandan alışılmadık soğuk hava dalgalarıyla tarımsal üretim zarar görüyor. Bu çelişki, iklim değişikliğinin karmaşık etkilerinin en somut örneklerinden biridir.

İkinci büyük tehdit ise 30. enlemdeki subtropikal yüksek basınç kuşağının, yani Sahra ve Arap çöllerinin temel iklimsel kaynağının, giderek kuzeye doğru genişlemesidir. Bu genişleme, Türkiye’yi de kuraklık baskısına sokuyor. Bugün İç Anadolu, Güneydoğu Anadolu ve Ege’nin iç kesimleri gibi bölgelerde görülen su stresi, yalnızca mevsimsel bir problem değil. Artık sistematik hale gelen, kalıcı kuraklık sinyalleridir.

Bu durum yalnızca tarımsal verimi değil, ürün desenini, su kaynakları yönetimini ve tarımın sürdürülebilirliğini de doğrudan etkiliyor. Geleneksel olarak buğday, arpa, pamuk, mısır ve ayçiçeği gibi suya duyarlı ürünler yetiştiren bölgeler, artık bu ürünlerin geleceği açısından büyük risk altında. Yeraltı suyu kullanıldıkça su seviyeleri dramatik şekilde azalıyor, yüzey suları buharlaşıyor, barajlar istenen doluluk oranlarına ulaşamıyor. Birçok çiftçi, ekim alanlarını daraltmak veya üretimi tamamen bırakmak zorunda kalıyor.

Türkiye uzun yıllar boyunca “kendi kendine yeten yedi ülkeden biri” olmanın gururunu taşıdı. Ancak iklim değişikliği ile birlikte bu özelliğimiz ciddi bir tehdit altında. Zirai don ve kuraklık gibi iklim kaynaklı sorunlar, doğrudan tarımsal üretimi etkilediği için gıda arzı ve fiyat istikrarı da bundan payını alıyor. Örneğin 2025 zirai donunun ardından meyve fiyatlarında yaşanan büyük artışlar, bu sorunun yalnızca kırsalda değil şehirlerde yaşayan milyonlarca insanı etkilediğini açıkça ortaya koydu.

Ayrıca iklim koşullarının öngörülemez hale gelmesi, çiftçinin risklerini artırıyor. Girdi maliyetleri (gübre, tohum, ilaç, sulama) yükselirken ürün kayıpları da arttığı için tarım ekonomik açıdan sürdürülemez hale geliyor. Sonuç: Tarımsal üretici çaresizlikten kırsalı terk ediyor, genç nüfus tarımdan uzaklaşıyor ve ülke giderek daha fazla gıda ithalatına bağımlı hale geliyor.

Bu krizden çıkışın yolu belli: Tarım politikamızda köklü bir paradigma değişikliğine ihtiyaç var. Öncelikle, çiftçiye yalnızca üretici değil, aynı zamanda ekosistemin koruyucusu olarak bakan bir anlayış benimsenmeli. Tarımsal destekler, yalnızca verim odaklı değil, doğa dostu üretim yapan çiftçilere öncelik verecek şekilde yeniden yapılandırılmalı. Suyu dikkatli kullanan, toprağı koruyan, yerel tohumları yaşatan üreticiler teşvik edilmeli. Son katıldığım toplantıda bir dinleyici “tarımı kısa vadede en yüksek verimi almaya yönelik bir sistemden uzun vadede en uygun verimi almaya yönelik bir sisteme nasıl evirebiliriz?” diye sordu. Sanırım bu soru günümüzde en kararlılıkla cevap arayacağımız soru olmalı.

Ayrıca tarımsal üretim planlaması, artık sadece pazar ihtiyaçlarına göre değil, iklim riskleri göz önünde bulundurularak yapılmalı. Kuraklığa dayanıklı çeşitler, damla sulama teknolojileri, agroekoloji ve permakültür gibi sürdürülebilir yaklaşımlar yaygınlaştırılmalı. Aynı zamanda kırsalda yaşamanın cazibesi artırılmalı; gençlerin tarıma dönmesi için finansal destekler, eğitim programları ve dijital tarım çözümleri sunulmalı.

İklim değişikliği artık bir çevre sorunu değil, doğrudan bir kalkınma ve yaşam meselesidir. Tarımsal üretimimizin temelini tehdit eden zirai don ve kuraklık gibi krizlere karşı dirençli bir sistem kurmak, bugünün değil, yarının güvenliği için zorunludur. Gıda güvenliğimizi, tarımda çalışan milyonlarca insanın emeğini ve doğayla olan bağımızı korumak için şimdi harekete geçme zamanıdır. Yarın çok geç olabilir.

20 Haziran 2025 Cuma

Kaynaklarımızı Tüketiyoruz: Limit Aşım Gününde Türkiye’nin Alarm Zili Çalıyor

Bu yıl Türkiye’nin Limit Aşım Günü 18 Haziran olarak belirlendi. Geçtiğimiz yıla göre dört gün daha erken bir tarihe denk gelen bu gün, doğanın bir yıl boyunca sunduğu kaynakların ülkemizde altı aydan kısa bir sürede tüketildiğini gösteriyor. Dünya genelindeki Limit Aşım Günü de 24 Temmuz’a çekildi. Bu veriler, insanlığın doğayla olan ilişkisinde nasıl bir dengesizlik yaşandığını ve özellikle Türkiye'nin kendi sınırlarını ne kadar zorladığını ortaya koyuyor. Her yıl biraz daha erkene gelen bu tarih, doğanın kendini yenileme kapasitesinin insan faaliyetleri karşısında giderek daha yetersiz kaldığını gösteriyor.

Limit Aşım Günü, doğanın bize bir yıl boyunca sunabileceği kaynakların, o yıl içinde hangi tarihte tükenmiş sayıldığını gösteren bir göstergedir. Bu tarihten sonraki her gün, gelecek nesillere karşı ekolojik borçla yaşadığımız anlamına gelir. Türkiye için bu yıl bu tarih 18 Haziran’dı. Yani 1 Ocak’tan 18 Haziran’a kadar doğanın sunduğu yıllık kaynakları tükettik ve yılın geri kalanında aslında olmayan kaynakları kullanmaya başladık. Bu, sadece çevresel değil, aynı zamanda ekonomik ve toplumsal sorunların da habercisidir.

Türkiye’nin Limit Aşım Günü’nün bu kadar erken olması, ülkemizdeki tarım, su, orman ve enerji politikalarının sürdürülebilirlikten ne kadar uzak olduğunu gösteriyor. Topraklarımız, yoğun kimyasal kullanımı ve yanlış tarım uygulamaları nedeniyle verim kaybediyor. Ormanlık alanlarımız hızla yok ediliyor, çoğu zaman madencilik veya enerji projeleri için geri dönülmez şekilde tahrip ediliyor. Su kaynaklarımız hem miktar hem de kalite açısından ciddi tehdit altında; plansız kullanım, buharlaşma, kirlenme ve iklim değişikliği nedeniyle su stresi yaşayan bir ülke konumuna gelmiş durumdayız. Enerji üretiminde ise hâlâ fosil yakıtlara yüksek oranda bağımlıyız ve ulaşım sistemimiz bireysel araç kullanımına dayalı. Bütün bunlar, ülkemizin biyolojik kapasitesini aşırı biçimde tükettiğini gösteriyor.

Çoğu zaman bu konular gündeme geldiğinde, "Gelişmiş ülkeler bizden daha fazla tüketiyor" gibi savunmalarla karşılaşıyoruz. Ancak Limit Aşım Günü, ülkelerin kendi biyolojik kapasitesine göre kaynak tüketimlerini ölçen bir gösterge olduğu için bu tür karşılaştırmalar yanıltıcıdır. Türkiye, kendi doğasının sunduğu kapasiteyi yılın yarısı bile dolmadan tüketmişse, bu alarm zillerinin çalması için yeterli bir sebeptir. Dahası, gelişmiş ülkeler son yıllarda ciddi adımlar atmaya başladı: sıfır karbon hedefleri, yeşil mutabakat, döngüsel ekonomi politikaları ve doğa temelli çözümlerle kaynak kullanımını azaltma çabası içindeler. Türkiye ise bu yarışta geri kalıyor. Şayet bu hızla devam edersek sadece doğamızı değil, aynı zamanda gelecekteki ekonomik rekabet gücümüzü de kaybetmemiz kaçınılmaz olur.

Bu noktada yapılması gerekenler açık: Tarımda toprağı koruyan ve biyolojik çeşitliliği destekleyen uygulamaların yaygınlaşması gerekiyor. Kentlerde doğa dostu ulaşım, enerji ve su sistemlerinin kurulması gerekir. Tüketim alışkanlıklarımızı gözden geçirerek daha azla yetinmeyi öğrenmemiz şart. Aynı zamanda ekonomik büyümenin değil, sürdürülebilirliğin esas alındığı bir kalkınma anlayışının benimsenmesi gerekiyor.

Limit Aşım Günü, yalnızca takvimde bir tarih değil, aynı zamanda bir uyarıdır. Doğaya borçlu yaşamanın bir sınırı var. Ve her seferinde bu sınırı aştgerekiyo sadece kendimizi değil, bizden sonraki nesilleri de zora sokuyoruz. Türkiye olarak kendimize sormamız gereken soru artık çok net: “Gelecek kuşaklara yaşanabilir bir ülke, yaşanabilir bir dünya bırakabilecek miyiz?” Bu sorunun cevabı, bugünden itibaren atacağımız adımlara bağlı.

9 Haziran 2025 Pazartesi

Trump - Musk Kavgası ya da İnsanlığın Mars hayalleri

İnsanlık yüzyıllardır gözünü gökyüzüne dikmiş durumda. 1969 yılında Ay’a yapılan insanlı yolculukla bu hayal gerçeğe dönüşmüş, ancak sonraki yarım yüzyılda benzer bir başarı tekrarlanamamıştır. 1969 yılındaki başarının temelinde bu çalışmanın bir devlet projesi olması vardır. Sovyetler ile ABD arasındaki yarışı ABD Ay’a ilk insanı göndererek bir adım ileriye taşımıştır. Sovyetleri ileri götürecek olan Sergey Korolev 1966 yılında ölünce ve 1969 Temmuz ayında Ay’a gitmek üzere fırlatılan Zond L1S-2 atış rampasında patlayınca ABD yarışı kazandı. Sovyetler yeni atış rampasını 18 ayda tamamladı, ama o sırada ABD çoktan birkaç defa Ay’a insan indirmeyi başarmıştı.

1969 yılının Temmuz ayında ABD yerine Sovyetler Ay’a insan indirmeyi başarsaydı, bu defa yarış Ay’da ilk uzay üssü kurmaya dönerdi. Sovyetler Ay’da ilk uzay üssünü kursa bu sefer Mars’a ilk insanı götürmek için yarış devam ederdi. Ancak Sovyetlerin bu yarıştaki nefesi 1969 yılının Temmuz ayında tükendi. Şunu bilmekte fayda var. 1969 yılında Ay’a gitmek ekonomik getirisi olan bir iş değildi. Ay’a gidildi, örnekler getirildi, incelendi ve Ay’a tekrar gitmenin kimsenin işine yaramayacağına karar verildi. Bundan sonra da Ay konusu fazla açılmadı. Aradan geçen zamanda devletler yavaş yavaş uzay çalışmalarından çekilmeye başladı ve görevi özel şirketlere devretti.

Bugün Dünya’nın etrafında dönen iki uzay istasyonu var. Biri uluslararası, diğeri Çinlilerin. Çinliler sakin sakin kendi uzay programlarını geliştiriyorlar ve geliştirmeye de devam edecekler. Uzay deyince fazla gözünüzde büyütmeyin, bu istasyonlar yerden yaklaşık 500 kilometre yukarıda dönüyorlar. Kıyaslamanız için, Ay bizden 400 bin kilometre uzakta. Uluslararası uzay istasyonuna gitmenin ise iki yöntemi var. Ya Rusların uzay ajansı Roscosmos sizi oraya fırlatacak ya da SpaceX, yani Elon Musk’ın şirketi. ABD’nin başka insanlı uzay aracı fırlatma imkanı yok. Dolayısıyla SpaceX öncesi NASA, Roscosmos’a para vererek astronotlarını uzay istasyonuna taşıttı. SpaceX’in Dragon aracı ABD’yi Roscosmos’a bağlı kalmaktan kurtardı.

Şimdi gelelim günümüze: Artık hedef daha uzak bir noktada: Mars. Fakat Mars’a insan göndermek ve orada kalıcı bir koloni kurmak, yalnızca teknik değil, aynı zamanda siyasi, toplumsal ve ekonomik boyutları olan karmaşık bir meseledir. Günümüzde yaşanan gelişmeler ve özellikle Elon Musk ile Donald Trump arasındaki gerilimler, bu vizyonun ne kadar kırılgan olduğunu gözler önüne seriyor.

Donald Trump ve Elon Musk arasındaki kamuya yansıyan fikir ayrılığı, sadece iki güçlü figürün çekişmesi değil. Bu gerilim, ABD’nin uzay programlarının geleceğini doğrudan etkileyebilecek bir kırılma noktası olabilir. Trump, başkanlığı döneminde Artemis programını başlatarak NASA’yı yeniden aya odaklamış, Musk’ın şirketi SpaceX ile yakın çalışmıştı. Ancak şimdi bu ilişki ciddi şekilde zedelenmiş durumda.

Musk, Trump’ın yeniden seçilmesini demokrasinin sonu olarak tanımlarken, Trump da Musk’ı kişisel olarak hedef alan açıklamalar yapıyor. Bu çatışma, yalnızca SpaceX’in değil, NASA’nın da yürüttüğü uzun soluklu projelere zarar verme potansiyeline sahip. Özellikle Mars gibi iddialı hedefler için gereken uzun vadeli siyasi destek, bu tür çatışmalar nedeniyle ortadan kalkabilir.

Buradaki en önemli sorunlardan biri, uzay programlarının doğası gereği uzun vadeli planlamaya dayanmasıdır. Bir siyasi lider değiştiğinde bu programların öncelikleri değişebiliyor. Trump gibi popülist eğilimli liderlerin kişisel çatışmaları, bilimsel programları ideolojik bir zemine çekebiliyor. Bu da bilimsel projelerin istikrarını zedeliyor.

Trump Musk’ın uzay projelerine devletin verdiği desteğin azaltılacağını söyledi, buna karşılık da Musk ABD’yi uzay istasyonuna taşıyan Dragon aracının görevinin derhal sonlandırılacağını belirtti. Bu sorun iki tarafı açısından da çok ciddi bir kriz getiriyor. Krizin küçük tarafı Trump’a düşüyor. Şu anda Artemis programı ile Ay’a bir kez daha insan göndermek Trump’ın fazla da umurunda değil. Oysa SpaceX devletten aldığı destekle ayakta durabiliyor. Bu desteğin çekilmesi Musk’ın şirketini neredeyse içinden çıkılmaz bir duruma sokabilir. Ama unutmayalım, Musk bir iş insanı, para neredeyse işini hızla oraya kaydırabilir. Yani Suudi Arabistan ya da Birleşik Arap Emirlikleri Ay’a tekrar insan gönderen bir ülke olmak isterse Musk kapısını çalacakları ilk kişi olacaktır. Bu arada Birleşik Arap Emirlikleri’nin Mars’a başarıyla bir uzay aracı gönderdiğini de hatırlatmakta fayda var.

Musk ve parası olan bir devlet birlikte çok önemli bir gelişmeye imza atabilir. Ben Musk’ın ana hedefinin Mars’ta bir koloni kurmak olduğunu düşünmüyorum. Çünkü Mars, Dünya’ya en yakın yaşanabilir gezegen adayı olabilir; ama bu, onun yaşanabilir olduğu anlamına gelmiyor. 60 milyon kilometre uzakta yer alan bu kırmızı gezegene, en iyi ihtimalle 6 ila 9 aylık bir yolculukla ulaşılabiliyor. Yerçekimi, Dünya’nın %40’ı kadar. Atmosferi yok denecek kadar ince, radyasyon seviyesi yüksek ve yüzey sıcaklığı insanın açık havada yaşamasına uygun değil. 

Mars’a gitmek kadar orada yaşamak da başlı başına bir mesele. Su kaynakları yer altında buz halinde mevcut olsa da çıkarılması ve işlenmesi büyük enerji gerektiriyor. Mars’ta tarım yapılması için toprak tamamen yapay olarak zenginleştirilmeli, hava üretimi için sürekli enerji gerektiren sistemler kurulmalı. Yani bir Mars kolonisi, bugünkü teknolojiyle tamamen kapalı bir yaşam destek sistemi üzerine inşa edilmek zorunda. Büyük ihtimalle de radyasyondan korunmak için bu kapalı sistemi yerin en az 20 metre altındaki mağaralarda kurmak gerekiyor.

Ayrıca bu süreçte karşılaşılacak psikolojik ve sosyolojik zorluklar da göz ardı edilemez. Aylarca dar alanlarda, sınırlı kaynaklarla yaşamak zorunda kalan astronotlar ciddi psikolojik risklerle karşı karşıya kalacaktır. Mars’a gidecek insanların hem fiziksel hem de zihinsel olarak aşırı dayanıklı bireyler olması gerekir.

Mars’a gitme hayalinin merkezinde Elon Musk’ın geliştirdiği Starship roketi yer alıyor. Bu dev sistem, hem Ay’a hem Mars’a insan göndermek için tasarlandı. Ancak SpaceX’in 2025’te gerçekleştirdiği son Starship denemesi, bir kez daha başarısızlıkla sonuçlandı. Her ne kadar SpaceX bu tür denemeleri “öğrenme süreci” olarak tanımlasa da, üst üste gelen başarısızlıklar artık sadece mühendislik sorunu değil, kamuoyunun güveni ve siyasi desteğin devamı açısından da kritik bir hal almış durumda.

Bu durum, uzay çalışmalarının kamusal algısı açısından ciddi sorunlar yaratıyor. Vergi veren yurttaşların "Neden başarısız projelere para harcanıyor?" sorusuna verecek ikna edici bir yanıt oluşturulmadığı sürece, uzun vadeli fonlar da riske giriyor.

Starship’in başarısızlığı, yalnızca bir roketin çökmesi değil; aynı zamanda Mars hayalinin teknolojiyle tek başına gerçekleşemeyeceğinin göstergesi. Bu projeler kamu fonlarıyla desteklendiğinden, başarısızlıklar aynı zamanda kamu kaynaklarının verimli kullanımı konusunda da soru işaretleri yaratıyor.

Günümüzde uzay yolculukları özel şirketlerin öncülüğünde ilerliyor gibi görünse de bu şirketlerin kamu politikalarıyla olan bağı göz ardı edilemez. Devletin sağlayacağı yasal çerçeve, fonlama, diplomatik destek ve bilimsel altyapı olmadan, hiçbir özel girişim Ay’a ya da Mars’a tek başına gidebilecek güçte değil. Dolayısıyla Trump gibi liderlerin bilimsel projelere verdiği ya da vermediği destek, geleceğin uzay haritasını doğrudan şekillendiriyor.

Uzayda koloni kurmak isteyen insanlık, önce kendi içindeki siyasi ve sosyal problemleri çözmek zorunda. Kutuplaşmış toplumlar, kısa vadeli seçim hesaplarıyla yönlendirilen hükümetler ve şirket çıkarlarını önceleyen stratejilerle Mars’a varmak mümkün değil.

Mars’ı bir yedek gezegen gibi görüp Dünya’dan kaçma fikri son derece sorunlu bir yaklaşım. Mars’ta yaşam kurmak, milyarlarca dolarlık yatırım, onlarca yıllık planlama ve onlarca bin insanın katkısını gerektirirken; aynı kaynaklar Dünya’daki iklim krizi, su kıtlığı, gıda güvenliği gibi hayati sorunları çözmek için çok daha etkili kullanılabilir.

İklim değişikliği, biyolojik çeşitliliğin azalması, temiz suya erişimin zorlaşması gibi sorunlar bugün acilen çözüm bekliyor. Tüm enerjimizi başka bir gezegende yaşam kurmaya harcamak yerine, mevcut gezegenimizi yaşanabilir kılmaya yönlendirmeliyiz.

Mars bir gün yaşanabilir hale getirilebilir belki ama bu, bugünkü gezegenimizi ihmal etme lüksümüz olduğu anlamına gelmez. Mars’a kaçmak yerine Dünya’yı iyileştirmek daha ahlaki, ekonomik ve stratejik bir tercihtir.

Mars’a gitmek bilimsel bir vizyon olabilir ama orada kalmak, yaşamak ve uygarlık kurmak daha çok siyasi irade, toplum desteği ve etik sorumluluk gerektirir. Trump ile Musk arasındaki kavga, Starship’in başarısız denemeleri ve küresel siyasi belirsizlikler gösteriyor ki insanlık henüz bu büyük yolculuğa hazır değil.

Yıldızlara uzanmak istiyorsak önce Dünya’da ortak bir hedefte uzlaşmalı, bilimle siyaset arasındaki çizgiyi daha net çekmeliyiz. Çünkü Mars’a giden yol yalnızca uzaya değil, insanlığın kolektif bilincine uzanır.